AK Parti, 31 Mart´ın Sonuçlarını 2010 Sonrası Süreçte Aramalı!

Özgün İrade Dergisi yazarı Ümit Aktaş´ın moderratörlüğünda "AK Parti, 31 Mart´ın Sonuçlarını 2010 Sonrası Süreçte Aramalı!" üstbaşlığıyla yapılan ve Özgün İrade Dergisi´nin 2019 Mayıs sayısında yayımlanan siyasi gündemle ilgili açık oturumu, siz değerli o

AK Parti, 31 Mart´ın Sonuçlarını 2010 Sonrası Süreçte Aramalı!

Aylardan ?Ramazan´ olunca, buna bir de yakın zaman önce yaşadığımız 31 Mart seçim sonuçları eklenince bir mini ?Kızılcahamam´ değerlendirmesi de biz yaptık dergi olarak. 17 yıldır direksiyonun başında olan AK Parti için ´31 Mart´ seçim sonuçları sahadaki rakibin ?sol kroşe´ si gibi oldu. Bu sonuçlara nereden gelindi, gelinen süreçte hangi faktörler etkili oldu ve ?AK Partinin kırılma noktaları´ nelerdi gibi sorulara ?dostça´ ?gerçekçi´ ve süreci ?dışardan´ izleyenler olarak ?kendimizce´ değerlendirmelerde bulunduk.

31 Mart sonrası AK Parti için ?yolun sonu´ mu yoksa ?Türkiye İttifakı´ gibi albenisi çok olan ifadelerle yeni bir başlangıcın startı mı verilecek, bunu hep beraber-her daim yaptığımız gibi- izleyip göreceğiz.

Moderatörlüğünü Ümit Aktaş´ın yaptığı-seyircisiz ve kamuoyuna açık bir oturum özelliği taşımasa da- ?´açık oturum´´ a İslam Özkan, Kadir Canatan, Davut Güler ve Mehmet Şerefoğlu katıldılar. 

ÜMİT AKTAŞ: Arkadaşlar hoş geldiniz. Malum, önemli, Türkiye´nin geleceği açısından ciddi gelişmelere gebe olabilecek bir seçim dönemini geride bıraktık. Her ne kadar iktidar bloku ciddi bir oy kaybına uğramasa bile çok kritik şehirleri kaybetti. Ve burada çok ilginç bir şekilde seçmen hem iktidar blokuna oyunu verdi, öbür taraftan ise önemli büyük şehirlerde büyükşehir başkanını değiştirecek şekilde oy kullandı. En azından belli bir kesim, sonuca etkisi olacak biçimde, çok bilinçli şekilde oy kullandı. Ya sandığa gitmedi ya gitti geçersiz oy verdi veyahut da büyük şehirlerde iktidar blokuna değil de muhalefet blokuna oy verdi. Burada da sanki şöyle bir mesaj vardı. Bir yıl önce iktidara beş yıllık bir süre tanıyan seçmen mahalli idarede muhalefete bir şans verdi. İşte size 4 yıllık 4,5 yıllık bir süre. Ne hüneriniz varsa gösterin, kendinizi ispat edin. Bir sonraki seçimde nihai kararımı vereceğim gibi bir mesaj çıktı geliyor bana.

Tabi meselenin en önemli yanı ?buraya nasıl geldik?? hususu. Çünkü bu bir önceki seçimde ve referandum döneminde de benzer sorunlar vardı. Her iki önceki seçimde yine de seçmen kitlesi nihai kararını iktidar blokundan yana kullandı. Ama bu defa farklı bir mesajla geleceğe dair bazı seçenekler veya işaretler vermiş oldu. Bu uzun bir süredir, yani AK Parti iktidarının son iki döneminde özellikle 2010/12 yıllarından sonra giderek ivmesinin düşmesiyle gelinen bir nokta. Tabi AK Partinin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye açısından çok ciddi bir değişimin potansiyeli vardı ve AK Parti de bu rüzgâr içerisinde yakaladığı ivme ile iktidara geldi. Türkiye´nin kaderini değiştirecek bir pozisyona sahipti. Bir kere cumhuriyetten sonra iktidara yerleşmiş olan Kemalist blok ilk kez ideolojik olarak çöküntüye uğramıştı ve gerek sosyo-politik gerek ideolojik açıdan iktidarda kalma potansiyelini kaybetmişti. İktidarı değiştirebilecek olan güç ufuk ve ideoloji ise daha çok muhalif pozisyonda tutulan İslamcılar ve bir ölçüde de Kürtlerin el birliği yapması, ittifak yapması ile mümkün olabilecek bir şeydi. Bu bloka liberaller, sol liberaller bir kısım sosyalistler de katılarak AK Partiye iktidarı ve hatta Türkiye´nin kaderini değiştirme şansı da verdiler. AK Parti ilk dönem, daha doğrusu 2010´a kadar giden süreçte bu şansını kullandı. Askeri vesayeti geriletti, birtakım ekonomik ilerlemeler kaydetti, özgürlükler konusunda adımlar atıldı, en nihayetinde başörtüsü meselesi ki Türkiye´nin en önemli meselesiydi, çözüme kavuşturuldu ve hatta Türkiye tarihinde ilk kez Kürtlerle barışıldı ve çözüm sürecine girildi. Ama tam da o süreçte hem bu çözüm süreci akamete uğradı, Ortadoğu´da barışçıl politika izlenirken Suriye´de çok ciddi bir kriz ortaya çıktı ve bunda iktidarın da bir vebali vardı. Öbür taraftan ise bir şekilde iktidarın gizli koalisyon ortağı olan Fethullahçılarla çok ciddi çatışma başlatıldı. Bu çatışma 15 Temmuz kalkışımı ile birlikte artık silahlı bir çatışmaya da dönüştü. Her ne kadar halk, desteğini iktidardan yana kullandıysa da iktidar da bundan çok ciddi bir şekilde yara alarak çıktı. Bu süreç içerisinde çok önemli adaletsizlikler yapıldı, hukuk büyük bir yara aldı ve iktidar bugüne kadar 2010´lu yıllardan beri büyük ekseriyetin desteğini aldığı İslamcı kesimin de giderek güvenini ve desteğini kaybetmeye başladı. Bu arada sadece onların değil en baştan destek veren solun, liberallerin ve muhafazakâr bazı kesimlerin de desteğini kaybetti ve öylece son seçimde kritik noktaya gelindi.

Burada girişi biraz fazla uzattım ama öncelikle bu noktaya nasıl gelindi üzerine bir muhasebe ve analizlerinizi almak istiyorum. İkinci turda da geleceğe dair neler olur, ne yapabiliriz, özellikle ?ne yapabiliriz?? i, İslamcı kesime yönelik belki Türkiye üzerine, Türkiye ne yapabilir, nereye gidebilir gibi konulara girilebiliriz ama şimdilik birinci sorumuz, ?´Bu noktaya nasıl geldik? AK Parti veya muhafazakârlar veya İslamcıların bu konudaki payları neydi, sorumlulukları neydi, kabahatleri neydi, neyi yapmalıydık, neyi yapamadık??, bu konulardaki görüşlerinizi almak istiyorum. Şimdi sözü İslam Özkan´a veriyorum.

İSLAM ÖZKAN: Seçimlerle ilgili analiz noktasında şunları söyleyebilirim; büyük şehirlerin kaybedilmesinin önemli sembolik değeri var ama sadece sembolizmle sınırlı kalmayan maddi bir unsurla karşı karşıyayız. Aynı zamanda Türkiye´nin GSMH´nin yüzde 60´ını üreten ve Türkiye´nin en eğitimli en fazla üreten kesimlerinin bulunduğu, en fazla üniversite mezunlarının bulunduğu şehirlerin muhalefet partilerinin tarafından elde edilmesi, buralarda başarı elde edilmesi söz konusu. Dolayısıyla bunun sonuçlarının olacağını düşünüyorum ben. Bu bir sembolik zafer değil ama sembolik tarafı da var aynı zamanda. Bundan sonraki süreçte iktidarın kendi faaliyetlerini finanse etmesi, kendine yakın STK, vakıf ve dernekleri birtakım cemaatleri desteklemesi konusunda ciddi bir handikap yaşanacak. Bu da Türkiye´nin GSMH´nin yüzde 60´ı demek bu tür faaliyetlerin finanse edilmesi noktasında ciddi bir sıkıntının yaşanması demektir.

