Yaşam hikâyesi 1927’de başlar. Babası Kerküklü bir Osmanlı zabiti Arif Hikmet Bey, annesi Erbil’in ulemalarından Şeyh Abdülkadir Cibrali’nin kızı Sare Hanım’dır. Ailesi geniştir; sekiz kardeşin en küçüğüdür.
2 yaşındayken annesi dünyayı acı bir şekilde terk eder. Dokuzuncu çocuğuna hamile olan Sare Hanım, doğumdan çıkamaz. Ahmed, önce annesini, sonra kardeşini kaybeder. Babası, yeniden evlenir. Anneliği, ona öz annesinin eksikliğini hissettirmemek için elinden geleni yapar. Sevgiye bakar ona, bir dal gibi üzerine titrer. Dağda bayırda eşkıya kollayan babanın yokluğunda onu korur, kollar, binbir zahmetle büyütür.
Ancak anne hasreti bir başkadır, onun yokluğunun verdiği özlem Ahmed’in bütün bir benliğini kuşatır. Yıllar sonra Zeynep Oral’a verdiği söyleşide kendini, ruh halini ve bütün bir hayatını tek bir kelime ile özetler: “Öksüzüm.”
Öksüzlüğü günden güne büyümüş, yüreğini kavurmuş ve diğer hasretliklerine de yataklık etmiştir. Arif’in memleket hasretinin de sevgili hasretinin de altında hep anne hasreti yatar.
33 Kurşun
Çocukluğu Diyarbekir, Siverek ve Harran’da geçer. Liseyi okumak için Afyon’a gider. Parasız yatılı bir öğrencidir. Hasretini dindirmek için şiire sığınır. Afyon Lisesi’nin sıralarında dirsek çürütürken yayınlanır ilk şiirleri. Liseyi bitirdikten sonra babasının emeklilikten sonra yerleştiği Diyarbekir’e gelir. Sonra ver elini askerlik. Terhisinin ardından üniversite tahsili için Ankara’yı mesken tutar, Dil-Tarih’te felsefe okur. Ancak bitirmez. Bir iki defa devlet dairelerine kapak atmaya çalışır ama gönlü artık şiire kaymıştır.
1943’teVan-Özalp’ta, Türkiye-İran sınırında 33 köylü hayvan kaçakçılığı iddiasıyla, 3. Ordu Komutanı’nın Mustafa Muğlalı’nın emriyle kurşuna dizliler. 32’si ölür, biri kurtulur. Kurtulan kişi, katliamı ilgili makamlara bildirir ama ilk başlarda sonuç alamaz. Devlet, 32 Kürdün katledilmesini sümen altı etmeye, üstünü örtmeye kararlıdır.
Ancak bir yandan da Türkiye’de değişim rüzgârları esmektedir. Tek parti devri bitmiş, çok partili siyasi hayata geri dönülmüştür. Demokrat Parti kuvvetli bir muhalefet odağı haline gelmiş ve eski defterlerin kapağı aralanmıştır. Özalp Hadisesi de kapağı aralanan defterlerden biridir. Evvela Meclis’e konuyla alakalı bir soru önergesi verilir, ardından olayda dahli olanlar hakkında soruşturma açılır, soruşturma davaya dönüşür.
Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde yapılan yargılamaların ardından Muğlalı, 2 Mart 1950’de önce ölüm cezasına çarptırılır, akabinde ilerlemiş yaşı ve hafifletici nedenler göz önünde tutularak bu ceza 20 yıl hapis cezasına çevrilir. Fakat Askerî Yargıtay kararı bozar; bozma kararı üzerine yeni yargılama başlamadan Muğlalı 11 Aralık 1951’de 71 yaşında hapiste ölür.
Ahmed Arif bu olayı gazetede okur ve ağıt olarak tasarladığı bir şiir yazar. Şiirini yayınlamayı hiç düşünmez ama kısa bir vakitte bu şiir elden ele dilden dile dolaşır, kulaktan kulağa fısıldanır. Artık 1943’teki olay, Özalp Hadisesi veya Muğlalı Olayı olarak değil “33 Kurşun” olarak tanınır olur. 33 Kurşun denildi mi herkes neden bahsedildiğini bilir, 33 Kurşun her şeyi çok net anlatır.
Sevdalıktandır
Şiirleri tanındıkça devletin radarına daha çok girmeye başlar. 1950’de ilk kez gözaltına alınır. Nezarette çok pis döverler onu. Ağzı burnu dağılmış, kollarını kaldırmaz, gözünü-kaşını oynatamaz bir vaziyette bir tarlaya atılır. Ölüme terk edilmiştir. Tesadüfen oradan geçen biri onu görünce hayatı kurtulur. Ölümün soğuk nefesini ilk orada ensesinde hisseder.
1952’de devlet, tekrar misafir etmeye karar verir Arif’i. Elleri kelepçeli ve dört polisin ortasında Ankara’dan İstanbul’a trenle götürülür. Aynı kompartımanda yolculuk ettikleri bir teyze haline acır. Suçunu sorar. Arif, kafasını kaldırır, karşısında temiz, hoş, iyi niyetli bir Anadolu kadını vardır. Komünistlikle, solculukla teyzenin kafasını karıştırmak istemez, teyzeye bakar ve “Sevdalıktandır” der. Yüreğine dokunur teyzenin bu laf, çıkartır cebindeki birkaç kuruşu ona vermek ister. İçi geçer Arif’in, minnettarlığını ifade eder ama almaz o parayı.
İstanbul’da adresi, işkenceleriyle meşhur Sansaryan Han’dır. Ağır hem de çok ağır bir işkenceye maruz kalır. Bir “tabutluk” içinde gecesi gündüzüne, günü haftasına, haftası ayına karışır. Hücresinde bulduğu bir kibrit çöpü ile duvara çizik atar, ne kadardır içeride olduğunu anlamak için. Zamandan kopar.
Gelen gideni de yoktur. Bir gün askerlerden biri ona yeşil soğan getirir. Ziyaretçilerden birinden kalmıştır, asker de ziyan olmasın diye onu Arif’e vermişti. Yeşil soğanı görünce baharın geldiğini anlar. Efsanevi “Görüşmecim yeşil soğan göndermiş ve dağlarına bahar gelmiş memleketimin” dizeleri, o günün hatırasıdır.
Hasretin tercümanı
1954’te tahliye olur. Sürgün edilir, Diyarbekir’e gönderilir, orada bir tuğla ve kiremit fabrikasında kâtip olarak çalışır. Yasağı bitince Ankara’ya döner. Gazeteciliğe başlar. Öne çıkmaz, arkada durur. Vitrinde değil, mutfaktadır.
1954-1959 yılları arasında Leyla Erbil’e inanılmaz mektuplar yazar. Sırılsıklam bir aşığın kaleminden çıkan satırlardır bunlar. Lakin Erbil, dostluk hududunu baştan koyar. Sevda onu terk etmez ama Arif de zamanla bunu kabullenir. Arif’in Erbil’e mektupları, ikisi de bu dünyadan göçüp gittikten sonra yayınlanıp gün ışığına çıkar. Erbil’in Arif’e mektuplarının ise, arşivci bir ruhu olmayan Arif’in onları saklamamasından ötürü, izi bulunmaz.
1960’dan sonra Fikret Otyam’ın söyleşilerinin arasına onun şiirlerinden parçalar serpiştirmesiyle şöhreti artar. Tek şiir kitabı olan “Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968’de yayınlanır. Kitap baskı üzerine baskı yapar, fırtınalar kopartır. O kitap herkesin hasretine hitap eder. Aşk derdini çeken de, sıla acısıyla kıvranan da, devletle başı hoş olmayan da Arif’in mısralarında bulur kendini. Sevdalar onla dillenir, özlemler onla tutuşur, yürekler onla yanar.
Hasretin tercümanı olmuş, cümle âlemi peşine takmıştır ama o pek ortalıkta görünmez. Sınırlı olan arkadaş ve dost çevresinin dışına çıkmaz. Gazetelere konuşmaz, göz önünde dolaşmaz, sessiz ve sakin kalmak ister. Ve bir şiir kitabı daha yazmaz.
“Hepsi kafamda”
“Neden bir kitap daha yazmadın, neden yazmıyorsun?” sualiyle sıklıkla karşılaşır. “Hepsi kafamda” der ama kafasındakileri kâğıda dökmez. Derin bir endişe, büyük bir korkudur onu yeniden yazmaktan alıkoyan. Sansaryan Han’da geçirdiği cehennemi günler, sonraki hayatına da yön vermiştir. Kendisine reva görülen neyse, yazdıklarının yakınlarına zarar vermesi ihtimalinden duyduğu korku nedeniyle, ömrümün son demlerine kadar yeni bir şiir kitabı çıkarmaya tevessül etmez. Şiirlerini, kafasında kendisine saklar, bizlerle paylaşmaz.
Nihayetinde yakınlarının, bilhassa oğlu Filinta’nın ısrarı, “Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem” dedirten ısrarını kırar. “Tamam” der. Şiirlerin hepsi zaten hazırdır, bir-iki haftada derleyip toparlanıp çıkacak haldedir. Ancak tam niyet etmişken, ikinci kitaba bu kez kader geçit vermez. 1991’de, daha 64 yaşındayken bir kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar.
Ahmed Arif, prangalar eskiten hasretin şairidir. Herhalde çok az kişi hasreti onun kadar incelikli onun kadar derinlikli anlatabilir. Dilek Gül, hasreti damarlarımıza zerk eden bu büyük şaire dair güzel bir belgesel yapmış. Olanakları kısıtlı da olsa iyi bir iş çıkarmış, Arif’in hayatına ve hasretine daha yakından nüfuz etmemizi sağlamış.
“Ahmed Arif’in Hasreti”nden mahrum kalmayın, bu güzel belgeseli seyredin, emin olun sizin hasretinize de iyi gelecektir…