Tarih: 18.02.2019 17:28

Ailenin Korunması ve Muhafazakârlığın Yanılgıları

Facebook Twitter Linked-in

Aile ve Boşanma

Son yıllarda istatistiklere bir artış olarak yansıyan boşanma oranlarından yola çıkılarak ortaya konan tepkiler, aileyi savunma biçiminde ifadesini buluyor. Diğer bir deyişle aile savunusu, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, şehirleşmedeki sorunlar, yeşil alanların katledilmesi, kapitalizmin hayatımızdaki giderek artan tahakkümü ve hukuksuzluklardaki artışlar karşısında suskun kalan muhafazakâr kesimlerin tepkilerinin yoğunlaştığı yegâne alan. Daha önceleri bahsi edilen konularda devletin haksız uygulamalarına bir ölçüde de olsa tepki gösteren bu kesimler, AK Parti iktidarı sonrası, sanki haksızlıklar ve adaletsizlikler sona erdirilmiş gibi, bırakın tepki göstermeyi, bu politikaları savunmaya bile yöneldi. Özellikle de son yıllarda, kapitalizmin toplumun en ücra ve mahrem alanlarına dek sirayeti ile baş edemeyen ve hatta buna karşı ?iktidar bağımlılığı? nedeniyle ciddi bir tepki gösteremeyen muhafazakâr kesimler, tüm bunların hıncını, büyük ölçüde kapitalizmin baskıları sonucu geleneksel niteliği sarsılan aile içi dengeler ve boşanma oranlarındaki artışların kabahatlisi olarak addettikleri kadınlardan çıkarmaya çalışmaktalar.

Oysa kadınlar da en azından erkekler kadar kapitalizmin mağduru. Ama yaşanmakta olan süreçte, kadınlar kamusal alanda etkinleştikçe ve görünürleştikçe, muhafazakâr erkekler bu durumu, sarsılan geleneksel egemenliklerine karşı bir saldırı ve giderek değişen (?yozlaşan?) toplumsal değerlerin sebebi olarak telakki etmekteler.

Oysa boşanma oranlarındaki artışlar da, sonuçta üretim açısından olduğu kadar tüketim açısından da giderek daha fazla bağımlanılan kapitalizmin baskılarının ve yaşamsal alışkanlıklarımızı alt üst etmesinin bir sonucu. Bu bir yana, İslam açısından, dolayısıyla insanî fıtrat açısından, evlilik ne kadar bir hak ise, boşanmak da o kadar bir haktır. Ancak muhafazakâr kültür açısından, boşanmanın zorlaştırılması genellikle ailenin korunması için bir önlem ve şart olarak addedilmekte. Ne var ki, boşanmanın imkânsızlaştırıldığı koşulların içerisinde aileyi sadece biçimsel olarak koruma çabası, eşleri zorla bir arada tutarken, aileyi de, bir ?aile? olmaktan çıkarmaktadır. Biçimsel diyorum, çünkü korunması düşünülen bir aile kurumu var ise şayet, bu kurum kelimenin tam anlamıyla bir aile olmalıdır. Yoksa evlilikler, zorla bir arada tutulan eşlerin zindanına ve mutsuzluk öykülerine dönüşmemelidir. Çünkü boşanma nasıl en azından eşlerin birisinde veya çocuklar üzerinde bazı travmatik sonuçlara yol açmaktaysa, uyumsuz ve mutsuz bir aile de en az o kadar travmatik sonuçlara yol açmaktadır.

Bu nedenle boşanma hakkı, artık birlikte yaşayamayan veya yaşamak istemeyen eşleri ayırsa da, temelde ?aile?nin korunması içindir (çünkü ayrılan eşler başka ve daha uyumlu aileler inşa edebilirler) ve bu ise ancak makul bir boşanma serbestisi ile mümkündür.

Aile Nedir

Aile, İslam´ın olduğu kadar insanlığın da en temel ve somut toplumsal kurumudur. Bu kurum aynı zamanda fıtrîdir. Yani her ne kadar kimi biçimsel değişimler geçirmiş olsa da, maddeci antropologların iddia ettiği gibi tarih içerisinde teşekkül etmemiştir. Nitekim son yüzyılda özellikle batılı antropologlar (sözgelimi Bronislaw Malinowski, Claude Levi Strauss gibi) tarafından yapılan araştırmalar, ailenin bu fıtrîliğini ve evrenselliğini apaçık bir biçimde ortaya koymuştur. Mesela Strauss, yeryüzünde hiçbir toplumda ensestin (aile içi zina) meşru görülmediğini, hatta ensest yasağının toplumun ve akrabalık ilişkilerinin kurucu temeli olduğunu tespit etmiştir. Ona göre aile kadar akrabalık ilişkileri de bu kurucu temele dayanmaktadır. Öyle ki bu, tıpkı dil gibi yapısal bir niteliktir.

Yine Malinowski de, yeryüzündeki tüm toplumlarda zinanın gayrı meşru görüldüğünü tespit etmiştir. Dolayısıyla 19. yüzyılda, özellikle Marx ve Freud gibi maddeci düşünürlere mehaz teşkil eden Henry Lewis Morgan gibi antropologların, eski toplumlarda cinsel ilişki serbestliği olduğu, yani ailenin olmadığına dair iddiaları, tamamıyla yanlışlanmış ve çürütülmüştür. Dolayısıyla arızî ve sapma olan ensest, zina ve eşcinselliktir; tersi değil. Hatta bırakın insanları, insanlara yakın memeliler, sözgelimi fareler, goriller ve bazı maymun türlerinde bile ensest yasağı uygulanmaktadır.

Kısacası aile, birbiriyle birinci derecede kan bağı olmayan kadınla erkeğin belirli toplumsal-kültürel kurallara bağlı olarak bir araya geldiği ve insan neslinin devamını sağlamak için çocuklarını büyüttüğü toplumsal bir kurumdur. Öyle ki çocuğun maddi ve manevi açıdan en uygun büyüme biçimi aile içinde, ana ve babanın gözetiminde olanıdır ve insanlık bunun yerine daha iyi bir model de bulamamıştır. Bunun için farklı modeller düşünülmemiş midir? Elbette düşünülmüştür. Sözgelimi Platon´un ?Devlet?inde çocukların devlet tarafından büyütülmesi önerilir. Aynı düşünce Rusya´daki komünizm tarafından da uygulanmaya çalışılmıştır. Hatta Gorbaçov, Sovyet sisteminin başarısızlığının en önemli nedenlerinden biri olarak çocukların ana sevgisinden mahrum edilmesini göstermiştir. Benzer bir sorun, bir ölçüde günümüz batı ülkelerinde de yaşanmaktadır.

Ancak tüm bu mülahazalar bizi ailenin, kurucu erkek ve kadının sonuna değin sürdüreceği hâliyle sağlıklı ve doğru bir yapıya sahip olabileceği gibi bir yargıya da götürmemeli. Çünkü ne erkek anlaşamadığı bir kadına, ne de kadın anlaşamadığı bir erkeğe mahkûm ve yazgılıdır. Bu konuda verilen ilk kararlar her zaman doğru olmayabileceği gibi, insanlar da süreç içerisinde bu tercihe rıza gösteremeyecekleri bir değişime de uğrayabilirler. Tersi bir anlayış, evliliğin yasaklandığı ruhbanlığı da ittihaz eden Katolik Kilisesinin tavrıdır. Boşanmayı da yasaklayan Katolikliğin bu katı, irrasyonel ve fıtrata aykırı tavrı, Avrupa´da, tepkisel bir mezhep olan Protestanlığın ortaya çıkması kadar, Kilise ve hatta din karşıtı tutumların ve Freud´un psikanalizmi bulgulamasına yol açan cinsel kökenli sorunların (hastalıkların) yaygınlaşmasında da büyük bir etken olmuştur.

Bilindiği üzere Türkiye´de uygulanan Medeni Kanun, İsviçre´den, dolayısıyla boşanmayı kabullenmeyen Kilise´nin etkisi altında oluşturulmuş bir kültürden tercüme edilmiştir ve İslam hukuku, bazı toplumsal geleneklerin dışında pek de dikkate alınmamıştır. Bu ise, hukukun uzlaşımsal değil de, inşa edici bir esas olarak alındığı, Cumhuriyet´in genel toplumsal mühendislik anlayışına uygun bir davranıştır. Bu yasa mucibince, aslında İslam´da kolay olan boşanma da oldukça zorlaştırılmış; bu ise neredeyse günümüze değin süregelen ciddi ailevi sorunlara yol açmıştır. Öyle ki birçok eş, yıllarca ayrı yaşadıkları halde boşanamadıkları için başka bir aile de kuramamış; aileler fiilen ortadan kalktığı halde eşler yıllarca, hatta ölünceye değin resmen evli, fiilen ise ayrı bir halde hayatlarını sürdürmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Ancak yakın zamanlarda, o da siyasetçilerin ya da yargıçların, kendi toplumlarındaki bu ağır ve ciddi sorunu dikkate aldıkları için değil, batıdaki hukukun da bu yönde evrilmesine koşut bir biçimde, Türkiye´de de boşanma kolaylığı sağlayan yasalar düzenlenmiş ve hatta zina ve nikâhsız olarak birlikte yaşamalar bile bir suç olmaktan çıkarılmıştır.

Toplumsal örf kadar İslamî esasları da pek dikkate almayan, alma gereği de duymayan bu yasal düzenlemelere rağmen, cari olan toplumsal uygulamalarda evlilik ve aile oluşturma tarzı, büyük ölçüde geleneksel biçimini sürdürmüştür. Bekâreti önemseyen ve hatta kutsayan, kadını erkeğin mülkü olarak telakki eden bir anlayış, aslında genel olarak ahlâki bir ilke olan namus kavramını da salt cinselliğe indirgeyerek, bunun çevresinde töresel bir dokunulmazlık ve mahremiyet kültürü oluşturmuştur. Bu ise kabaca ?ya benimsin, ya toprağın? anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bütün bu anlayışlar, temelde dinle çelişkileri olsa da, adeta dinîleştirilerek toplumsal örfe dahil edilmiştir.

İslam, Örf ve Aile

İslam, kendi getirdiği ve temelinde ?Allah´a ve ahirete iman ve salih amel işleme? anlayışının ve buna ilişkin düzenlemelerin bulunduğu uygulamaların dışında, büyük ölçüde toplumsal örfleri dikkate almış ve bunları baskıcı bir biçimde değiştirme çabasına girişmemiştir. Bu anlamda örf, hukukun temel dayanaklarından biridir. Çünkü İslam fıtrat dinidir ve dünyanın her neresinde olursa olsun, tüm toplumlar, büyük ölçüde bu temel fıtrata uygun ama farklı yorumlarla çeşitlendirilmiş bir biçimde yaşamaktadırlar. İslam ve genel olarak tüm peygamberler, sadece zaman içerisinde ortaya çıkan bu temel fıtrattan sapmalara karşı uyarılar getirerek bunların doğrultulmasına çalışmışlardır.

Dolayısıyla Peygamber (as) dönemindeki aile yapısı ve boşanma anlayışını da, Arap örfünün dışında kalarak anlayamayız. İslam sadece bu örfteki yanlışlıkları düzeltmiştir. Sözgelimi o günün toplumsal koşulları içerisinde çok evlilik sınırlandırılmış, geçici evlilikler gibi bazı evlilik biçimleri yasaklanmış ve o günün şartlarında himayesiz kadınların ve çocukların sahiplenilmesi bir ödev haline getirilmiştir. Yine boşanma ve boşanma sonrası kadının veya çocukların bakımı da kurallara bağlanmıştır. Muhammed Esed´in de büyük bir vukufiyetle belirttiği gibi, evlenme kadar boşanma da, belirli kurallara ve bir disipline dayandırılarak keyfi bir uygulama olmaktan çıkarılmıştır. Ancak cariyelerle nikâhsız ilişki gibi bir kavram, bu başlangıca uygun olmasa bile, zaman içerisinde yeniden uygulama değeri kazanabilmiştir.

Bunda Kur´an´ın uyarılarına rağmen giderek etkinlik kazanan erkek egemen bakış açısının da önemli bir etkisi bulunmaktadır. Neticede her nereden neşet ederse etsin, evlenilen kadını erkeğin mülkü olarak gören ve evlilik ilişkisinin kadınlar açısından bir ?mahkûmiyet? olarak telakki edildiği bir anlayış, İslamî olmadığı gibi, İslamî bir toplumsallığın teşkili için de önemli bir engeldir.

Öte yandan İslam açısından evlilik, her ne kadar manevi bir yönü olsa da, Hıristiyanlıkta olduğu gibi ?ruhani? bir olay değildir; tabir caizse dünyevi bir olay, ?cinsel? bir sözleşmedir. Tarafların karşılıklı olarak birbirlerini tamamlayacakları ve yeni nesilleri oluşturacakları, aleni ve sözleşmeye dayalı bir ailenin oluşturulmasıdır. Oysa günümüzde, evliliğin en temel nedenlerinden birinin cinsel ihtiyaçların giderilmesi olduğu gerçeği unutularak, bunun biçimsel ve nihai bir aile kurma yanı öne çıkarılmakta. Dolayısıyla hayatın doğal seyri içerisinde erken bir yaşta evlenme ihtimali, sosyoekonomik şartlar ve evliliğin prosedürel ağırlıkları nedeniyle imkânsızlaştırıldığından, evlilik ve kadın erkek ilişkileri, hayata dair bir deneyim olma vasfından da uzaklaştırılmaktadır. Yani tüm kurgu tarafların tek evlilik yapma ihtimali üzerinedir.

Birden fazla evlilik yapma ihtimali daha en baştan neredeyse meşruiyet dışı addedildiğinden, gençlerin o ideal evlilik formunu yakalayabilmesi için evlilik yaşları giderek uzatılmakta, ama bu süreç içerisinde gençlerin temel cinsel sorunları da görmezlikten gelinmektedir.

Buna bağlı olarak son zamanlarda uzayan eğitim ve iş bulma süreçleri nedeniyle giderek büyüyen evlilik yaşlarına baktığımızda, aslında gençlerimizin çoğunun artık evliliğin önemsizleştiği yaşlarda evlenmeye başladıklarına tanık olmaktayız. Bunun sebepleri ise gençlerin uzayan eğitimleri olduğu kadar, evlilik maliyetlerinin de yüksekliğidir. Batılılar bu dönemleri flörtle aşmakta iken, bizlerin bu döneme dair geliştirdiğimiz bir düşüncemiz ve pratiğimiz yok maalesef. Dolayısıyla tüm mesuliyet gençlerin cılız omuzlarına bırakılmakta ama öte yandan ise geleneksel teamüllerden de asla vaz geçilmemektedir. Çocukları artık evlilik açısından reşit oldukları yaşlarda evlendiremiyoruz; çünkü tüm programlar okuyup bir iş sahibi olmuş, hatta bağımsız bir ev açabilecek ölçüde belli bir birikim yapmış kişilerin evlenmeye hakları olduğu anlayışı üzerine kurulmuş durumda. Sözdür, nişandır, başlık parasıdır, düğündür, dört başı mamur bir evdir?

Ortaya çıkarılmış olan bu ön koşulların ve maliyetlerin ağırlığı bile, aslında evliliği bir kereliğe mahsus olarak düşünen bir mantığın ürünüdür. Bu haliyle ise aile sevgi ilişkisinden, psikolojik uyum sorunlarından, gelgitlerden, anlaşmazlıklar ve çatışmalardan uzak, salt sosyolojik sürekliliğe sahip soyut bir kurum olarak tanımlanır. Oysa evlilik ilişkisi salt kurumsal bir ilişki değildir.

Sevgi, cinsellik, uyum, saygı, çocuk gibi birçok parametreyi de içerir. Dolayısıyla başlangıçta öngörülemeyen sebepler, zamanla evlilik ilişkisini sürdürülemez bir hale getirebilir. Bu hale gelen bir atmosferde ise artık bir aileden bahsedilemez. Ama boşanmanın neredeyse bir skandal olarak kabul edildiği anlayışlar ve göreneklerin ağırlığı yüzünden insanlar, evliliğin devamı hususunda medeni bir biçimde karar verememekte ya da verdikleri kararların ağırlığı altında ezilmektedirler. Böylece çoğu kez insanın en deneyimsiz olduğu bir dönemde verdiği bir evlilik kararının telafisi neredeyse imkânsız bir hale gelmekte ve insanlar, şayet hatalı bir karar vermişlerse bunun faturasını bir ömür boyu ödemekte; üstelik sadece kendileri ödemekle kalmamakta, çevrelerine de ödetmektedirler.

Beri yandan evlerimizin bir köşesinde artık yeni evliler için mütevazı bir evlilik mekânı açmaktan da oldukça uzaklaşmış bulunmaktayız. Kimse ne gelin kahrına ne de kaynana dırdırına katlanmak istemekte. Öte yandan boşanan kadın ?dul? kalmakta, evlilik sonrası o bir yığın mal varlığının bölüşümü ise önemli bir sorun oluşturmaktadır. Yani kendi ellerimizle önümüze koyduğumuz sorunların, kendi icat ettiğimiz ?yapay değerlerin? ağırlığı altında ezilmekteyiz. Ezilenler ise öncelikle ?dul? kalmaktan/görülmekten çekinen kadınlar, mutsuz bir aile içerisinde yaşamak zorundan kalan çocuklar, bu aileyi ayakta tutmakta zorlanan erkekler/kadınlar ve çaresizce uzatılmış ergenlik yıllarını yaşamak zorunda olan gençlerdir.

Geleneksel örf doğrultusunda teşekkül etmiş olan bir başka uygulama olan haremlik ve selamlık anlayışı nedeniyle de, yakın zamana kadar erkeklerle kadınlar aynı masada yemek yemedikleri gibi aynı mekânlarda da oturamazlardı; bu anlayışın doğal bir sonucu olarak da kadınlarımız okuyamaz ve toplumsal etkinliklere de katılamazlardı. Yıllarca önce, çağdaş yazarları da okuyan genç bir İslamcı molla, gazetelerde yazı yazan kadın yazarlarımızın -ki, o yıllarda sayıları birkaçı geçmezdi- isimlerine bile tahammül edemediğini, bunun onuruna dokunduğunu söylemişti.

Düşünebiliyor musunuz? Kur´an, kadınlardan ve en mahrem cinsel meselelerden bile bahseder. Ama bizim namus anlayışımız, birer mülk hâline getirilmiş kadınları dört duvar arasına hapsetmeyi bir yana bırakın, onların isimlerinden bile söz etmemeyi neredeyse dinî bir esas olarak telakki etmektedir. Günümüzde bile birçok dinî kisveli kişi, dindarane bir söylemle, genç kızları okullardan ve çalışma hayatından uzak tutmayı neredeyse bir ?din savunusu? haline getirmiş bulunmaktadır.

Bu sorun Aliya´nın da dikkatini çekmiştir: ?Muazzam geri kalmışlığı sebebiyle İslam dünyası çok hızlı bir eğitim ve sanayileşme temposunu benimsemek zorunda olacaktır. Hızlandırılmış gelişme her yerde onu takip eden despotluk, rüşvet, ailenin tahribi, hızlı ve haksız zenginleşme, yetenekli ve değer tanımayan bireylerin ön plana çıkması, geleneklerimizi yok eden hızlı şehirleşme, toplumsal ilişkilerin bayağılaşması, alkolizmin, uyuşturucu ve fuhşun yayılması riskleriyle yüklüdür.

Özellikle kapitalizmin saldırısı altında yeniden biçimlendirilmekte olan ailenin korunması önemlidir. Ama bunun maliyetini de kadınların zaten oldukça cılızlaştırılmış olan omuzlarına yükleyemeyiz. Buna dönük en önemli baskılayıcı kültür olan haremlik-selamlık uygulaması, II. Velid döneminde Bizanstan alınmıştır.? Bu ?birinci Romalılaşma?yı, Fatih Sultan Mehmet dönemindeki ?ikinci Romalılaşma? izleyecek ve o da İstanbul´un fethi sonrası, birçok uygulama gibi, Bizans Sarayındaki haremlik-selamlık uygulamasını da Osmanlı kültürüne ekleyecektir. Ki bu duruma Seyyid Kutub da ?İslam ve Kapitalizm Çatışması?nda dikkat çekmiştir.

Beri yandan ilk İslam toplumunda peçe kültürü de olmayıp, bu da, bilindiği kadarıyla Harun Reşid döneminde uygulanmaya başlanan yine bir saray kültürüydü. Aslına bakarsanız, tıpkı haremlik selamlık uygulaması gibi, boşanma zorluğu da büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğunun üzerinde kurulduğu Bizans (Ortodoks) kültürünün bir parçası ve etkisidir. Aslında bu anlayışın İslam´a olan uzaklığını anlamak için İslam tarihinin başlangıcına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir.

Boşanmada Kolaylık ve Aile

İslam tarihinin başlangıcında, evlenme kadar boşanma da oldukça kolaydı ve erkekler kadar kadınlar da bu haktan yararlanmaktaydı. Arap dünyasında bu örf, bazı sakıncalarıyla birlikte, hâlâ da sürdürülmektedir. Burada mevzunun sadece çok kadınla evlilikle, yani poligamiyle de karıştırılmaması gerekir. Çünkü çok kadınla evlilik, özellikle savaşlar sonrası ortaya çıkan toplumsal tabloda, sahipsiz kalan ailelerin devamlılığının sağlanması için, adeta erkeklerin bir görevlendirilmesidir. Çünkü o günkü toplumsal şartlar içerisinde kadınların herhangi bir toplumsal dayanakları, sığınakları ve güvenceleri bulunmamaktaydı. İslam ise, ütopik ama uygulama alanı bulunmayan reformlar ihdas etmek yerine, doğrudan toplumsal gerçekliği dikkate alarak bu toplumsal gerçekliğe hitap etmiş ve kendi inkılabını bu toplumsal gerçekliğin imkan ve ufku içerisinde gerçekleştirmiştir.

Açıktır ki çok kadınla evlilik, kadın sayısının erkek sayısıyla yaklaşık eşit olması nedeniyle ister istemez çok da yaygın olamayacaktır. Beri yandan bu, herkes tarafından duyulan bir ihtiyaç da değildir. Kaldı ki Peygamber (as), Hz. Ali´nin Fatıma üzerine başka bir kadınla evlenmesini de kabul etmemiştir. Bu ise, cari toplumsal gerçekliğin ötesinde, bu konudaki nebevi hassasiyete de bir işarettir. Ve hatta Ali ile Fatıma´nın evliliği, sair açılardan da, Peygamber (as)´in inşa ettiği bir evlilik modelidir. Sözgelimi bu evlilikte kadına karşı bir şiddet de yoktu.

Çok kadınla evlilik olsun, boşanma kolaylığı ve nüfus hareketinin seyyaliyeti olsun, o günkü Arap toplumunun sosyoekonomik yapısının da bir işlevidir. Göçebe ve tacir bir toplumda, tarım toplumları gibi statik bir aile yapısına ihtiyaç duyulmayacağı gibi, bu tip aile yapılarında, bu ihtiyacı temellendiren taşınmazlara sahipliğin getirdiği baskılar da hissedilmez. Beri yandan yine tarım toplumlarında ihtiyaç hissedilen emek gücü, yani geniş aile yapısı da, ticaret veya zanaatla geçinen şehirli toplumlar açısından çok anlamlı değildir. Göçebelikte ise, aileden de ziyade aşiret birliği önem taşırken, tarım toplumlarında geniş aile modeli daha öne çıkar ve imkân kazanır. Oysa günümüz şehirlerinde cari olan modern aile yapısı, daha çok çekirdek aile biçimine dayanır. Çünkü modern üretim ve tüketim aygıtı için çocuklar özenle büyütülmeli ve iyi bir eğitimden geçirilmelidir. İşte bunun içinse, oldukça maliyetli olan bir aile atmosferi ve ev konforunun sağlanması önkoşuldur.

Beri yandan kapitalizmin belirleyici olduğu bir vasatta, toplumun tüketim kapasitesinin artırılması açısından da aileler mümkün olduğu kadar parçalanmalı ve çoğaltılmalıdır. Ne kadar aile varsa o kadar buzdolabı, çamaşır makinesi, otomobil, ev ve eşya alınacaktır çünkü.

?İslam´ın Serüveni? adlı oldukça önemli çalışmasında M. G. S. Hodgson, aslında İslam´ın da temelde çekirdek aileyi güçlendirdiğini öne sürmektedir. Tabii bu çekirdek ailenin biçimi ve sınırları, ister istemez toplumun ekonomik ve kültürel yapısınca etkilenmekte ve değişebilmektedir. O günün Arap toplumunda, özellikle göçebe ve tacir toplumda, bir aileyi belli bir değişmezlik formuna bağlayacak olan taşınmazların ağırlığı söz konusu olmadığından, nüfus hareketleri oldukça kolay, rahat ve seyyaldi. Tarım toplumları ve günümüzdeki sanayi toplumunda ise durum farklıdır. Hatta dikkat edersek, ticaretle uğraşan Mekke burjuvazisi erkek egemen özelliklere sahipken, tarımla iştigal eden Medine toplumunda kadınlar da oldukça etkin ve saygındı.

Tarım toplumu işgücüne ihtiyaç duyduğu kadar, bu işgücünün kullanılacağı arazi yapısına bağımlılık nedeniyle, dağılma modeli yerine toparlanma modeline göre işler. Merkezkaç eğilimler yerine merkezcil eğilimler baskınlaşır. Geniş aile, toplu olarak üretimin yapıldığı, çocukların eğitildiği ve büyütüldüğü bir ağırlık merkezidir. Ticaret toplumunda ise ailenin merkezi parasal güce (büyük ölçüde sermayedara) bağımlılaşır, otoriterleşir; nüfus hareketleri ise seyyal ve dinamiktir. Belli bir mekâna bağlılık önemsizleşirken, zaman ise tarımsal toplumlarda olduğu gibi mevsimsel döngüler etrafında dairevi bir niteliğe sahip olmayıp, doğrusal bir süreklilik arz etmektedir. Dolayısıyla bu toplum tabiatın doğal düzeninden kopmuştur. Öne çıkan şey ise hareket, kazanç ve çıkar ilişkileridir. Dolayısıyla aile ilişkileri de dâhil, tüm diğer ilişkiler ikinci plana itilmiştir.

Günümüz şehirlerinde ise, sanayi üretimine ve bilgi birikimine dayanan modern yaşama biçiminin sebep olduğu ailelerin taşınmazlarının ve tüketim eğilimlerinin nicel ve nitel olarak artışı kadar, çocukluk döneminin ve çocuğun büyütülmesinin uzamasına sebep olan eğitim sürecinin uzunluğu da, boşanmayı zorlaştıran ve aileleri giderek iktisadi işletmelere dönüştüren bir modern aile yapısını ortaya çıkarmıştır. Pahalı evler, otomobiller, eşyalar, birçoğu belki de hiç giyilmeyen kıyafetler?

Tüm bunlar aileler ve ailevî ilişkileri ağırlaştırmakta ve birbirine bağlılığın bir mecburiyetine dönüştürmektedir. Yani birbirimizi sevdiğimiz ve saydığımız, birbirimize gerçekten bağlı olduğumuz ve huzurlu bir aile içerisinde yaşadığımız için değil; salt bu nesnel ağırlıkların bölünme, bölüşülme ve taşınmasını göze alamadığımız için sürmektedir çoğu evlilikler.

Geçmişte bir bohçayla ya da bir sandıkla yapılan evlilikler, şimdilerde küçük bir konfeksiyon veya mobilya mağazası açabilecek cesamette değilse hor görülmekte; salt giyilen gelinliğin ve yapılan düğünün maliyeti bile, ortalama bir evi donatacak niceliktedir. Muhafazakârlar ve muhafazakârlaştıkları ölçüde Müslümanlar da, bu tür bir kültürleşmenin en önemli taşıyıcılarındandır. Bu aile yapıları, tıpkı tarım toplumunda da olduğu gibi, bireyleri bu yapının birer parçası haline getirerek işlevselleştirmekte ve kopmalarını imkânsızlaştıran eğilimleri birer mecburiyete dönüştürmekte; hatta buna dinsel gerekçeler de bulmaktadır. Oysa aileyi sağlıklı kılan, bazı değişmezlik biçimlerine tâbi kılınmasından öte, üretken, sevgiye ve saygıya dayanan niteliğini koruyabilmesidir.

Deleuze ve Guattari ise, kapitalizmin tahakkümü altındaki günümüz ailesinin, kapitalist üretim ve tüketim standardına göre biçimlendirilen ödipal bir aile modeli olduğunu söylemekteler. Bu modelde aile, egemen kapitalist mekanizma tarafından oldukça ustalıklı bir biçimde işlevselleştirilmiştir. Küresel egemenlik bir yana, aile içi egemenlik bile erkeğin elinden hiç de farkına varamadığı bir biçimde çıkarılarak üst sistem tarafından ele geçirilmiştir. Kendisini bir tür uygarlaşma biçimi olarak benimseten ya da dayatan bu modelin baskıcılığıyla baş edemeyen ?aile reisi? tarafından bu işleyişe karşı duyulan öfke, çoğu kez çaresizce aile üyelerine yansıtılmaktadır. Daha çok da muhafazakâr kesimler, bu durumdan hoşnutsuzluklarını ve doğrudan kapitalizme yöneltemedikleri hınçlarını, hususen de bu duruma atfettikleri boşanma eğilimlerinden ve buna yönelen aile üyelerinden çıkarmaya çalışmaktadırlar. Çünkü aile onlar açısından savunabileceklerini zannettikleri son kale haline gelmiştir. Oysa kendi zavallı öfkeleri ve korumacı hassasiyetleri bile son tahlilde kapitalizmin kâr hanesine yazılmaktadır.

Kadınlar ve çocuklar üzerinde oluşturulan baskılar, bu işlevsel modeli ayakta tutmanın bir formülü haline gelmiş bulunmaktadır. Sayıları giderek artırılmaya çalışılan çocuklar, daha bebekliklerinden itibaren, kapitalizmin işlikleri için nitelikli üreticiler olmak üzere eğitilmekte; aile neredeyse tüm imkânını, kendi asli ihtiyaçlarından bile feragat ederek buna hasretmektedir.

İslam açısından ise ailenin ağırlık merkezinde mülkiyetçilik olmadığı gibi, aile, kendisini ve üyelerini katı bir biçimde dış dünyaya kapatan ya da üretimsel-tüketimsel sisteme göre işlevselleştiren ?ödipal? bir yapı da olamaz. Önemli olan ailenin huzuru ve akrabalık ilişkilerinin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesidir. Bunun sağlanabilmesi içinse, gerekirse eşlerin ayrılabilmesi dahi göze alınmalıdır. Boşanmanın ve evliliğin zorlaştırılması yerine, bunun kolaylaştırılması halinde, çeşitli gerekçelerle evliliklerini sürdüremeyen eşler, ayrılarak başka aileler oluşturabilecektir. Geleneksel modelin yegâne aile modeli olarak dayatılması ise, evlenme kadar ayrılmaları da zorlaştırmakta; ayrılıkları ise eşlerin birbirine düşmanlaştıkları ve çocukların bu travmatik durumdan olumsuz bir biçimde etkilendikleri bir şiddet sürecine dönüştürmektedir.

Bir başka temel husus ise, erkek ve kadın ve hatta çocukların, asla birbirine sonuna değin bağımlı, mecbur ve yazgılı olmayışlarıdır. Son tahlilde her fert, kişisel olarak Allah´a tâbidir ve Allah´ın kuludur (devletin, ailenin ya da kapitalizmin değil). Gerçi sorumluluklarımız bazı dolayımsal ilişkiler içerisinde belirginleşse de, asli sorumluluğumuz Allah´a karşıdır. İşlerimiz ise, aile içerisinde olduğu kadar toplumun her katmanında da istişareye dayanmalıdır, hükümranlığa değil. Oysa günümüzün muhafazakâr anlayışı, kadınları ve çocukları neredeyse erkeğin (babanın) kulları (köleleri) hâline getirmek istemektedir.

Bu pederşahi model ise, farklı tarihsel güzergâhlar ve toplumsal koşullardan türemiştir; dolayısıyla bu modelin İslamîliğini iddia etmek temel bir yanlışlıktır. Çünkü İslamî sorumluluk anlayışı öncelikle ferdî bir sorumluluğa dayanır. Daha sonra ailevî ve toplumsal sorumluluklar gelir. Bu tip bir sorumluluk anlayışı ise özgürlükle birlikte anlamlıdır. Kısacası insan özgür ama sorumlu bir varlıktır ve sorumluluğun asli muhatabı ise Allah´tır.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —