Tarih: 11.04.2019 14:03

Ailenin korunması ve muhafazakârlığın yanılgıları

Facebook Twitter Linked-in

Evlilik ve Özgürleşme

Söz ve Adalet Dergisinin 2. sayısında, Şaban Karataş tarafından yapılan ?Peygamber Toplumunda Kadın Erkek İlişkileri? adlı incelemede, tek eşli evlilikler bir yana, Resulullah´ın en yakınındaki bazı erkek sahabeler kadar, kadın sahabelerin de birkaç kez evlilik yaptıkları belirtilmekte. Hep ileri sürüldüğü gibi bu evlilik ilişkisinin temeli salt erkeklerin çok kadınla evliliğine değil, kadınların ve erkeklerin birden fazla evlilik yapmasına işaret etmekte. Zaten kadın ve erkek sayıları hemen her toplumda eşit olduğu için, fiziksel ve matematiksel olarak da birçok erkeğin aynı anda çok kadınla evlenmeleri mümkün değildir. İslam´ın bu başlangıç döneminde (ve günümüz Arap toplumunda) ise boşanma ve yeniden evlenme genel olarak oldukça kolaydır ve bu durum tarafları pek de gocundurmaz. Yani hiç kimse muhatabının kendisine mecbur, mahkûm ve yazgılı olduğunu düşünmediği gibi, ayrılma durumunu bir namus ya da onur meselesi olarak da görmemektedir. Çünkü gerçek namus genel ahlâk ilkeleridir. Yoksa toplumumuzda olduğu gibi ahlâkın salt cinselliğe indirgendiği ?ilkel? bir namus anlayışı söz konusu değildir.

Şaban Karataş´ın araştırmasında ise, incelemeye konu olan sadece erkek sahabeler değil, kadınlar da birden fazla evlilik yapmıştır. Bu ise, evliliğin bir kadınla bir erkeğin hayatlarının sonuna kadar sürdürdükleri bir aile yapısı anlayışına değil, eşler değişse de kadınların ve erkeklerin kolaylıkla yeniden evlenebildikleri, dolayısıyla da yeni bir aile oluşturmanın kolaylığı anlayışı ve uygulamasına dayanmaktadır. Sonuçta bu yolla kadınlar ve erkekler farklı evlilikler yapsalar da nihayetinde aile kurumu, hem de daha sağlıklı bir biçimde varlığını sürdürmektedir. Bizim kültürel olarak üzerine titrediğimiz aile biçimi ise, Ortodoks ve şimdilerde ödipal (kapitalist) bir aile biçimidir. Bu yeni biçimiyle ise aile, neredeyse kapitalist taleplere uyarlı bir üretim ve tüketim aygıtıdır.

İslam tarihinin başlangıç döneminde (ve günümüz Arap toplumunda) sorunun özü yalın ve tabii bir biçimde algılanmaktadır; o da kadının ve erkeğin, ergenlik dönemine girdikten sonra ortaya çıkan cinsel ihtiyaçlarının sağlanmasına matuf doğallık ve bunun çözümlenmesindeki kolaylıktır. Dolayısıyla aslolan, toplumsal göreneklerin, öncelikle bu doğal ihtiyacın meşru bir biçimde giderilmesine matuf olarak düzenlenmesidir. Yoksa günümüzde olduğu gibi muhayyel bir dört başı mamur ailenin kurulması için insanın en doğal ihtiyaçlarının görmezlikten gelinmesi, bastırılması, nefsiyle anlamsız ve beyhude bir biçimde boğuşmaya mecbur edilmesi değil. Arap örfünde cari olan bu kolaylaştırılmış evlilik ve boşanma anlayışının Anadolu´daki ortodoksinin {Sünni ve Ortodoks (Hıristiyan) kültürün} veya kapitalist ödipal ve baskıcı sosyolojik modelin etkisiyle şekillenmiş evlilik algımızla uyuşmadığı ortadadır.

