Ataerkil Aileden Modern Aileye Sorunlar ve Çözümler-1
Giriş: Olmayanı Tartışmak veya Hayat Kendi Gerçekliğini İnşa Ediyor
Hayat, insanın bireysel olarak yapıp ettiklerinden bağımsız olarak dinamik bir şekilde yoluna devam eder. Savaşlar olur, milyonlarca insan ölür; hayat devam eder. Kuraklık, deprem, sel gibi felaketler yaşanır, yer yerinden oynar; hayat devam eder. Aletler değişir, araçlar değişir, “teknolojik devrim” yaşanır, ekolojik denge bozulur, mesafeler kısalır, şehirler kalabalıklaşır, köyler mahalle olur, amaç araca, araç amaca dönüşür, kurallar, alışkanlıklar, örf ve adetler değişir; hayat devam eder. Hayat, dinamizminden hiçbir şey kaybetmeden bir şekilde yoluna devam eder. Akan bir nehir gibi… Her bebek bu dinamizm içinde gözlerini hayata açar ve kendisinden birkaç gün önce doğan bebekten farklı bir gerçeklikte, aslında farklı bir dünyada kendisine sunulan hayatın içine bırakılır ve o hayatı yaşar.
Her günün kendine göre bir gerçekliği ve yaşanmışlığı vardır; bu, hayatın gerçekliğidir.
Hayat kendi zaman ve mekân gerçekliği içerisinde her an kendisini yeniden inşa ederek var olmaya devam eder. Ancak birkaç son on yıldır mekân gerçekliği ortadan kalkmış gibi görünüyor ki bu durum insanlık tarihi açısından önemli bir kırılma noktasına işaret ediyor. Mekân gerçekliğinin ortadan kalkması kültürler ve bölgeler arası farklılıkların da ortadan kalkmasına neden oluyor. Farklılıkların ortadan kalkması kültürel zenginliği ve rekabeti ortadan kaldırdığı gibi tek düze bir hayatı da dayatmış oluyor. Böylece yerel ve bölgelere özgü geleneksel kurumlar, yapılar, kültürler yok oluyor. Hayat doğası gereği boşluk kabul etmediği için ortadan kalkanın yerini yenisi, genellikle de güçlünün/egemenin kültürü dolduruyor ve hayat “zamanın ruhuna” teslim oluyor. Elbette hayatın tek tipleşmesi, mekânın devre dışı kalması ve zamanın ruhuna teslim olması kendiliğinden gerçekleşmiyor, bilakis egemen yapının sıkıştırması, zorlaması, var olanı yerinden kazıyıp atması, yerel/bölgesel olanın egemen olan karşısında yetersiz kalması ve zamanın ruhuna ve diline bigâne kalmasıyla mümkün oluyor. Böylece kültürün en temel taşları olan dil ve din de anlamsız ve işlevsiz hale geliyor.
Değişen, işlevsiz ve anlamsız hale gelen, insanın doğası ve insanlığı/ insan olması ile doğrudan ilişkili olan aile kurumu da yok oluyor veya şekil değiştiriyor, bir ölçüde insan nesli ve geleceği de tehlikeye giriyor. Küresel köye dönmüş dünyada geleneksel ailenin varlığını devam ettirmenin fiziki şartları ortadan kalkmış görünüyor. Geleneksel ailenin, toplumsal pramidin/ toplum yapısının, fiziki şartların (eğitim, ekonomi, teknoloji, kurumlar, siyaset vs) değişmesi nedeniyle modern dönemin ihtiyaçlarına (Bu ihtiyaçların pek çoğunun suni/ üretilmiş ihtiyaçlar olması sonucu değiştirmiyor.) cevap verememesi ailenin başka bir şeye dönüşmesine neden oluyor. Yani “yeni bir aile” diyemesek bile, bu dönüşüm “yeni bir evlilik” şeklinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu yeni durum sadece ailenin yok olmasını değil, bireysel anlamda her bir insanın da parçalanmasına neden oluyor. Çünkü insan sosyal bir varlık olarak varlığını ancak bir aidiyet duygusu ve bu duygunun oluşturduğu güven ve doygunluğa bağlı olarak devam ettirebiliyor. Bu olmadığında sadece duygusal olarak değil zihnen hatta bedenen de parçalanıyor, kendisini anlamsız ve işlevsiz gördüğü için varlığına son veriyor.
Tarihi tecrübe göstermiştir ki, aile, temel aidiyet merkezi olmaktan çıktığında yerini ikinci ve üçüncü kuşak (ancak daha yapay) aidiyet alanlarına/ objelerine bırakıyor. Böyle bir aidiyet merkezi yoksa bile bireyin kendisi sanal/yapay da olsa böyle bir alan/obje oluşturuyor. Ancak bu yeni aidiyet merkezleri, yeni kimlikler, yeni duygular sunsa da kimliksel, duygusal ve zihinsel parçalanmalara engel olunamıyor.
Aydınlanmacı küresel hegemonyanın gerçekleştirdiği zihni dönüşüm ve teknolojik devrim bütün üretim ve iletişim araçlarını değiştirdi; eşya, insan, evren ve varlık konusunda da yeni bir tasavvur ortaya konuldu. Bu durum insanlık tarihindeki en temel kırılma ve dönüşüm anlamına geliyordu. Özellikle son yüz yılda üretim ve iletişim araçlarındaki gelişme insan zihninin ve hayatının yeniden kurulmasına ve kurgulanmasına neden oldu. Bütün bunlar, insanoğlunun en temel ve kadim kurumu olan aileyi de çok derinden etkiledi ve onu yeni bir şekle dönüştürdü, hatta ortadan kaldırdı. “Ortadan kaldırdı” ifadesini bilinçli olarak kullanıyoruz; çünkü bu süreç ailenin daha önceden sahip olduğu tüm işlev ve imkânını yok etti. Onu sadece bir erkekle bir kadının meşru birlikteliğine indirgedi. Son zamanda bu meşru birliktelik bile gereksiz addedilmeye başlandı.
Biraz daha açarsak, üretim araçlarının değişmesi ve tek tipleşmesi, eğitimin küreselleşmesi, iletişim araçlarının yaygınlaşması, Batılı düşünme biçiminin ve hayat tarzının genel geçer tek model haline gelmesi, bölgesel ve geleneksel hayat tarzlarını ve düşünme biçimlerini, kültürlerini, örf ve adetlerini ve bunlara dayalı yapıları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Üretim araçlarının değişmesi şehirleri çekim merkezi haline getirdi. Köylerinde geleneksel usullere göre tarım ve hayvancılık yapan kişiler, yeni açılan fabrikaların ucuz iş gücü haline getirildi. Batılılaşmanın/ modernleşmenin taşeronu ve taşıyıcısı durumundaki devlet kurumlarının ve yöneticilerin de gayreti ve yönlendirmesi ile toplumlar kitleler halinde şehirlere göç etmeye başladılar. Çünkü tüm bu süreçlerde toplumlarda yeni talep ve beklentiler oluşturulmuştu. Şehirler de bu beklentilerin hayata geçirildiği yerlerdi. Şehirler ayrıca eğitimin yaygın olduğu ve iletişim araçlarının etkin olarak kullanıldığı yerlerdi ki buralarda batılı hayat tarzı merkezden kenara doğru her bir bireye en etkili bir biçimde sirayet ediyordu. Kırsal kesimdeki ataerkil yapıyı şehirde gerçekleştirmek mümkün olmadığı için aile buralarda yeni bir şekle evrildi. Şehirlerdeki, Türkiye’deki karşılığı ile “gecekondulaşma”, batılı anlamda “gettolaşma” yani köyün kente taşınması, köyün kentin çeperlerinde yeniden kurulması da aileyi bir arada tutmaya yetmedi. Çünkü üretim biçimi değişmiş, hayat da değişmişti. Süreç içerisinde üretim biçiminin değişmesi tüketim kültürünü/alışkanlığını da değiştirmişti. Sorun sadece kırsalın üretim biçimi ile şehrin üretim biçiminin farklı olması değildi, ihtiyaçlar da birbirinden farklıydı. Köyden kente göçenler için bu yeni bir durumdu. Bu ihtiyaçlar toplumu yeni bir şekle soktu. İhtiyaçlara uygun yeni yapılar ortaya çıktı, yeni kültür biçimleri, gelenek ve görenekler doğdu. Dolayısıyla gelinen süreçte klasik aile sadece Müslüman coğrafyada değil tüm dünyada tarihe karıştı.
Şimdi muhafazakâr kesimler ailenin yeni durumunun ortaya çıkardığı yeni sorunlara bakarak ataerkil aile yapısına methiyeler düzmekte, ağıtlar yakmaktadırlar. Burada yakılan ağıtlar kaybedilen ataerkil aileden çok yok olan erkek egemen ruh için olsa gerektir. Oysa temel insani değerler açısından ve ailenin en temel unsuru olan neslin devamı ve sıhhati noktasından bakıldığında hem modern aile biçiminin hem de ataerkil aile biçiminin sorunlarla dolu olduğu görülür. Çağın ruhu/dili, zaman ve mekân gerçekliği, ataerkil aileyi geri getirmeyi mümkün kılmadığı gibi mikro aileyi de insani yapamıyor. Sorunları ve olguları kendi gerçekliklerinden kopararak veya zaman ve mekân gerçekliğini göz ardı ederek analiz etmek olanı anlamamıza imkân vermediği gibi gerçeği de örtüyor. Çünkü yapılan analizler yaşanılan gerçekliğe karşılık gelmiyor. Bu nedenle yeni bir model önermeden ve bütün bu aile biçimlerinin kusurlarını sayıp dökmeden önce bu aile yapılarını kendi gerçekliklerinde tanımak, tanımlamak gerekir.
Devam Edecek…
Not: Bu Makale, Yetkin Düşünce Dergisi'nin (2020 Ocak - Mart ) 9. Sayısında Yayınlanmıştır