 Eğer alternatif kaynaklar bulunmazsa hükümette olması itibarıyla ve 4,5 yıl iktidarda kalacağı için hükümetin alternatif kaynakları bulma imkânı var ama bu kaynakların iktidardan alınıp doğrudan muhalefet partilerine gideceğini düşündüğümüz taktirde bunun birtakım sonuçlarının olacağını görmek mümkün. Tabii bir de kültürel iktidar meselesi var siyasal iktidarın ötesinde. Türkiye´de her zaman seküler kesimler kültürel iktidarı ellerinde tuttular. Maddi anlamda yaşanan sıkıntıların ardından böyle bir finansal kaynağın da ele geçiyor olması onların kültürel iktidarının perçinlenmesi noktasında önemli bir etki oluşturacaktır diye düşünüyorum. Tabi burada İslamcıların payı nedir, AK Parti nerede hata yaptı, bunları ifade etmek gerekirse AK Partinin söylemi, seçimlerden önce çok üstenci ve özellikle de haddinden fazla kutuplaştırıcı bir karaktere sahipti. Yani muhalefeti terörle iş birliği yapmakla itham eden bir söylem. Bu söylem çok ciddi bir antipati oluşturdu diye düşünüyorum. Hem AK Partinin hükmü şahsına karşı hem de bizatihi cumhurbaşkanının kendisine dönük bir antipati oluşturdu.  Seçim, yerel bir seçim olmasına rağmen bir Cumhurbaşkanının kendisini bu kadar öne çıkarması ne kadar doğruydu bunun çok ciddi şekilde tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Böyle yaparak aslında kendisini ortaya koymuş oldu; seçime de kendi damgasını vurarak sanki belediye başkanları oylanmıyor da Erdoğan´ın kendisi oylanıyormuş gibi bir durum çıktı. Dolayısıyla büyük şehirleri kaybetme noktasında kendisini ortaya koyduğu için sanki kaybeden AK Parti değil de kendisiymiş gibi, kaybedenler muhafazakârlar değil de bizatihi kendi şahsıymış gibi ya da kaybeden teşkilat örgütleri değil de kendisiymiş gibi bir imaj ortaya çıktı.

ÜMİT AKTAŞ: Aslında bu durum AK Partinin kurumsal bir kimliğinin olmadığını da bir şekilde ortaya koymuş olmuyor mu? Mesela Kılıçdaroğlu çok geri çekildi, belediye başkanları öndeydi, CHP´nin kurumsal varlığı hatta onun da ötesinde ittifakın varlığı öndeydi. Ama AK Parti de hep Cumhurbaşkanı öndeydi. Adeta AK Partinin bir kurumsal varlığı yok da AK Parti Tayyip Erdoğan partisi demek anlamına geliyormuş gibi.

İSLAM ÖZKAN: Evet doğru bir tespit. Kurumsallık noktasında aslında AK Parti bütünlüğü kurumsallığı olmayan bir parti değildi fakat AK Partinin sembol isimleri vardı ve AK Parti bir kadro hareketiydi ilk kuruluş aşamasında, belli ilkeleri vardı; demokratikleşmeyi, özgürleşmeyi, Türkiye´nin üzerindeki yükleri atmayı, Türkiye´nin kronik hale gelmiş sorunlarını çözmeyi planlıyordu. Bu yönde birtakım ilkeleri ve hedefleri vardı fakat süreç içerisinde bunun içinin boşaltıldığını gördük. Bu iddialardan vazgeçmek, beraberinde kurumsallaşmanın içerisinin boşaltılması sürecini de beraberinde getirdi. Özellikle de çok etkin isimlerin partiden uzaklaşması, isimlerini saymaya gerek yok zaten yeni parti kurma aşamasındalar. O isimlerin uzaklaşmış olması artık gerek parlamentoda gerek bakanlar içerisinde dikkate değer isimlerin bulunmamış olması böyle bir süreci beraberinde getirmiş görünüyor. Kurumsallaşmaktan giderek uzaklaşan, giderek içi boşalan siyasi bir parti ve tamamen lidere indirgenmiş bir politik hareket AK Parti. Bütün bunlar başarısızlığı da beraberinde getirmiş oldu.

ÜMİT AKTAŞ: Davut hocam, siz de aynı izlek üzerinden bir geçmiş muhasebesi ve bu duruma nasıl geldik, burada bizlerin sorumlulukları ne, Türkiye´nin nasıl bir şansı vardı nasıl bir şansı kaybetti, bunların üzerinde durabilirseniz, buyurun.

DAVUT GÜLER: 31 Mart seçimleri iktidar partisi açısından özellikle kendini tanıtma noktasında reklamlarla ilgili pozitif bir üstünlüğü vardı. Muhalefetle mukayese ettiğimizde çok orantısız bir durum bu. Buna rağmen 1994 seçimleriyle mukayese ettiğimizde T. Erdoğan´ın o günkü imkânları neyse bugünkü muhalefetin imkânları da o nispette denilebilir. Muhalefet özellikle bu süreci iyi okudu benim kanaatim. Kitlesel olaylardan ziyade birebir dokunarak insanları etkileme politikasını sürdürdü ve bunda da büyük oranda başarılı oldu. Mesela hiçbir kitlesel miting yapmadı, medya da orantılı bir şekilde yer vermedi. Mesela Cumhurbaşkanı ve AK Parti ve belediye başkanlarının TRT1 ve ortak yayınlarında tanıdığı imkânlar diğer muhalefet adaylarına tanınmadı. Bu açıdan bakıldığında her şeyin reklam olmadığını, panolarda, bilbordlarda görsellik ne kadar etkili olsa da ?her şey´ olmadığını bu seçimler gösterdi.

ÜMİT AKTAŞ: İstanbul özelinde İstanbul seçmeninin görüşlerini muhalefet blokuna doğru değiştirmesi ya da desteğini oraya vermesinde ki arada çok cüzi bir fark var. Hangi kesimler veya eğilimler etkili oldu? Sadece iktidarın zaafları, yanlışları veya ekonomik problemler, muhalefet adayının başarısını ortaya koyduğu enerji vs. değil de onun ötesinde seçmen de sanki bir aktör olarak davrandı ama buradaki irade neydi acaba?

DAVUT GÜLER: Bu seçimin sonuçlarını daha çok iki kesim belirleyeceği kanaati vardı. Kürt seçmenlerin oylarının yönü bir de muhafazakâr dindar küskün kesimin?  AK Parti bunları ikna etmiş olsaydı zaten büyük bir oranda fark küçük olduğundan dolayı seçimi alabilirdi.

ÜMİT AKTAŞ: Affedersin burada ?muhafazakâr´ dan ziyade ?İslamcı´ kesim desek, çünkü oyunu çok daha bilinçli olarak kullanan kesimler bu sonuca etkide bulundu, gerek pozitif veya negatif olarak ve gerekse sandığa gitmeyerek veya geçersiz oy vererek?

DAVUT GÜLER: İşte bu kesimlerin önemli bir etkisi var. Eğer iktidar bu noktada adımlar atabilseydi, mesela bu anlamda Binali Yıldırım bu adımı attı. Partinin diğer üyeleri ise şer ittifakı, zillet ittifakı gibi özellikle HDP ile olan ilişkiden dolayı, HDP´nin aday göstermemesinden dolayı? HDP´nin oyları nereye gidecekti büyük oranda HDP´nin liderliği de bunu belirlemişti. Türkiye genelinde seçime katılım oranıyla mukayese edildiğinde İstanbul´da sandığa gitme oranı düşük. Ama İmamoğlu önemli bir kesimin oyunu aldı. Bir önceki seçimde açılan yüzde 4-5´lik farkı muhalefet kapattı.

ÜMİT AKTAŞ: Burada şunu da eklemek gerekiyor, Kılıçdaroğlu bir şekilde çok da öne çıkmayan bir strateji ile aslında bu muhalefetteki dört tane partiyi yakınlaştırdı. Bu çok dikkat çekmeyen bir strateji ama önemli.

DAVUT GÜLER: Kılıçdaroğlu´nun buradaki yeteneği ve iktidarın da itici ve inkâr edici tavrı daha çok mütereddit kesimleri muhalefet tarafında oy kullanmaya itti.

ÜMİT AKTAŞ: Mehmet Şerefoğlu, siz de seçimi süreci dikkatle izlediniz, çok yakından takip ettiniz. Son iki seçimden beri arka arkaya gelen sürede iktidar partisinin, özellikle de Tayyip Erdoğan´ın, ?tamam hatalarımızı gördük, yapacaklarımızı biliyoruz bunları düzelteceğiz?, sözlerine rağmen bir türlü o düzletme adımları atılmadı. Nasıl adımlar atıldı, bir mental yorgunluk var denildi, büyükşehir adayları değiştirildi ama görüldü ki bu da kifayet etmedi hatta olumsuz etki yaptı. Çünkü büyükşehir başkanları alındı ama onlardan hiçbir hesap sorulmadı. Şimdi bunların hatası var ise niçin hesap sorulmadı, yoktuysa niçin yerlerinden alındı gibi sorular ortaya çıktı. Sizce sorun nedir: AK Partinin özellikle 2010´dan beri giderek yozlaşması mı, kendini ileriye götürememesi, halkın taleplerini karşılayamaması mı, atmak isteyip de atamadığı adımlar mı, ne?

MEHMET ŞEREFOĞLU: AK Parti ciddi bir kadro hareketi olarak başladı. 2002´ye dönüp baktığımızda 11. 12. 13. özgürlükler ve Avrupa ile uyum yasaları paketler halinde açılanıyordu. OHAL kaldırılmıştı, Avrupa Birliği ülkeleri ile çok ciddi ilişkiler vardı ve Liberaller, Kürtler, Solcular, Sosyal Demokratlar, Aleviler çok müthiş bir hayretle AK Partiyi izliyorlardı. 
Bu insanlar gerçekten bu değişimi yapanlar samimi mi, yoksa numara mı çekiyorlar diye çelişkilerden bir süre sonra kurtulup buna inanmaya ve önemli desteğe başladılar. Bu müthiş destek ile AK Parti bir sıçrama yaşadı. 
Fakat, -hatırlayalım- 2016´daki kongrede Bekir Bozdağ divan başkanıydı. Bir giriş konuşması yaptı; ifade aynen şu ?Bu parti Tayyip Erdoğan´ın partisidir ve Tayyip Erdoğan´ın partisi kalmaya devam edecektir.? Ben bekledim ki -Bekir Bey Adalet Bakanıydı- buna dair bir açıklama yapılsın ya da Bekir Bey uyarılsın. Biz bununla 20 yıldır uğraşıyoruz bir kadro hareketiyiz densin. Bekir Bey başbakan yardımcılığı görevine getirildi. Buna bir tek kişi bile eleştiri yapamadı ve bu bir kişinin kişisel partisine dönüştürüldü. Bu ciddi bir problem idi. 
Ondan sonra Liberaller, Solcular, Kürtler, Sosyal Demokratların önemli bir kesimi küstü. 
Mesela Kürtlerle ilgili bir şey söyleyelim: Ahmet Türk´ün başında olduğu o günkü partiye karşı Tayyip Beyin tavrı şuydu, terörle arasına mesafe koymayanı muhatap almayacağız. Hatta biz çevremizde ifade ediyorduk, elinde silah olmayanı muhatap alın, sivil siyasetin önünü açın diye? 
Biz böyle yaklaşımlarda bulunurken, öğrendik ki, Tayyip Bey bizim düşündüğümüzün iki gömlek ötesinde -gençlerin ifadesi ile iki level ilerisinde- Oslo´da ve İmralı da direkt örgütün kendisi ile görüşüyor. 
Bunu yapan bir insan bugün gelinen noktada ?Kürdistan bu ülkede yok, Irak´a gidin!´ ya da Irak Kürdistan´ındaki referandum döneminde söylediği, ?sizi aç ve susuz bırakacağız!´ ifadeleri? 
Sonra Davut ağabeyin dediği gibi bu süreçte Kürt ve bir kısım sol ve liberal oylarına ciddi ihtiyaç olduğu hissedildi, manevra yapıldı. Ama siz böyle büyük paradigmal değişimlerden sonra bu hamleyi yaparsanız çok ciddi Kürt ve Liberal kitleyi ikna etmiş olmazsınız. 
Binali Bey; ?Biz HDP´nin de oylarına talibiz´ demişti ama ana gidişat onu göstermiyordu. Başka sorunlar vardı. Burada, karşıda suç yok mu denebilir. 
Ancak asayiş sorununa güvenlik politikaları ile cevap verilirken, kimlik ve dil meselesi noktasında daha özgürlükçü hamleler ile adımlar atılabilecek iken geriye dönüş izlenimi veriliyor. 
AK Partinin kadın politikası çok problemliydi. Kadınlara pozitif ayrımcılığı hem izah edemedi hem de bu politikada çok ciddi sorunlar vardı. 
Milli eğitim politikaları müthiş problemliydi çocukların kafası karıştırıldı. Tekrar laik Kemalist Atatürkçülüğe bir dönüş işaretleri vardı.  
Belediye başkanları, Diyanet İşleri Başkanı görevden alındı (M. Görmez). Neden alındığına dair hiçbir mantıklı izah, kamuoyunu tatmin edici bir bilgi yok. Bu insanlar yolsuzluk mu yaptılar, FETÖ´cülük mü yaptılar, yaptılarsa neden bunların hukuksal- yargısal bir karşılığı yok.  Bir şekilde üstü örtülmeye çalışıldı. Bu da tepki topladı. 
Ayrıca aile bireylerinin ciddi şekilde siyasetin içerisinde etkin rol alması, hazine ve maliyenin birleştirilerek bakanlığın başına damadın (Berat Albayrak) getirilmesi ve damadın tasarrufları da son derece itici görülmeye başlandı kamuoyunda. 
Partinin kuruluşunda ve devamında emeği olanların bir kısmı dışlandı ve aleyhlerindeki propagandaya rağmen kamuoyunda rahatsızlık var. Onları kazanmak için hamleler yapılmıyor. 
FETÖ davasında isabetsiz hamlelerin iyice arttığına dair algının önüne geçilemiyor. 
Danışmanlar ordusundaki o müthiş şaşaa ve mağrur bakış açısı artık insanların tahammül edemeyeceği boyuta geldi. Ben de dönem dönem bazı milletvekilleriyle konuştuğumda artık insanların meramını dinlemediklerini, dinlemeden cevaplar vermeye çalıştıklarını ve artık vatandaş ile aralarında bir kopukluk olduğunu hissetmeye başlamıştım? 
Zaten iktidar yıpratıcıdır, mutlak iktidar ise mutlak yozlaştırır. Biraz da bu sosyolojinin etkisi var, ama gerçekten süreç de çok kötü yönetildi. 
2002´de bütün muhalif çevrelerin hayranlıkla, gıpta ile izlediği o açılımlar ve bugün müthiş daraltıcı izlenimini veren hâl. Ülkede hâlâ Vikipedia kapalı. Twitter ve Facebook bir ara kapatıldı. Çevremdeki AK Partili yetkililere o günlerde diyordum ki, elinize bir fırsat geçmiş (mahkeme sosyal medya ile ilgili karar almıştı) bu fırsat ile açın bunları özgürlük taraflısı kozu elinize geçsin. Ancak kulak arkası edildi. Dışa açılımcı tavırdan içe kapanık tek adamlık çizgisi görüntüsüne gelindi. Buna engel olmak için bir hamle yapılmıyor. 

ÜMİT AKTAŞ: Kadir Hocam, siz de hoş geldiniz. Tabii siz meselelerin sosyolojik taraflarını daha iyi görüyorsunuz. AK Partiyi iktidara getiren sosyolojik hareket ve o hareketin şimdi tanığı olduğumuz dönüşümü; bu dönüşümün altında ne yatıyor, biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?

KADİR CANATAN: Aslında ben de tam da bu noktada konuşmayı başlatmak istiyordum. Yani bu son siyasi seçimler de dahil olmak üzere benim seçim süreçlerinde merak ettiğim konu; Türkiye´deki tercihler nasıl bir sosyolojik temele dayanıyor. Eğer biz bunu anlayabilirsek kimi partilerin niye kazandığının, başarılı veya başarısız olduğunu anlayabiliriz diye düşünüyorum. Şimdi CHP nereden oy alıyor diye baktığımız da Ege, Akdeniz ve biraz da Trakya´dan geleneksel siyasi yapı tercihler buraya oturuyor. Fakat ilk kez CHP bu son yerel seçimlerde bir atak yaptı. 9 tane ili -büyük şehirler başta olmak üzere- AKP´den ve 2 tane ili de MHP´ den devraldı. Şimdi bu illere baktığımız zaman CHP´nin kendi siyasal yapısını aştığını görüyoruz. İlk kez bu seçimlerde Bilecik, Ardahan, Bolu, Kırşehir, Ankara, Artvin, Sinop, Budur gibi İç Anadolu bölgesinde başka bölgelerde de oy almaya başladı. Yani deyim yerindeyse marjinal kıyıların partisi olmaktan merkeze Anadolu´ya doğru yürüyen bir hareket başlattı. Bence bu son derece önemli, anlamamız lazım.

Ben daha önceki seçimlerde şöyle bir tartışma hatırlıyorum neden bu kıyılar CHP´ye oy veriyor? Acaba bu yaşam tarzları ile ilgili mi diye konuşmalar oluyordu. Biz o dönemde güney Marmara´da sosyal yapı araştırması yapmıştık. Balıkesir ve Çanakkale. Çanakkale biraz daha CHP´li, Balıkesir biraz daha MHP´li muhafazakâr kimliğin baskın olduğu bir yer. Özellikle böyle kıyılarda CHP oy alıyordu biz bunun ne ile ilişkili olduğunu tespit etmeye çalıştık. İki tane etkenin burada rol oynadığını gördük. Dini kimlikler açısından baktığımızda CHP seçmenlerinde dini pratiklerin son derece zayıf olduğunu gördük. Mesela AK Partililer, ?dini ibadetlerimi mümkün olduğunca yerine getirmeye çalışıyorum´ derken, CHP seçmeni ?maalesef dini pratiklerimizi yerine getiremiyoruz´ diyorlardı. Yani dini duyarlılıkta, hassasiyette bir farklılık olduğunu tespit ettik. İkincisi de kıyılarda çok fazla içki tüketimi olduğu konuşulur. Bu kıyıların tüketim alışkanlıklarına baktık. Hakikaten orada Anadolu´da tüketilmeyen birtakım maddelerin tüketilmiş, tüketiliyor olduğunu gördük. Bunların başında içki, alkol tüketimi ağır basıyor. Yani yaşam tarzları ile bu kıyılarda hakikaten seküler, laik bir kimlik var, dinden uzak, kendini çağdaş modern hisseden. Hatta eğitimleri itibariyle de yüksek eğitimli, kendini seçkin gören bir kesim var. Bunlar CHP´li bir kimliğe sahip, bunlar CHP´nin ilgili belediyelerde hizmet başarılarına performanslarına hiç önem vermiyorlar. Hiç hizmet verilmiyorsa da çantada keklik gibi gidip CHP´ye oy veriyorlar. Fakat şimdiki durumda İç Anadolu kentlerine doğru yayılmaya başladığını görünce CHP´nin artık kimlik değiştirdiğini söyleyebiliriz. Yani bu şehirlerde bir kesim artık CHP´yi kendine yakın siyasi bir kimlik olarak görmeye başladı. Şimdi 9 tane ilin AK Partiden, 2 tanesi MHP´den alındığını gördüğümüze göre şunu diyebiliriz: Artık AK Parti seçmeni kendi partisini diğer partilere tercih ederek çok ciddi bir uyarıda bulunmuştur.

ÜMİT AKTAŞ: Hocam daha çok seçmen mi değişiyor yoksa CHP´nin sosyal demokrat bir çizgiye doğru evrildiği söylenebilir mi?

KADİR CANATAN: CHP de değişiyor. CHP şunu gördü bu uzun AK Partili yıllarda. Biz eğer dindar- muhafazakâr kesime yönelmezsek onlara uygun bir imaj sergilemezsek bir kere hep marjinal bir parti olarak kalacağız. Kıyıların partisi olarak kalacağız diye düşündüler. Birtakım makyaj çalışmaları yaptılar. Mesela seçilen adaylara bakıldığında Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş gibi isimler MHP ve AK Partiye yakın olan kişiler. Eskiden Şişli Belediye Başkanı o da farklı bir kimlik çiziyordu, geleneksel klasik CHP kimliğine uymayan bir tip. Dolayısıyla ben bunu şöyle yorumluyorum; CHP Anadolulaşıyor. Anadolu insanı da artık CHP´yi kabul edebilecek bir kıvama doğru gidiyor. Peki, bu nereden kaynaklanıyor? İşte burada ben AK Partinin uzun yıllar boyunca yüzünün eskidiğini düşünüyorum. Bu yüz eskimesi sadece makyajla ilgili bir konu değil. Halk arasında şöyle bir ifade kullanılıyor; bunlar yiyorlar ama hizmet de ediyorlar. Bir yolsuzluk olduğu AK Parti seçmeni tarafından biliniyor, onaylanıyor. Ama yolsuzluk yapan bir parti konumuna geldi. Bir başka husus, AK Parti birinci, ikinci döneminde açılımları olan, AB´ne entegre olmak isteyen, özgürlükçü, demokratik bir parti görünümü sergiliyordu. Muhafazakâr-demokrat diye kendisini tanımlıyordu. Fakat bu açılımların krize girmesi sebebiyle hem içerde hem dışarda bir terör mücadelesi başladı. Güvenlik merkezli politikalar AK Partiyi kendi ilkelerinden, prensiplerinden uzaklaştırdı. Hep düşman imajıyla meşgul ve ona karşı mücadele eden bir parti durumuna geldi.

Halk arasında şöyle bir şey de yaygınlaştı. Evet bu AK Parti iktidarı terörle mücadele diyor fakat bunu usulüne uygun yapmıyor. Özellikle FETÖ olayında FETÖ´ ye iltisak etmemiş veya bir dönem beraber olmuş sonra terk etmiş olan pek çok insan mağdur durumda bırakıldı. Bunlar belki yüzbinler, milyonlarca insan, aileler. Dolayısıyla bunlar AK Partiyi çok sevimsiz kılmaya başladı. İlk önce muhalefet, AK Partiye yurt dışından gelmeye başladı. Tüm bu güvenlikçi politikalardan dolayı AB süreci bir nevi askıya alındı. Avrupa´dan, Amerika´dan gelen eleştiriler oldu. Ben bu eleştirilerin her zaman haklı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Amerika olsun Avrupa olsun aşırı sağa doğru siyasi bir kayma var. Onlar AK Partiyi Türkiye´de İslamcılığın temsilcisi olarak görüyorlar. Biz AK Partinin İslamcı bir kimliğe sahip olup olmadığını tartışabiliriz ama Avrupa´da böyle algılandığını görüyoruz. Yaptığımız hatalar da oldu. Cumhurbaşkanı bu seçimlerde ana aktör olarak görülmekle kalmadı bütün propagandalarda da Batı´ya meydan okudu. Meydan okuyucu bir dil, bir üslup kullandı. Deyim yerindeyse iç politika dilini dış politika diline yansıttı. Bence bu büyük bir hataydı. İşte o ?Ey?´ diye başlayan nutuklar Batı´ya karşı bir meydan okuma oldu. Batı zaten bu Arap Baharında da bunu gördü. Nerede kitlelere destek vermişlerse orada bu İslamcı kitleler İhvanı iktidara taşıyor. O zaman kendi elleriyle Orta Doğuyu İslamcılara kaptırdıklarını düşündüler. Bunu gördükleri anda zaten süreci tersine çevirdiler. Burada bu süreci destekleyen darbeye karşı çıkan Türkiye´yi karşılarına aldılar. Son zamanlarda bir ekonomik kriz oldu. Bu krizi iyi yönetemediler. Bir paradoks yaşadılar. Bir tarafta Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilirken, ?biz bu sistemle krizleri daha iyi savacağız´ demişlerdi. Oysa ilk çıkan krizde çuvalladılar. Dolayısıyla gücü bir ele yığmanın krizleri önlemediği görülmüş oldu. Bu da bence AK Partiyi zayıflatan bir unsur. Bu seçimin hemen öncesinde doğuya gitmiştim. Van´da sosyolog arkadaşlarla yaptığım görüşmelerde, akademisyenlerle konuştuğumda birkaç şey söylediler. Dediler ki, iktidar artık Doğu´yu, Güney Doğu´yu, yereli okuyamıyor. Çok yanlış isimleri aday koyuyor, burada bu adaylar sevilmiyor dolayısıyla bunlar AK Partiyi geriletecek denildi. Bir başka şey bu kayyumlar çok ciddi yatırımlar yapmışlar, bunun Van da gördük. Birçok şehirde başarılı hizmetler oldu. Orada da çok katı etnik milliyetçiliği esas alan ideolojik kimlik var. Ne kadar hizmet götürürsen de etkili olmuyor.

MEHMET ŞEREFOĞLU Bu zaten normal değil mi? Kimliği saldırı altında olduğunu düşünen topluluk kendisine belediye hizmetleri olarak birtakım hizmetler sunulmuş. Bunu dikkate alıp da kimliğinin ikinci plana atılmasını görmezden gelemezdi. O psikolojik açıdan düşünüldüğünde biraz daha haklı bir durum.

ÜMİT AKTAŞ: Refah Partisi belediyeciliği Türkiye belediyeciliğinde bir tür devrim yaptı. Sosyal ve kültürel belediyecilik diye bir kavram geliştirildi. Fakat şu anda AK Parti belediyeciliği öyle bir hale geldi ki, sadece yatırıma dayalı belediyecilik zihniyeti etkili. Halbuki İslam Özkan´ın da değindiği gibi sonuçta bir halkın, toplumun, sosyolojinin kimliği, kültürü, aidiyeti belediyeci bakışın değerlendirmesi gereken meselelerdir. Bunları değerlendirmeden ?ben size yol yaptım, bina yaptım, niye bana oy vermiyorsunuz?? demek, çok haklı bir tepki değil yani.

KADİR CANATAN: Güney Doğu ile ilgili şöyle tartışmalar oldu 70´li yıllarda hatırlıyorum, Ecevitlerden bu yana. Kürt sorunu ve etnik bir sorun yok, Güney Doğu sorunu var, az gelişmişlik sorunu var, feodalite sorunu var deniliyordu. Şimdi onların çok önemli bir bölümü aşılmış durumda. Buna rağmen orada siyasi tercihlerde bir dönüşüm göremiyoruz. HDP/PKK nasıl hâlâ etkin olabiliyor? Kanaatim, zaman içinde geçmişte ekonomik sorunlar ağırlıktaydı, PKK´nın yükselmesi, dünyada çok kültürlülüğün yükselmesi ile beraber kimlik sorunları öne geçmeye başladı. Bunu biz uzun zaman göz ardı ettik. Mesela o açılım yıllarında AK Partiye hızlı bir yönelme vardı. Gerilimler vs. önemli oranda kalkmıştı. Ama bunun sürdürülememiş olması o süreci sekteye uğrattı. AK Partiyi uyarmak isteyen seçmenlerin önemli bir bölümü MHP´ye geçtiler. Ben burada eksen kayması olduğunu düşünüyorum. Yani muhafazakâr demokrat kimlikten muhafazakâr milliyetçi kimliğe bir kayma var. Bu da ne ile ilişkili dersek Türkiye´nin beka sorunu denen, güvenlik merkezli terörle politikalardan kaynaklanan yaklaşımlardan, bütün çevremiz düşmanlarla dolu, hatta iç düşmanlarımız var dolayısıyla buna karşı yek vücut olmamız gerekir gibi bir duyguya sevk etti.

Bu Suriye göçü de bir tehdit gibi algılandı. En muhafazakâr arkadaşlar bile şunu diyorlardı son zamanlarda; ?hocam biz de ümmetçiyiz, İslamcıyız, Araplar kardeşlerimiz, tamam gelsinler ama bizim etimiz ne budumuz ne şu kadar milyon para harcıyormuşuz bunlara´, diye şikâyet etmeye başlamışlardı. İşte tüm bu tehdit algısı Türkiye´yi hızla milliyetçi bir atmosfere sürükledi. Ben bu seçimlerin en büyük kazananının milliyetçilik olduğunu düşünüyorum. Etnik bir milliyetçilik var HDP tümüyle böyle bir milliyetçiliği temsil ediyor. Kemalist milliyetçilik ve ulusal yaklaşımı ise CHP temsil ediyor. Bir de muhafazakâr milliyetçilik dediğimiz MHP´nin temsil ettiği bir çizgi var. Dikkatle bakıldığında HDP´nin konumunu koruduğunu görürüz. CHP büyük bir atılım yaptı, MHP de ittifakın bir parçası olarak en kazançlı kesim oldu. Bunların hepsi ulusalcılıktan birleşen kesim. Dolayısıyla muhafazakârlık ve İslamcılık milliyetçilik karşısında ciddi bir gerileme yaşıyor. Önümüzdeki dönemde milliyetçilikle hem ideolojik olarak hem de politik olarak nasıl mücadele edeceğiz, önümüzde duran önemli sorunlardan biri budur.

ÜMİT AKTAŞ: Peki hocam şimdi ikinci bölüme geçelim. Türkiye son 30 yılda bir evrilme ve dönüşüm içerisine girdi. Bu evrilme ve dönüşüm hem siyasi hem de sosyolojik olarak ciddi bir değişim yarattı. Şehirli bir topluma doğru değiştiyse de şehirlileşemedi. Büyük şehirler aşırı şekilde büyüdüler. Bu şehirlerde çok ciddi yapılaşma özellikle gökdelenler, AVM´ler, stadyumlar, eğlence merkezleri gibi bir şekilde kültürel hayatı da etkileyen yapılaşma ortaya çıktı. Aynı zamanda bu büyüme insanlar arsındaki bağları da parçaladı. Daha önce cemaatsel yapılarla ve hemşerilik bağları ile birbirine tutunan insanlar giderek parçalandı. Bu parçalanma hali aynı zamanda kapitalizmin ve modernizmin de istediği bir parçalanmaya tekabül ediyordu. Bu dönüşümlerin arkasında kapitalistleşme kültürü olduğu halde İslamcılar ve muhafazakârlar iktidara sahip çıkmak kaygısıyla bu meselenin üzerinde çok durmadılar. Meseleyi daha çok muhalefetle mücadele biçiminde sürdürmeyi düşündüler; bu düzeyde ele aldılar. Bu nedenle de İslamcılığın çok temel düşüncesi olan eleştirel bakış zayıfladı. Hatta eleştirel bakış yerini savunmacı bakışa bıraktı ve İslamcılık düşünce üretememeye başladı. Bunu bir şekilde aslında iktidar da istiyordu. İktidara bir eklemlenme oldu. Cemaatler de iktidara eklemlendi. Cemaatler de kendi iştigal alanını büyük ölçüde iktidara devretti veya iktidarın devraldığı bu alanların devralınmasını ciddi bir şekilde destekledi. Bu ise cemaatlerin klasik uğraş biçimlerinin değiştirilerek bir tür holdingleştirilmiş cemaatlerle karşılaşmamıza neden oldu.

Meselenin o kapitalistleşme veçhesi bir yana, bir de Daron Acemoğlu´nun ?Ulusların Düşüşü´ kitabında genel bir dünya profili incelenmekte. Son 500 yılda dünya ülkeleri nasıl değişti, nasıl yükseldiler, nasıl düştüler, bunlar üzerinde iyi bir analiz yapıyor. Gerçi Amerika´da yaşayan bir profesör olduğu için Amerikan kültürünün izlerini taşıyor. Kitaptaki en önemli tespitlerden bir tanesi yükselen ülkelerin çoğunlukla kapsayıcı ve katılımcı politikalara yönelen düşünlerin ise bundan uzaklaşarak daha otoriter, daha diktacı, daha sömürücü yönetimlere yönelen ülkeler olduğunu söylemesi. Objektif bir şekilde değerlendirdiğimizde de bunda bir gerçeklik payı olduğunu görüyoruz. İslam ülkelerinin çoğu kötü durumda ve çoğu diktatörlükle yönetiliyor. Demokrasiyle yönetilen çok az ülke ise giderek otoriterleşiyor. Türkiye de buna dahil. Aslında Kur´an´da istişare ve şura talimatı var.  Bunlar çok önemli prensipler. Ama maalesef biz İslam tarihi içerisinde bu ilkeleri hayata geçirebilmiş değiliz. Bunları hayata geçiremediğimiz halde bugün iyi kötü demokrasi savunmasına da girsek ?demokrasi küfürdür´ tepkisiyle karşılaşıyoruz. Bir yandan demokrasi küfürdür diyoruz, öte yandan ise istişare ve şurayı hayata geçiremiyoruz ve sonuçta meydan otoriter, diktatoryan yapılara kalıyor. Bu yapılar içerisinde de katılımcı ve kapsayıcı bir model ortaya çıkaramıyoruz. Dolayısıyla kitlelerin büyük bir kısmının dışarıda bırakıldığı siyasal ve sosyal hayattan da çok üretken sonuçlar alamıyoruz. Bilimsel, düşünsel, sosyal, endüstriyel ve tarımsal olarak hayatın hangi alanını ele alırsak alalım; işte üniversitelerimiz ortada, bunların hiçbirisinden üretken yapılar ortaya çıkmıyor. Bu konularla ilgili düşüncelerinizi almak istiyorum, geleceğe dönük olarak. Daron Acemoğlu´nun söylediği şeyler de çok mucizevi şeyler değil. Toplumlar buraya yöneliyorlar, bir eğilim, kararlı bir kadro çıkıyor ve toplumsal gidişatı o yönde etkiliyor, toplumu ikna ediyor. Mesela Afrika´da Botswana diye bilinen bir ülke var. Bu ülke çok yoksul olmasına rağmen aklı başında yöneticilerinin gayretleri ile yönünü otoriterlikten katılımcılığa çeviriyor ve çok önemli toplumsal dönüşüm yaşıyor. Tersi de oluyor; Arjantin, Şili, Pakistan? gibi. Bizim de bunu başarmamız için ne yapmamız gerekiyor?

İSLAM ÖZKAN: Özellikle meseleyi İslamcılar açısından değerlendirmeden önce Acemoğlu´nun söylediği hukukun üstünlüğü ve demokratik kuralların işlerlik kazanması bir ülkenin kalkınması ve belli bir noktaya gelmesi açısından önemli. Türkiye´de hukukun ciddi anlamda zedelendiği, yargının bağımsızlığının sarsıldığı vasatta kimsenin ülkeye yatırım yapacağını zannetmiyorum. Sadece iktidara yakın kesimler ?aslında dediğiniz kadar abartılacak bir husus yok, hukukun üstünlüğü, yasama yürütme ve yargı arasındaki güç ayrılığı devam ediyor ama birtakım ufak sorunlar var? bakış açısı ile olaya yaklaşıyorlar.

Yalnız bu Arap dünyasında da merak ediliyor AK Parti, yaşadığı son başarısızlıktan bir nefs muhasebesi çıkaracak mı, kendini yenileyecek mi yenilemeyecek mi? Özellikle, Erdoğan´ın seçimlerden sonra parti içerisindeki birtakım unsurların açıklamalarına baktığımız zaman bu konuda maalesef büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağımızı söyleyebilirim. Çünkü olayı bir hukuk meselesi demokrasiyi işleyen bir siyasal düzen olarak algılama ve görmeden öte başarısızlıkları birtakım mevzi şeylere bağlama ve bu başarısızlıklarla ilgili bazı pragmatik çözümler geliştirme? Buradan kastettiğim şu; ilkeler uzak, ilke temelinde ahlakilik temelinde yapılan yanlışların gerçekten yanlış olduğunu, bundan pişmanlık duyma ve bunu düzeltme yönünde adımlar şeklinde değil. ?Aslında teşkilatlarımızı daha iyi çalıştırsaydık, bu seçimde bu kadar başarısız olmazdık?´ Hâlâ meselenin özüne ilişkin bir yaklaşımı görmek mümkün değil. Dolayısıyla AKP´ye ilişkin değişim umudunu ben şahsi olarak taşımıyorum.

ÜMİT AKTAŞ: Seçimlerin üzerinden neredeyse 20 gün geçti. Bu 20 günlük süreçte çok ciddi analizler, yorumlar, eleştiriler neden yapılmadı mesela.

İslam Özkan: Eğer söz konusu şahıs iktidarla bir rant ilişkisi içerisindeyse, bu bir çıkar meselesi olduğu için bireyin rasyonel bir şekilde yaklaşması mümkün olamaz. Kendi iç dünyasında böyle bir hesaplaşma yaşasa bile dışarı yansıtamaz. Umudu kesen İslamcı kesimler ise farklı yerlere yönelme eğiliminde oluyorlar. Yeni kurulacak siyasi bir parti, yeni bir akım yeni bir heyecan ya da demokrasiye tepki şeklinde insanlar farklı yerlere kanalize oluyorlar. Umudunu kaybedenlerin AK Partiye yeni bir kan verme, heyecan katma endişesi yok. Aslında AK Parti de buna müsait değil. Kirlenmiş ve yorulmuş bir parti. Dünyanın her yerinde ana akım siyasal partiler çok uzun süre iktidarda kaldıklarında geniş kitlelerin hücumuna uğrarlar. AK Partinin bir açıdan sırf rant elde etmeye çalışanların yarattığı bir dejenerasyonla karşı karşıya kaldığını düşünüyorum. Bu ilk kurulduğunda kısmen böyleydi ama zamanla bu oran arttı.

ÜMİT AKTAŞ: Özellikle üst kesimler, ?kifayetsiz muhteris´ dediğimiz kesim tarafından ele geçirilmiş gibi. Onlar orada bir blok oluşturmuş.

İslam Özkan: Burada dikkat çekici olan şu; İslamcılığın, dini kökenli insanların giderek daha az sayıda AK Parti içerisinde yer alması. Pelikancılar içerisine baktığınızda çok az sayıda İslamcı Millî Görüş kökeninden gelenler olduğunu görüyorsunuz. Cihan Aktaş´ın İslamcılığın geri çekilmesi olarak nitelendirdiği hadisesinin hem küresel çapta hem de Türkiye boyutuyla bir geri çekilme söz konusu. Özellikle 2015´ten sonra Ahmet Davutoğlu´nun ayrılması Haziran seçimleri ve çözüm sürecinin savaşla sonuçlanmasından sonra AK Parti hızla sağcılığa savruldu. Hendek savaşları dediğimiz süreçte kesinlikle AK Parti içerisindeki birçok kesim tarafından tasvip edilmeyecek sloganlar askeri unsurlar tarafından duvarlara yazıldı. Daha sonraki süreçte bunun kanıksandığı, görülüyor. Hatta içselleştirildi. Dolayısıyla artık MHP´den çok da farklı olmayan hatta MHP´nin boyunduruğu altına girmiş, MHP tarafından teslim alınmış bir AK Parti gerçeği ile karşı karşıyayız.

ÜMİT AKTAŞ: O aşamadan sonra sanki MHP strateji üretmeye başladı.

İSLAM ÖZKAN: Kesinlikle öyle fakat bu noktaya gelinmesinin sebebi AK Partinin bir kadro hareketi olmasına rağmen ideolojik ya da ilkeleri olan bir siyasi parti olmamasından kaynaklanıyor. Yani var olan pozisyonu korumak temel hedef haline geldiğinde sizin kime karşı hangi ideolojiye karşı hangi ilkesizliklere karşı nelerle mücadele ettiğinizin bir anlamı kalmıyor. Yeri geldiğinde ordu içerisindeki ulusalcı yapılara karşı AB´den Amerika´dan ülke içerisindeki liberallerden hatta Gülen Cemaatinden gerektiğinde yardım alabiliyorsunuz. Çıkarlar değişip de FETÖ´ nün saldırısına uğradığınızda tam tersine geçmiş dönemde çarpışma içerisinde olduğunuz ulusalcıları Avrasya blokunu en büyük müttefikiniz olarak tanımlıyorsunuz. Şimdi burada bir ilke bir duruş olmayınca, asıl hedef pozisyonu korumak olunca ideolojik dalgalanmalar yaşanıyor. Dünün düşmanları bugün dost oluyor. Bu çok sağlıklı bir durum değil.

Her siyasi partinin, toplumsal hareketlerin mutlaka bir düşünsel ekseni, ideolojisi, perspektifi vardır, olmalıdır. Acaba AK Partinin içinde taşıdığı hastalıklar İslamcılığın taşıdığı hastalıklarla benzerlik taşıyor mu? AK Parti iktidara geldiğinde İslamcılık aslında çok ciddi sancılar yaşıyordu ve ciddi bir tükeniş sürecine girmişti. AK Parti son bir tutunma dalı olarak görüldü ve ona eklemlendi İslamcılık. Entelektüel bazda sürekli kendini tüketen, entelektüel bir şeyler ortaya koymakla beraber gitgeller yaşayan Türkiye´de, 90´lı yıllarda İslamcılık liberal bir savrulma içine girdi. Konjonktürel şartlar gereği bir baskı ile karşı karıya kalan İslamcı camianın buna karşı demokratik ve liberal söylemi ön plandaydı. İslamcılık içerisinde ?savaş hiledir´ mantığından hareketle savaş ve hile fıkhını hayatın her alanına yayma ve politik bir strateji olarak hayatın toplumsal, sosyolojik, ekonomik, siyasi muhalefetle ilişki her konuya yayılan strateji haline dönüştürüldü. Hâlbuki burada temel hedef, asıl amaç fikri duruşu korumak olmalıydı. İkincisi esneklik sağladığı zannedilen hile-i şeriyye stratejisi bu savaş fıkhıyla birlikte ideolojiye yedirildi. Bu İslamcılıkta da vardı ve AK Parti içerisinde de benimsendiğini görüyoruz. Birtakım maluliyet diyebileceğimiz hususların karşılıklı olarak İslamcıların ve AK Partinin birbirini etkilediğini görüyoruz. Diğer bir hastalık ise ya iktidar merkezli, devlet merkezli devleti aşırı kutsayan, iktidarın hakikat oluşu, iktidarın kutsal oluşu hastalığı.

ÜMİT AKTAŞ: Bir de şöyle bir şey var hak dediğimiz hukuk dediğimiz kavramlar da çok sabit değil, bunların da yeniden sürekli üretilmesi gereken şeyler. Çünkü sosyoloji değiştikçe bunların da anlamı içeriği değişiyor, gelişiyor, ama biz ezberlediğimiz klişeleşmiş hakları ebediyen diyelim ki başörtüsü yasakları kalkmış biz hâlâ hakkı hukuku başörtüsü üzerinden okumaya çalışıyoruz. O bitmiş, şu an da başka haksızlıklar hukuksuzluklar var.

İSLAM ÖZKAN: Biraz önce söylediğimin devamı olarak siyasal İslamcılığın artık belki tanımı itibariyle devlet merkezli yaklaşımdan vazgeçmesi zor görünüyor. Çünkü siyasal olunca iktidara doğrudan talip olmuş oluyorsunuz. Bence muhalefet de bir iktidar biçimi olarak algılandığı takdirde yani kendisini yeterince olgunlaşmadan, yeterince fikirlerini damıtmadan, yeterli bir entelektüel seviyeye ulaşmadan İslamcıların iktidara talip olması meselesinin ciddi anlamda gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Mısırda Müslüman Kardeşlerle ilgili bir anekdot anlatılıyor; Hasan Turabi ile Sudan´da röportaj yapmaya gidiyorlar ve ona Mısır İhvanını soruyorlar ve Hasan Turabi´nin vefat etmeden önce söylediği şey şu; ?Ben onlara iktidara doğrudan talip olmamaları gerektiğini eğer illaki bir iktidara talip olacaklarsa bir koalisyon içerisinde onu da Selefilerle değil, laik seküler, milliyetçi ve Nasırcılarla yapması gerektiğini söylemiştim fakat onlar çok acele ettiler ve benim söylediklerimi dinlemediler, iktidarı ele geçirme noktasındaki acelecilik onları bitirdi.? Bu ?acelecilik´ kelimesinin altını çizmek istiyorum. Bu, aslında marksizmde de sosyalizmde de var, bu aşırı politize olmuş bütün hareketlerde var. Aciliyet meselesi çok da sabırla işlenmesi gereken konuları sürekli ertelemeye neden oluyor bu da söz konusu unsurların bir türlü hayata geçirilmemesine yol açıyor. Cihan Aktaş İslamcı kesim arasında roman yazılmama meselesini bu bağlamda ele alıyor. Hikâye öykü çok kısa sürede üretilebilecek entelektüel malzeme çok, nispeten uzun vadeli sabır ve azim gerektiren şeyler İslamcılıkta yok. 

KADİR CANATAN: İslamcılıkla ilgili Mümtazer Türköne ?İslamcılık Bitti´ şeklinde bir tartışma başlığı atmıştı. Aslında Batı dünyasında öteden beri şu tartışılıyor; sekülerleşme ile beraber din bitmiyor. Din farklı kılıklara giriyor. Biz dindarlığı hep ibadetler ve ritüellerle ölçtüğümüz için ibadet ve ritüellerde bir gerileme varsa din bitiyor gibi bir sonuca ulaşıyoruz. Oysa bu arada dindarlık biçimleri değişmiş. Biz onları atlıyoruz, göz ardı ediyoruz. 90´lı yılları hatırlıyorum, çok güzel dergiler çıkıyordu. İslamcılar muhalefette iken çok ciddi fikri ürünler çıkıyordu. Biz o yıllarda çoğulculuğu, adaleti, katılımcı demokrasiyi, Medine Sözleşmesini tartışıyorduk. Dolayısıyla bütün bu konular biz muhalefette iken ürettiğimizi gösteriyor. İktidarla birlikte gelen değişimi ben o yıllarda adlandırmayı gerekli görmüştüm ama sonradan talihsiz bir kavram olarak gördüğüm ?Yeni İslamcılık´ kavramını kullanmıştım. Yani muhalefetten ürettiğimiz fikirleri iktidara taşıdık ama yepyeni bir İslamcılık ortaya çıkacak, artık teorik bir İslamcılık değil de kendisini pratikle test eden emprik bir İslamcılık diye düşlemiştim. Fakat bunun tam yozlaşmış olduğu bir şekle kavuştu. Ben buna o zamanlar ?jurnalist İslamcılık´ dedim. Yani gazetecilerin eliyle yürütülen bir İslamcılık var. Bunlar da iktidara toz kondurmamak, iktidarı korumak, pragmatik bazı meseleleri gündeme taşımakla meşgul oldular. Önceki yıllardaki fikri derinliği iktidara taşıma görevini görmediler.

ÜMİT AKTAŞ: Bu gazetecilik dili üslubu ne kadar kötüleşti, değişti. Bir zamanlar nezihti. Şu anda ne kadar çirkinleşti.

KADİR CANATAN: Medya iktidarın bir parçası olunca iktidar gibi agresif bir dil kullanmaya başlıyor. Teorik kültürel meseleleri unutuyor, daha çok ekonomik siyasal meseleleri gündeme taşıyor ve çokça günübirlik siyaseti takip ediyorlar. Her gün gündem değiştiği için her gün o gündeme göre değişen bir dil var.

 ÜMİT AKTAŞ: Hani ilk aşamada sosyolojinin değişimi meselesine değindiğiniz çok dinamik çok genç bir sosyoloji var. Peki bu sosyoloji nereye evrilir ve AK Parti bu sosyoloji ile irtibatını kaybetti sanki?

KADİR CANATAN: Bence toplumu artık iyi okuyamıyor. Toplumda belki istemediği olaylar meydana geliyor bu olaylarda izlenen politikaların da izleri olduğu dile getiriliyor. Böyle yapmak istiyorduk ama şöyle sonuç verdi gibi söylemler var. Mesela kadına yönelik şiddeti önlemek için Avrupa´dan bir yasa getirildi, uygulandı. Erkekleri evden kış kış etme biçimi Türk erkeklerinin onurunu zedeledi ve agresif hale getirildi erkekler ve kadın cinayetleri artırıldı. Batıda etkili olan yasaların bizde de etkili olacağını zannediyoruz. Oysa bizim sosyolojimiz farklı. Bu Montesquieu´nin dediği kanunların ruhu her ülkede farklı şekilleniyor. Bir başka ülkenin kanununu iktibas etmekle siz sosyal yapıyı iyileştirmiyorsunuz onu tahrip ediyorsunuz. Onun için bu yasa iktibasları çok istenen bir şey değildir. Artan boşanma davaları ile Türkiye´de sosyolojik bir çözülme olduğunu görüyoruz. İkinci bir husus olarak AVM´ler ile birlikte tüketim kültürü orta sınıflaşmayı doğurdu. AKP döneminde orta sınıflaşma arttı bunlar da iktidarın gönencini refahını paylaşan bunu harcamak isteyen bir kesim. Çünkü düşünün ta 70´li yıllardan bu yana hep muhalefette aç kalmış bir kitle var bunların doyurulması gerekiyordu. Bu orta sınıflaşma ile birlikte tüketim kültürüne bir hücum başladı. Bu da dünyevileşmeyi, sekülerleşmeyi artırdı. Yani kısa vadeli hesaplarla günümüzü gün etmeyi, uzun vadeli bu işin nihayeti nereye gidecek o kaygıyı kaybettik.

Dünyevileşmenin en önemli noktası ahiret perspektifinden çıkmış olmamız. Bazı hatalar dine mal ediliyor o yüzden insanlar dinden uzaklaşıyor. Dini, bu işe ekonomiye, siyasete karıştırmayalım diyorlar. Sadece ritüalistik bir dindarlık anlayışları var. Bence artık insanlar siyasi görüşlerini dini görüşlerinin önüne geçirmeye başladılar. Din daha geri plana atıldı. Bir başka sorun bu FETÖ meselesi bizim cemaat kavramına bakışımızı değiştirdi. Cemaat derken bizi sarıp sarmalayan aidiyet duygusunu kast ediyorduk. Bize burs veren okutan bizi aydın kılan bir şey anlıyorduk biz yakın geçmişte. Oysa bu FETÖ olayında televizyonların dili çok kötü bir dil, din adına konuşan hocaların, şahısların dili çok kötü bir dil olduğu için biz artık cemaatlerin sakıncalı kötü bir kurum olduğunu düşünmeye başladık bence bu da ciddi bir sorun.

ÜMİT AKTAŞ: O cemaati ayakta tutan otoriteye olan bağlılık giderek bağımlılığa dönüştü. Dolayısıyla istişarenin, şuranın çok da geçerli olmadığı bir kişinin bir abinin cemaat liderinin sürekli kutsallaştırıldığı? Bunlar orada şeffaflığı gelişmeyi engelleyen şeyler. Bu hemen hemen bütün cemaatlerin ortak özelliği.

İSLAM ÖZKAN: İslamcılık hakikaten bir entelektüel hareket olarak doğdu. Toplumsal, siyasal hareket değildi entelektüel bir hareketti. Muhalifti, dönemin Panislamizm politikalarını hayata geçiren Sultan 2. Abdulhamid´i bile müstebid diye hürriyet aleyhtarı diye eleştirebiliyorlardı. Bunun karşılığında bedel de ödüyorlardı. Çoğu sürgüne gönderilmişti. Dolayısıyla o entelektüel hareket ileri aşamalarda hep sapmalara maruz kaldı. Siyasileşti, siyasi iktidar onu yozlaştırdı, kimi cemaatler holdingleşti, ekonomi bunları bozdu. Hatta İslamcı aydınlar geriye çekildi. Müftüoğlu´nun dediği gibi şu an din adına konuşanların hepsi manyak tipler. Haksız da sayılmaz. Bir gazeteciler bir de manyak tipler konuşuyor, İslamcılar bugün ortada yok bence.

MEHMET ŞEREFOĞLU: Mevcut iktidar üzerinden neler yapılmalı veya yapılmamalı. Bu süreçte ötekileştirme çok gaddarca bir boyuta geldi. O kadar ötekileştirildi ki çok ciddi bir kutuplaşma oldu. Toplumun dinamikleri ile oynandı. 
İlginç bir şey ki bu seçim sürecindeki zillet ittifakı, beka meselesi, ihanet ve düşmanlık tabirleri aslında AK Partiye ait değildi. Bu tabirlerin hepsi MHP ve Devlet Bahçeli´ye aitti. Maalesef AK Parti çok rahat bir şekilde bunu sahiplendi. Bu dilden, ötekileştirmeden vazgeçmek, itilen insanların düşüncelerine tekrar kapı açmak, tek adamlıktan kadro hareketine dönmek gerekiyor. 
Bir de hak ve adaletle ilgili konuşulan şeyler yasal olarak kalıcı hale getirilmedi, genelde söylem düzeyinde kaldı. Hem Kürt meselesi hem de İslamcıların, aştık dediğimiz başörtüsü meselesi için bu konuşulabilir.
İslamcılar olarak bizim hikâyemiz 10 yılı aşmıyor. Batı´da, Doğuda, Pakistan, Mısır ve Türkiye´de 10 yıl geçmeden hikâyemiz bir şekilde sona eriyor. 
Bunu bir araştırma ile bitirmek istiyorum; C. Washington Üniversitesinde Müslüman kökenli bazı akademisyenlerin yaptığı araştırma var. Bunlar ülkelerin İslam´a uygunluğunu ölçen bir araştırma yapıyorlar. 12 maddelik bir test uyguluyorlar. İslam ülkeleri adına ilk Malezya 37. sıradan listeye giriyor. 
Bu değerler neydi; toplumun tüm üyelerine eşit iktisadi fırsat, adalet, eğitim imkânlarının eşit olması, temel ihtiyaçların karşılanması, yolsuzluğun önlenmesi, tabii kaynakların bugün ve gelecek nesiller düşünülerek tüketilmesi, faizin kaldırılması ve devlet yapısının bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde verimlilik ve etkinlikte olması. 
Sadece Suudi Arabistan dünyada petrol zengini değil. Norveç ve Kanada´da önemli petrol rezervine sahip. Ama deniliyor ki siz Norveç´te bir tane petrol zengini (petrol şeyhi) bulamazsınız. Çünkü bugün yaşayan insanlar gelecekte yaşayacak insanları düşünerek geliri eşit şekilde kullanır. Ama bizde öyle değil. Türkiye´de mesela bir bölgenin belli illerindeki müteahhitleri ülkede işlerin önemli kısmına hâkim. 
Ben yine bu cenahın değişim yapabileceğini düşünüyorum. Bundan 20 sene önce konuştuğumuzda diyorduk ki bu toplumun yüzde 75´i sağ-muhafazakâr, yüzde 25´i sol. 90´lı yıllara baktığımızda yüzde 70 yüzde 30 şeklinde idi. Bundan 3 sene önce yüzde 65´e yüzde 35´ler demeye başladık. Şimdi sol blok yüzde elliye yakın oy alabiliyor. 
Son cümle olarak, Türkiye´de revaç bulan milliyetçilik sadece AK Partinin dönüşümü ile ilgili değil. Brezilya´da yabancı düşmanı birisi iktidara geliyor. Hollanda, Almanya, Avusturya zaten böyleydi. 
Müslümanların önünde belki de tarihi bir fırsat var. İnsanlığın adalete, maşeri vicdana bu kadar ihtiyaç duyduğu bir zamanda bir söz söylemek gerekiyor. Ancak maalesef ki bu ufuksuzluk, beklentinin yüksek olduğu kesimi de yutuyor ve tren kaçıyor gibi. 

ÜMİT AKTAŞ: Belki de AK Parti bu 17 yıllık iktidar süresince diğer muhalefete iyi bir öğretmenlik yaptı. Ve o hep değişimin karşısında duran CHP´ye değişmesini, yenileşmeyi, sosyal demokrasiyi, farklılıklara açık olmayı, ötekilere empati duymayı vs. öğretti.

DAVUT GÜLER: Arkadaşlar çok geniş konulara değindi. Ben de özellikle yönetimle ilgili konuya değineceğim. İslam dünyasının şu anda en önemli sorunu ulus devletlerden sonra bir yönetim sorunuydu. Bir türlü kendini bulamadılar. Bir dönem dikta yönetimler Baas Partisi Nasır gibi örneklikler. Arkasından gelen Arap Baharı ile acaba halk kendi yönetimini seçebilir mi, halk hakem olabilir mi gibi birtakım fırsatlar öne çıktı. Burada belli bir tecrübe yaşandı. Baktığımızda AB İkinci Dünya Savaşından sonra milyonlarca insanın ölümünden sonra kendilerine bir çıkış yolu buldukları gibi İslam Dünyası da bu yanlışlıklar üzerinden herhalde kendine bir yol bulacak. Özellikle son yıllarda AK Partinin MHP ile birlikte iç içe geçmesinden sonra bu beka sorununu farklı bir şekilde yani ülkenin geleceğini sadece belli bir kesim düşünüyormuş gibi iktidar ve iktidarın ortağı olan kesimler ülkenin menfaatini düşünüp diğer muhalefeti farklı görmesi tabi ki bir dezavantaj. Güven olmadan insanların birlikte olması mümkün olmayacak, insanlar sürekli nasıl birbirlerini devirecekler ve alt edecekler kaygısı taşıyacaklar. Bu çekişmeden uzaklaşıp hizmet verdiyse birisi nasıl 17 yıl iktidar olduysa sana da bu imkânı verebilirim anlamında bir fırsat tanıdı.

ÜMİT AKTAŞ: Evet arkadaşlar; oldukça uzun, verimli ve açılımlı bir toplantı oldu. Asıl ders alması gerekenler, bu süreç üzerinde düşünenler, dikkatle davranırlarsa ders alırlar? Bu tür farklı yerlerden gelen eleştirileri düşmanlaştırmakla, kötü niyetli olmakla yorumlamak yerine kendilerine bir pay çıkararak hakikaten kendilerini düzeltmeye çalışırlar. Elbette ki yanlışlar dile getirilecektir. Güzel taraflar hepimizin takdir ettiği, olumladığı, desteklediği şeylerdir. Bizim rolümüz ve görevimiz eleştiri, muhasebe ve yorum yapmak; karınca kaderince bir yol göstermektir. Umarız bu tür eleştiriler dikkate alınır ve Türkiye siyaseti daha olumlu bir noktaya doğru evrilir?