Yukarıda örneklenen ve evlilik ilişkilerinin seyyaliyetindeki doğallığın ortaya koyduğu kolaylık, bugün bize ne kadar ters gelse de dikkate alınmaktan uzak değildir. Sorun büyük ölçüde evlilik ve aileye atfettiğimiz anlam ve hayatın bu bakış çevresinde örgütlenmesiyle ilgilidir. Peki, aslında boşanma oranının oldukça düşük olduğu toplumumuzda, son yıllarda ortaya çıkan bu orandaki artış bizi neden ve hangi değerler silsilesi adına rahatsız etmekte. Çünkü geçmişteki ve hatta günümüzdeki evliliklerin çoğu, neredeyse bir kölelik ilişkisidir. Kendisine mehir olarak verilen bileziklere bile el konulan ve hiçbir sosyoekonomik güvenceye sahip olmayan bir kadının, bu evliliği istemese de yapabileceği pek fazla bir şey yoktur. Erkek dışarıda kendisine farklı alternatifler bulabilir ve bu onun elinin kiridir; aynı şey kadının ise namusudur ve töre cinayetlerinin başlıca konusudur. Oysa İslam´da ve günümüz hukukunda zinanın cezası ölüm değildir ve bu cezayı da ancak yargı sistemi verebilir.

Bizim zihinlerimizin doğruladığı aile tablosu bu mudur? (Ebedi bir mahkûmiyet ilişkisi!)  Son yıllarda ortaya çıkan boşanma artışları ise, aslında bu geçmişteki tabloya göre bir tür normalleşmedir ama yine de toplumdaki temel zihniyetin değiştiğinin bir göstergesi olarak da alınamaz. Çünkü bu, ancak toplumun belli bir kesiminde, nispeten şehirli ve zihniyet olarak değişmiş bir kesiminde ortaya çıkan bir tablonun resmidir. Bu ise aslında anormal olan bir artışa değil, bir normalleşmeye işaret etmektedir. Oysa toplumun alt katmanlarına doğru gittiğimizde değişen bir şey yoktur. Kadınların yarısı şiddete maruz kalmaktadır ve neredeyse her gün bir kadın, çoğunlukla da oldukça doğal bir talep olarak boşanmayı istediği için sokak ortasında öldürülmektedir. (Bu gerçeği örtbas etmek için muhafazakâr kesimler tarafından yapılan araştırmalarda rakamlar bile çarpıtılmakta, aile içi şiddet inkâr edilmekte, yeri geldiğinde savunulmakta ve hatta erkeklerin de neredeyse kadınlar kadar şiddete maruz kaldığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır.)

Oysa bu meseledeki temel rahatsızlık sebebi, boşanma oranındaki artışa gerekçe olarak zikredilen yasa değişiklikleri veya ekonomik şartların değişmesi değil, zihniyetlerin değişmesidir. Açıkçası özellikle kadınların, kendilerinde, tahammül edilemez yaşama şartlarına isyan edebilme gücünü hissedebilmeleridir. Bu, bir açıdan da kadınların özgürleşmesiyle de ilgilidir; ancak özgürleşmenin her koşulda serbestleşme anlamına gelmediğinin de altını çizmek gerekmekte. Erkek egemen bakış ise, kadının kendi inisiyatifinin dışına çıkmasını hiçbir koşulda kabullenememektedir. Dolayısıyla bu özgürleşmenin de bir bedeli var ve bu bedel, çoğunlukla kadınlarca ödenmekte. Ki genellikle, boşanma sonrasında, çocuğun bakım ve sorumluluğu da kadınların üzerinde kalmaktadır. O nedenle bu sorunu, muhayyel bir tabloya bakarak değil, toplumsal koşullara, zihinsel ve ahlaki gerçekliğimize bakarak konuşursak, daha doğru bir şey yapmış oluruz.

Elbette ki ekonomik özgürlüğün boşanma kararını vermede oldukça önemli bir etkisi var. Ama yine de asıl etken, zihniyet değişimidir. Yani boşanmanın getirdiği şu ?dul kalma? söylemi karşısında duyulan korkunun aşılması, ailelerin yuvaya geri dönen çocuklarına, yani kızlarına kapılarını kapatmamaları ve ev dışında bir iş bulabilme şansının kadınları cesaretlendirmesidir. Geçimsizliklerle sürdürülen ailelerde ise kadınlar kadar erkekler de ezilmekte ve acı çekmektedir. Muhafazakâr anlayışa göre ailenin geçindirilmesi ve sorumluluğu erkeğin üzerindedir ve bu da ona kadını ezmek için garip bir gerekçe kazandırmakta. Bugün, özellikle büyük şehirlerde, eşlerinden kaçarak kendilerine hayatı sürdürebilmek için toplumsal adacıklar ve sığınma evleri arayan önemli ölçüde kadın bulunmakta. Bakıcılık, temizlikçilik, mutfak işleri gibi işlerle hayatlarını idame etmeye çalışan ve büyük ölçüde çocuklarının bakım ve sorumluluğu da üzerlerinde kalan bu kadınların büyük bölümü cinsel istismar, dayak, alkolizm, işgücü istismarı ve hatta fuhşa zorlanma gibi hiç de hoş göremeyeceğimiz etkenler nedeniyle eşlerinden ve evlerinden kaçmaktadırlar. Ama bu etkenleri hoş görmeyen muhafazakârlar, soyut bir biçimde rakamsal artışlara bakarak boşanma karşıtı bir söylem ve hatta eylem içerisine girebilmekte. Dahası kadınların ister istemez koşuldukları çalışma mecburiyetlerini bile tepkiyle karşılamaktalar. Bu tepkilere yol açan büyük ölçüde üst düzey çalışanlar olsa da kadın çalışanların asıl ağırlığı, toplumsal hayatın en diplerindedir. Ama özellikle son yıllarda, bu dipleri göremeyecek denli körleşmiş bulunulmakta. Çünkü muhafazakâr kesim, özellikle son yıllarda, toplumun ezilen kesimleriyle fiziksel irtibatı kadar gönül bağını da kopardı. Boşanma oranındaki düşüklüğü ise, arkasındaki, çoğu kez kadınlar tarafından ödenmekte olan maliyetlere hiç bakmaksızın, aile yapısının sağlıklılığına bir işaret ve teminat olarak görmekteler. Oysa evlilik bizim için bir zindan değil, bir özgürleşme atmosferi olmalı. Orada eşler karşılıklı olarak birbirlerini destekleyerek, besleyerek, birbirlerinin örtüsü olarak, çocuklarını yetiştirecekleri sıcak bir aile atmosferi oluşturabilmeliler. Ama karşılıklı baskıcılıklar ve üste gelme çabaları, yaşama şartlarının giderek artırdığı ve karşılanamayan talepler, değişen şartlara uyum sağlayamama gibi nedenler, süreç içerisinde evlilikleri çığırından çıkarmakta. Bu durum ise bırakın bir özgürleşme atmosferi ve iklimini, bir köleleşme ve körleşme tablosu çıkarmaktadır karşımıza.

İstisnaları bir yana koyarsak, çoğu evlilik ilişkisi, evliliğin ilk on ya da yirmi yılından sonra ya taraflardan birinin egemenliğinin kabulüyle bir köle efendi ilişkisine dönüşmekte, ya da tarafların her birinin kendi dünyasında yaşadığı yakın sürgünlükler halini almakta. Çünkü tarafların birbirlerine katabilecekleri sahici şeyler, bu ilk on ya da yirmi yıl içerisinde tükenmektedir. Şayet taraflar bu süre içerisinde hayatlarına birlikte gerçekleştirebilecekleri anlamlar ve hedefler bulmuş değilseler, evliliğin bundan sonrası uzatmaları oynamaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Gerçi geniş aile yapıları, bu yapı içerisindeki ilişkilerin karmaşıklığı nedeniyle, bireysel/bireyci öne çıkmaları ve huzursuzlukları bir biçimde yatıştırmakta, engellemekte ve ailenin karmaşık ilişkileri içerisinde her bireyin kendisine farklı tatmin alanları ve işlevler bulabilmesiyle, olumsuz gelişmeleri yumuşatmakta ve rahatsız edici olmaktan çıkarmaktadır. Ama orada da başka baskılama biçimleri ve başka rahatsızlıklar yaşanmaktadır.

Aile ve Şiddet

Türkiye´de özellikle kadınlardan gelen boşanma talepleri, erkekler açısından bir ?namus? veya aşağılanma meselesi olarak algılanmakta ve bunların bir kısmı cinayetlerle sonuçlanmakta. Henüz kültürümüze yerleşmeyen ve içselleştiremediğimiz bu talebe tepki, oldukça acımasız sonuçlara yol açmakta. Öyle ki kadın cinayetleri, boşanma oranındaki artışla birlikte sürekli yükselmekte. Kadınların yarısından fazlası kocalarından dayak yerken, çocukların da yarısından fazlası aile içi şiddete maruz kalmakta. Elbet bunlar sadece açıklananlar ve resmî raporlara yansıyanlar. Gizli taciz ve tecavüzler; sadece kadınlara değil, çocuklara karşı yürütülen taciz, tecavüz ve şiddetin çoğu ise bilinmemekte.

Bunun da ötesinde şiddet, genel olarak kültürel ve genetik kodlarımıza işlemiş bir biçimde etkin ve yaygın. Öyle ki daha çocukluktan itibaren başlar şiddet eğitimi (!). Erkeklik, bir anlamda başkalarına güç gösterebilmektir; bu ister erkek, isterse kadın olsun. Birçok çocuk, anaları tarafından intikam için büyütülür, kulağına fısıldanan ilk sözler bunlardır. Taşralılık ruhu, erkeğin bıçkın ve sarhoş olmasına dair bir kültürle beslenir. Belki bu biraz ?asker millet? olmanın, biraz da Akdenizli ataerkil kültürün karışımı bir anlayış; yani maço, erkek egemen, sorunlarının çözümünü konuşma ve uzlaşmalarda değil, şiddet ve çatışmalarda gören ve karşısındakinin üzerinde nihai bir egemenlik sağlamayı amaçlayan bir kültür. Sokakta, evde ve okulda devam eder şiddet eğitimi. Bu yetmez olacak ki, erkekler için daha özel bir şiddet eğitimi düzenlenir: Askerlik. Nitekim onca gizlilik kurallarına rağmen, zaman zaman dışarıya da yansımakta askerde uygulanan cesaret (!) ve şiddet eğitimleri (!).

Kadınlar evlerinden kocaya gönderilirken ?duvağınla çıktın, kefeninle dönebilirsin? diye uğurlanır, sevgiliye ?ya benimsin ya toprağın? denir; ya da türkülerde şöyle söylenir: ?kız ben seni almaz mıyım, saçın başın yolmaz mıyım, ayağına sıkmaz mıyım? veya ?silinmesin yüzünden, bıçağımın yarası?? Siyasilerin eleştirileri bile ??vurdu, patladı, bombaladı?? diye haberleştirilir. Ya o askere gönderme veya stadyum orjileri!.. Buralar, kelimenin tam anlamıyla bir şiddet kültürü eğitim alanlarıdır.

Her ne kadar malum bazı çevreler şiddet kültürünü dinle ilişkilendirmeye çalışmaktaysa da, bunun doğrudan dinle bir ilgisi bulunmamakta. Hatta Müslümanların görece olarak şiddet olaylarının oldukça uzağında bulunduğu da söylenebilir. Ama yine de muhafazakâr kesimler, geleneksel kültürü dinleştirdiklerinden, bu kültüre ait verileri, dine aitmiş gibi savunma çabası içerisine girişmekte, sırf bu yüzden kadına dönük şiddeti de ya saklamakta veya meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

Şiddet eğilimlerinin azaltılması için, toplumsal alanın, dilin ve eğitim sisteminin şiddet kültüründen temizlenmesi gerekmektedir. Sanırım ilk yapılması gereken, şiddet kültürü üretiminin en önemli kaynaklarından biri olan zorunlu askerliğin kaldırılarak, Türklerin asker millet oldukları ya da doğuştan asker olduklarına dair şu mahut efsaneye bir son verilmesidir. Çünkü zorunlu askerliğin tarihi en fazla yüz yıldır. Ondan önce ise Türkler genel olarak çiftçilik ve esnaflık yapmaktaydı. Yine özellikle televizyon dizileri ciddi bir biçimde şiddetten temizlenmeli ve bu açıdan katı bir sansür uygulanmalıdır. Bu konuda basın da habercilik anlayışını ve dilini gözden geçirmeli, şiddeti özendiren yayınlara karşı bir özdenetim veya yasal denetim uygulanmalıdır.

Aile ve şiddet bağlamında dikkate değer bir başka sorun ise, aslında İslamî anlayışla da pek ilgisi olmayan, boşanmayı engellemeye matuf katı gelenekçi tutumdur. Aileyi koruma adına boşanmaları önlemeyi amaçlayan bu tutum, sonuçta aile içindeki zulmü desteklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Bu tutumdan da destek bularak işlenen kadın cinayetlerinin ve kadınlara karşı uygulanan şiddetin çoğu, özellikle kadının boşanma talebiyle koşut bir biçimde seyretmektedir. Çünkü toplumumuzda kadının boşanma talebi hâlâ bir skandal olarak görülmekte. Erkek, kadını kendi mülkü olarak gördüğü için, kadın kendisinden fiili olarak ayrılsa bile, bir başka erkekle evlenmesini kendi erkekliğine (!) bir saldırı olarak algılamakta. Buna göre kadın, erkeğin namusudur. Oysa dinimizde sorumluluk bireyseldir ve herkes, Allah´la doğrudan muhataptır ve Allah karşısında kendi eylemlerinden birincil olarak kendisi sorumludur. Aile içi anlaşmazlıklar sonucunda yapılacak olan en doğru tutum ise, şayet makul ve uzlaşılabilir bir çözüm bulunamıyorsa medeni bir biçimde ayrılmaktır. Ama ne gariptir ki, ayrılan kadın ?dul? olduğu hâlde, erkek dul olmamaktadır. Dolayısıyla bu sürecin mağduru büyük ölçüde kadındır. Bu durumda ise devletin bu konuda ek tedbirler alarak, boşanan kadınları desteklemesi, çok da abes bir tutum değildir.

Ancak bu süreçte kadınlara verilen farklı destekler yanında, erkeklere de psikolojik ve kültürel destekler sağlanmalıdır. Modernleşme süreci içerisinde, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ne yazık ki geleneksel toplumsal destek biçimlerimiz çökmüş ve bunların yerine yenileri de ikame edilememiş bulunmakta. Boşanma vakalarının sonucunda kadınlar yeni hayatlarına, birçok dezavantajlarına rağmen nispeten daha kolay intibak ederken, erkekler, kendilerine yüklenen kültürel güç atfı ve sorunlarını kadınlar kadar rahat konuşma becerilerinden yoksunlukları veya bunu bir onur sorunu haline getirmeleri nedeniyle süreçle baş etmekte daha fazla zorlanmaktalar. Bu süreçte belli bir aile/yakın desteğinden de yoksunlarsa, doğrudan travmatik bir psikolojinin içerisine düşmekte ve bu durumun müsebbibi olarak gördükleri kadına karşı hınçlanmaktadırlar. Devlet kurumları ise kendilerini bu tür insani sorunların ötesinde gördükleri ve meseleye ahlaki ve manevi açılardan yaklaşma kültürüne sahip olmadıkları için, insanları bu sorunlarla baş başa bırakmaktadırlar. Oysa bu sorunların birçoğunun müsebbibi doğrudan veya dolaylı olarak devletin kendisidir. Ama devlet ?özel? değil, ?tüzel? bir kişilik olduğu için, bu sorumluluğu duyacak bir hassaya da sahip değildir. Sözgelimi bu meseleye en yakından bakması gereken Diyanet camiası bile, bunu kendi ?görev? tanımı içerisinde görmediğinden, sorumlu bir yaklaşım içerisine de girmemektedir. Aile Bakanlığı ve Mahkemeleri ise meseleye bir devlet ciddiyeti (!) ve mantığı (!) ile bakmanın ötesine gidemedikleri için, boşanma süreçleri geride oldukça ağır hasarlar bırakmaktadır.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —