Şampiyonlar Ligi Finali İstanbul’da oynanacaktı, olmadı. Vaka ve ölüm sayıları ortadayken bize düşen, UEFA’ya, “Chelsea ve City’i takım ve taraftarlarını misafir etmekten gurur duyarız; fakat tereddütleri de anlıyoruz ve yer değişikliği konusunda alınacak karara saygı duyacağız” demek ve gelecekteki benzeri final organizasyonlarının neredeyse tabii adayı olmaktı. Anlamsız bir huysuzluk gösterisiyle sevimsizleştik ve sempati ödülünü de kaybettik sanki.
Final, iki İngiliz takımı arasında oynandı ve Premiership’in pandemi şartlarında bile futbolu, güzel oyunu koruma ve kollama bakımından neden emsalsiz olduğunu bir kere daha ispat etti. Ronaldo’nun İtalya’ya gitmesiyle neredeyse bir gömlek aşağı düşen La Liga, önünde sonunda ve bir biçimde Bayern’in şampiyon olduğu Bundesliga ve Serie A’ nın Premiership’le rekabet edebilmesi güç gözüküyor. Sadece maddî büyüklükler değil, oynanan futbolun kalitesi de bu yargıyı doğrulayacak düzeyde.
KAZANAN VE KAYBEDEN
Bunları bir yana bırakırsak, final, Tuchel ve Chelsea’nin kazandığı, Guardiola’nın kaybettiği (City’nin değil) bir final oldu. Futbolda teknik direktörlerin katkısı her zaman tartışmalı bir konudur ancak bu finalin gösterdiği, teknik direktör katkısı ve müdahalesinin sonucu her zaman şu da bu şekilde belirlediğidir.
Bu belirleme iki türlü olabilir; bazı teknik direktörler umumiyetle sadece futbolun doğrularına önem verirler ve bu doğruları takımlarının ihtiyaçlarıyla uyumlu kılmaya gayret gösterirler. Bazılarıyla, zaman zaman pratik sonuçlarla da parlattıkları “şahsî doğrularıyla” işgörürler. İlk tutum belki başarıyı garanti etmez, ancak yola devam her zaman mümkündür. İkinci tutumla elde edilebilecek herhangi bir başarının kalıcı olması söz konusu değildir. Bu teknik direktörler, arkalarında genellikle büyük bir enkaz bırakırlar.
Geçtiğimiz Dünya Kupası yarı finalinde Fransa ve Belçika karşı karşıya geldi; Fransa’nın 4, Belçika’nın 5 korneri vardı. Neredeyse bütün istatistiklerde Belçika’nın üstünlüğü olmasına rağmen Fransa maçı Umtiti’nin golüyle 1-0 kazandı ve finale yükseldi. Farkı yaratan, Fransa’nın kornerlerini takımın en iyi top kullanan elemanlarından birisi olan Griezmann’ın atması, Belçika’nın en kritik dakikalarda aynı işi De Bruyne varken, Chadli’yle görmeye çalışmasıydı.
Fransa iyi kullanılmış kornerlerden birisini gole çevirdi; Belçika, set oyununda tükenen şansını serbest atışlarda yenileyemedi ve belki de Martinez’in küçük görünen bir tercihi nedeniyle maçı kaybetti. Daha önceki Avrupa Şampiyonası’nda olduğu gibi Belçika, Avrupa futbolunun en yetenekli kadrosuna sahip olmasına rağmen bir başarı elde edemedi. Martinez bu yetenekler topluluğundan şimdi bir verim alabilecek mi, kuşkuluyum.
Wenger Hocam, büyük Arsenalimizin her zaman büyük kalacak teknik direktörü son yıllarında o kadar çok Wengeryen çözümler peşinde koştu ki saymakla bitmez. Bu arayış takımı ve kendisini tüketti. Mesela sol bek olarak verimliliği her zaman kuşkulu Nacho Monreal’in (ki Londra’da bir tanıdık bulup sokakta sakatlamayı bile düşünmüşlüğüm vardır) çok becerikli bir futbolcu olduğunu (sanırım 2016’ydı) ve bir sonraki sezon onu orta sahada, oyun kurucu olarak değerlendireceğini söylemişti. Bir iki maç oynattı da; ancak ne kendisini de Nacho Monreal’i kurtarabildi. Bu türden kararlarıyla önce Unai Emery’le, sonra da Arteta’yla iyice vasatlaşan Arsenal’a giden kapıyı açtı maalesef.
AC Milano’nun tarihinde silinmez izler bırakan Capello ya da Sachhi’den birisi, geçmiş zaman bir maçta mecburiyetten 11 numara Daniele Massaro’yu sol bek olarak kullandı ve Massaro harikalar yarattı. Maçtan sonra Massaro’yu tekrar orada değerlendirecek misiniz sorusuna cevapları netti: “Kesinlikle hayır, tam tersine Massaro’nun oraya kadar gelmesini yasaklamayı bile düşünebiliriz, bu bir maçlık çözümdü ve işlemeyebilirdi.”
Jonathan Wilson, Guardian’da José Mourinho’nun Spurs’den ayrılması üzerine, büyük teknik direktörlerin giderek kendi kimliklerinin gerisine düşmelerini açıklayan önemli bir noktayı vurguladı. Özetlersek, Mourinho, tıpkı Wenger gibi, tıpkı Terim gibi bir yerden, bir noktadan sonra, karşılaştığı sorunlara elindeki malzemeyle en iyi çözümün nasıl bulunabileceği sorusunu, bu durumda bir “Mourinhosal çözüm nedir”sorusuna çevirdiğinden, kısmî ya da bütün bir megalomaninin tabii sonucu bu, giderek bir yerden sonra hiçbir takımda dikiş tutturamadı. Şimdi Roma’da şansını yeniden deneyecek.
ŞAPKADAN TAVŞAN ÇIKARMAK
Guardiola bir finali daha, işlemediği ilk dakikadan açığa çıkan bir diziliş ve düzenekle oynamaya karar verdiği ve bunda uzun müddet ısrar ettiği bir futbol aklı nedeniyle kaybetti. Rekabetçi karakterine rağmen, ilk dörtle gerisi arasında büyük güç farklılıklarının olduğu Bundesliga’da, geridekileri ileri, ileridekileri geri çekerek (defanstan hücum, orta alandan savunma) yarattığı sistem o zaman da Avrupa’da hüsranla sonuçlanmıştı.
Bu sene takımın en skorer ismini (İlkay Gündoğan) savunma hattına tayin etmek ve serbest oynadığında ve canı istediğinde ve sakat olmadığında her zaman bir futbol resitali sunan Kevin De Bruyne’yi ilerde striker olarak kullanmak Fulham’a karşı etkili olabilir ama burada Şampiyonlar Ligi finalindesin ve rakibin, FA Cup yaraları hâlâ kanayan ve kısmi bir yükseliş yaşayan Chelsea. Biraz tedbirli bir kadro ve oyun tercihi hiç fenâ olmazdı!
City’nin final kadrosunda, Zinchenko, Foden, Mahrez ve Silva gibi dört sol ayaklı ve mecburen birbirlerinin alanlarında oynayan, İlkay’ın ön liberoluk yaptığı (orada oynadığı önemli karşılaşmalarda bu tercih her zaman sorunluydu, mesela Almanya İspanya’dan 6 gol yemişti), hatır için de olsa Jesus ya da Agüero’dan birinin santrafor mevkiine konulmadığı bir diziliş vardı.
Buna karşılık, bu sene Klinsmann’ın İtalya’daki ilk yılındaki beceriksizlik rekorunu nerdeyse egale eden Werner Chelsea’nın kadrosundaydı. Çünkü herşeye rağmen Werner, rakip defansın kuruluşunu ve çıkışını engelleyen bir hareketliliğe sahip ve ceza sahası içerisinde hamle becerisi (şimdilik sonuçsuz da olsa) var. Tuchel, Chelsea’nın artık kontra atakla oynamak zorunda kalacağı dakikalarda Werner’i çıkarmakta tereddüt bile etmedi. Karşılığında Guardiola City’nin çizgiye en hızlı inebilecek elemanı Sterling’i sahada tutmamayı tercih etti-üstelik çift santrafora dönmeye karar vermişken.
Chelsea’nin Mount ve Havertz’le çok çabuk ve hızlı değişebilen oyun hızını bir tek savunmacıyla karşılamak, kanatlardan rakip alana inen atakların ceza sahasında atılacağı bir tek adam istihdam etmemek, savunma becerileri yüksek Laporte yerine Zinchenko’yu tercih etmek… ve belki de en önemlisi, sahaya çıktığı onbir ve oynamaya karar verdiği futbolun daha oyun başlarken işlemediği ortaya çıkmışken, skor dezavantajına yakalanmışken 70 dakika beklemek! Olmuyor hocam, şapkadan tavşan çıkmıyor!
Tuchel, City’nin öbür türlü bir dizilişle çıktığında bile, sürekli topa sahip olması durumunda herhangi bir şansının olmayacağını bildiğinden oyuna ortak olmak arzusuyla başladı. Guardiola tercihleriyle bu arzuyu daha da canlandırdı. (Bir futbol doğrusu olarak kaydedilebilir mi: iyi hücumcu takıma karşı en iyi silah, savunma değil, senin de hücum yapman olabilir mi hocam?) Son 20 dakikalık City baskısına rağmen, yüzde 40/60’lık topa sahip olma oranı bunu kısmen de olsa başardığını gösteriyor. City’nin, neredeyse tek pozisyonunun olmadığı maçta, skor 1-0’sa, bu daha çok Werner’in “başarısı”, City defansının değil.
MESAJ DA VAR
Yazının bir mesajı da var. En son Azerbaycan maçında spor ceketi, içine giydiği sweatshirtü ve Alexander McQueen sneakerıyla gençleşmiş Şenol Güneş’in (Hocam, biz sizi Sümerbank takım elbisesi giyiyor diye eleştirildiğinizde de sevmiştik!) sanırım son kez denendiğinde İzlanda’dan üç yediğimiz 3’lü defansla oynamaya çalışması, kanat oyuncularından orta saha, orta saha oyuncularından kanat elemanı yaratmaya gayretini (hocam, bunları bırakın Fatih Terim yapsın; Martin Linnens fırsat verilse ve beklense büyük bir sol kanat oyuncusu olur zaten!) şaşkınlıkla karşıladık.