Siyaset, İbrahimi-İslami bağlamda “İlahi Misak”(7/172) ve “Emanet”(33/72, 4/58) ilkelerine dayanan “Dünya-İnsan Görüşü” nün dolayımında, Müslümanların varlığını-güvenliğini koruma, dünya işlerini deruhte etme çabasıdır. Karşıt siyaset ise, “Tağutluk-Firavunluk-Şeytanlık” tır. Yani “Güç İstenci” tutkusuna bağlı olarak yalan ve zulümdür. İbrahim, Musa ve İsa (a.s) peygamberler, bu faaliyeti Doğu Akdeniz kültürünün “Çoban-Sürü İlişkisi” koduna bağlı olarak sürdürmüş oldukları halde; Muhammed (a.s), Yemen Arap kültürünün halkı, siyasi sorumluluğa ortak eden “Şura” ilkesine bağlı olarak gerçekleşmiştir (3/159, 42/38). “Dört Halife” döneminin şurayı kurumsallaştıramaması sonucu, “Çoban-Sürü (Saltanat) koduna geri dönülmüş ve Abbasiler ile birlikte de İran’ın “Teokrasi (Zıllullah)” kodu eklemlenmiştir. Ebubekir, Ömer ve Ali’nin siyasetleri, -kurumsal olamasa da- hakkaniyet arayışı iken; Osman, nepotizme kaymıştı. Muaviye’nin başlattığı “Yalan Siyaseti”, daha sonraları Makyavelli tarafından teorik bir yapıya kavuşturulmuştur.
Eski Yunanda Platon, siyaseti filozofların üstlenmesi gerektiğini ileri sürmüşken; Aristo, siyaseti “Pratik Ahlak” olarak tanımlayıp Demokrasiyi önermiştir. Sokrates ise, Demokrasiye köklü eleştiriler yöneltmiş ve Platon’un öncüsü olmuştur. Roma İmparatorluğu, Krallık/Monarşi ile birlikte Cumhuriyet (Senato) rejimini uygulamış; Fransız İhtilaline kadar Dünyada Krallık rejimi egemen olmuştur. İslam Dünyasında da “Saltanat (Hükümdar/Hanedan)” rejimi hüküm sürmüştür. Osmanlı saltanatı yıkıldıktan sonra Fransa’dan etkilenerek Cumhuriyet rejimine geçilip “Türkiye” devleti kurulmuştur.
Kültür Devrimine dayanan seküler siyaset, dindar halkı devlete küstürmüş ve cemaatlerin oluşmasını doğurmuştur. Şiilerin Sünni siyaset baskısında “Takiyye (Samimi ikiyüzlülük/Kendini Gizleme)” tutumunu geliştirmelerine benzer şekilde, mütedeyyin halk, şiddete başvurmadan kendini gizlemiştir. 1950’de Demokrat Parti kurulunca, oraya akın etmiş, partiyi iktidara taşımıştır. Partinin, halkın masum birkaç dini talebini karşılaması, Askeri vesayeti kızdırmıştır. ABD onayı ve güdümünde olan parti, zamanla biraz Rusya’ya yanaşması ile 1960’da Amerika güdümündeki subaylar, ihtilal yaparak partinin üç önderini (Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan) idam etmiştir. Bu olay, mütedeyyin/mukaddesatçı halk yığınlarında ikinci ve daha travmatik bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Mütedeyyin halk, yine şiddete başvurmadan daha mutedil bir lider ve parti oluşturmuştur (Demirel-AP).
1970’lerden itibaren dini hamiyet, bir yandan Fetullah Gülen önderliğinde sivil-cemaat tarzında “Takiyye” siyaseti güderken; diğer taraftan da, Necmettin Erbakan Önderliğinde “Milli Görüş” adı altında Demokratik kanallardan siyasete soyunmuştur. “Milli Görüş” ismi, seküler baskı altında İslamcı politikanın gizlenmiş (takiyyeci) adı idi. İki binlere kadar “Milli Görüş (Ağır Sanayi-Manevi Kalkınma)” partileri, -ağırlıklı olarak- amatör bir ruh ile “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir” parolası, “Hz. Ömer Adaleti”, “Allah Rızası” “Cennet Umudu” ile siyaset yapmışlardır. Fetullah Gülen önderliğindeki “Hizmet Hareketi” ise, sivil görünümlü örgütler-yapılar aracılığı (Takiyye-Paralel-Yapı) ile devlete sızmaya çalışmıştır: ”İllegal Siyaset”
1990’lı yılların sonuna doğru Askeri vesayet rejiminin yaratmış olduğu “28 Şubat Süreci” ve iki binli yılların başında merkez-sağ siyasetin ahlaken çökmesi, Ak Partinin doğuş zeminini yarattı. Erbakan ile tam iktidar olunamayacağını anlayan bazı “Milli Görüş” kadroları, “Gömlek Değiştirerek” Ak Partiyi kurdular. Bu sürece Fetullah Gülen (Hizmet Hareketi) de destek verdi. 2014’lere kadar da işbirliği ile yürüdüler. Bu dönemde Ortadoğu’da yükselen “Siyasal İslamcılık”, ABD’yi, Fetullah Gülen’i ve R. T. Erdoğan’ı -“Ilımlı İslam”ı temsil ettikleri gerekçesi ile- desteklemeye sevk etti. Sayın Erdoğan’a verilen BOP’un eş-başkanlığı ve Kıbrıs’ta toprak tavizi vaatleri hatırlansın.
Bu dönemde “Askeri Vesayet” diskalifiye edilerek tam iktidar sağlanmış oldu. Parti, merkez sağı bünyesinde toplamıştı. 2010’lardan itibaren Fetullah Gülen’in ABD’ye bağlılığını sürdürmeye devam etmesi ve Erdoğan’ın “İslamcı” politikalara yönelmesi, hem Fetullah Gülen hem de ABD ile arasını açtı. Akabinde “15-Temmuz Darbe Girişimi” geldi. Partinin “Suriye Politikası”nın ters tepmesi, Erdoğan’ı MHP’ye yanaşmaya itti (Cumhur İttifakı). Bu arada “Başkanlık” sistemine de geçmiş olduk. Böylece Ak Parti, “Parti” olmaktan çıkarak, Erdoğan ile özdeş hale geldi. Oysa ortak aklın çoğunluk/oydaşma ile alacağı kurul/kurum kararlarının doğuracağı tehlike, tek kişinin alacağı kararların doğuracağı tehlikeden daha azdır. Demokrasi veya Şuranın meziyeti budur.
Sayın Erdoğan, Muaviye-Makyavelli çizgisinde başarılı bir “siyasetçi”dir. Siyasetçi, taraftarlarının menfaatini ve kendisinin güvenliğini ve iktidarının devamını önceleyen kişidir. “Devlet Adamı” anlamındaki siyasetçi ise, toplumunun tümünün maslahatını gözetip onları “kucaklamasını” becerebilen ve devletin güvenliğini önceleyen kişidir. Medeni bir toplumda “siyaset”, Bilim, Din, Hukuk, Sanat, Mimari… dışında, sadece bir “tür” faaliyettir. Diğer formasyonların özerkliği söz konusudur. Oysa ülkemizde biz bunu başaramadık. Bu yönde giderken, Ak Parti ile birlikte tekrar geri döndük ve her şey “siyasi”leşti.
İç politikada esas olan, toplumun tümünü barış içinde birlikte kucaklayabilmektir. Dış Politika ise, ülkenin güvenliğini esas alan, ikircikli olmayan, omurgalı, tükürdüğünü yalamayan bir tutarlılıkta olması gerekir.
Siyaseti “Misak” ve “Emanet” ilkelerine dayanan bir “Dünya-İnsan Görüşü” ile yürütmek, umumi maslahat ve evrensel ahlak ilkelerine bağlı kalmaktır, peygamberi gibi makul-mantıklı ve gerekçeli konuşmaktır, iş yapmaktır. Arkaik, teolojik, dogmatik, aleni bir “Din Dili” kullanmak, hamasetle kitleleri manipüle etmek ve onların din duygularını istismar etmek, totaliterliğe kaymak marifet değildir. İslami bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” olmanın kriterleri, temelde dil, din, çıkar değil; “adalet ve zulüm”dür. Diğerleri, tali unsurlardır.
-Başvurulan yöntemlerin ahlakiliği tartışmalı olsa da- siyasetin –Fetullah Gülen ile- vesayetten kurtarılması, Fetö’nün (yöntemi hukuken sorunlu olsa da) devletten temizlenmesi, dini özgürlüklerin(örneğin “Türban Sorunu”) genişletilmesi, Afrika açılımı, Türk Dünyası ile koordinasyon, silah teknolojisindeki atılım, sağlık politikaları, İslam dünyası ile –zikzaklı da olsa- ilişkilerin geliştirilmesi, “Dünya Beşten Büyüktür” sloganı, son yirmi yılda Ak Parti lehine yazılması gereken başarılardır. Duyun-i umumiye’yi hatırlatacak dış borç yükü ile “İnşaat/Rant” Ekonomisi başta olmak üzere, eğitim, üniversite/bilim ve kültür politikalarında başarılı olmadıklarını kendileri de itiraf ediyorlar. Tarım, Sanayi, Hukuk ve Din adına ortaya koydukları performans ise, tam bir fiyasko. Dinden soğuma (Agnostisizm, Ateizm, Deizm…) din iktidarında tetiklendi; İran’da olduğu gibi.
Milli Görüş partilerinde –daha önce de belirttiğimiz gibi- “amatör” bir ruh egemen iken; Ak Partisindeki ruh daha “Profesyonel”dir. İsmet Özel’in dediği gibi, bu profesyonellik: “Birazda biz ölelim” özlemidir. Kendine “pay/avanta” almak için Kamuya (Devlet) hizmet ve mal-mülk satın alma veya amiyane/halk deyimi ile: “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar” kanaatleri yaygındır. Bunun sebebi, İslam toplumlarının bir “Kamu Hukuku” geliştirememiş olmasıdır. “Kamu Hukuku” Fransız Burjuva Devriminden sonra Avrupa’da oluştu (Vergi Hakkı). “Herkesin” olması gereken “Hazine”, yani kamu malı, İslam toplumlarında “Hiç kimsenin” dir. Yani “Allahlık” tır; “Arpalık” tır. Bu yüzden “Haydan gelen, Huya gider”. Bu cümle, İslam toplumlarının politik iktisadını özetler. Aslında anlamı alın teri, üretim, kazanım (özel mülkiyet) olmadan; “ganimetten” gelen, “israfa” gider; çar-çur edilir demektir. Bu yüzden Devleti ele geçirenler, hazineyi istedikleri gibi , “hukuksuzca” kullanırlar. “Vakıf” adı altında suret-i haktan gözükerek kamuya ait gayrimenkulleri “iç ederler”, taraftarlarına “peşkeş” çekerler. Denetleme ve hesap verme yoktur. Ama bunu “Allah” adına yaparlar. Çünkü cümledeki “Hay” da “Hu” da Allah’tır.
Osmanlının çöküşü ile birlikte kurumsal din (Şeriat-Hilafet-Tarikat) de çökmüştü. Cumhuriyet, bu kurumsal yapıyı ilga ederken, halkın kurucu kimlik unsuru olan dinin cevherine de dokundu. Bu da, halkta devlete karşı küskünlük yaratmıştı. “Milli Görüş” ve onun “Profesyonel (Gömlek Değiştirmiş)” versiyonu olan Ak Partisi, bu küskünlüğün rövanşını almaktır. İktisadi açıdan ise, periferide kalmış yoksul kitleler, merkeze taşınarak Devletten “ganimet” hakkını talep etti ve fazlası ile aldı.
Tarihsel perspektiften bakınca, bu süreçler yaşanmak zorundaydı. İmparatorluk bakiyesi demografiyi barındıran Devlet (Türkiye) etnik, dinsel, mezhepsel, ideolojik farklılıkları organik (hukuki-ahlaki) bir potada bir “toplum” haline henüz getiremedi. Çeşitli “komünite” lerden oluşan bir “topluluk” var Türkiye’de. Ülke, istikametini ve varlık nedenini kaybetmiş durumda. Yeni bir siyasal ufka ihtiyaç vardır. Bundan sonra siyasetin görevi, eşit “vatandaşlık” üst kimliğinde, adalete-hakkaniyete dayalı bir “toplum” oluşturmaktır. Alt “Kimlik Teknolojilerini” oluşturmak ise, hastalık haline gelen (Kimlik Siyaseti) siyasetin işi değil; herkesin kendine kalmıştır.