Sufilerin ahlakı
1. Tasavvuf ve ahlak
Tasavvufun tarihte kamusal ahlakın oluşturulmasında olumlu veya olumsuz etkisini araştırmak, konunun önemli boyutlarından biridir.
Tasavvuf ehlini göre, tasavvuf esas itibariyle ahlaktan ibarettir. Ebu Bekir el Kettani, Ebu’l Hasan en Nuri, “tasavvufun ahlaktan ibaret olduğunu” söylemektedirler. En Nuri, tasavvufu ahlak ile aynileştirirken, bilgiyi ve merasimleri devre dışı bırakır. Kettani de iyi ve kötü huyların aynı kişilikte bulunamayacağına işaret ettikten sonra “Ya göründüğün gibi ol veya olduğun gibi görün” der.
En genel ifadesiyle tasavvufi ahlak “kötü huylardan arınmak (tahalli), iyi huylar kazanmaktır (tehalli).” Tasavvufun ahlakla ilişkili olduğu doğrudur. Ünlü sufi Cüneyd Bağdadi (öl. 298/911) özlü bir şekilde, tasavvufun kötü huylardan arınmak, iyi huylar edinmek olduğunu söyler. Bu da ancak ilahi sıfatlarla sıfatlanmakla mümkün olur. Sufilerin özellikle zühd ve takvayı temel aldığı ilk dönem için bu böyledir. Lakin bu ahlakın nasıl bir ahlak olduğuna, hangi kaynaklardan derin etki aldığına ve tarihte kamusal teamüllere mesnet teşkil eden ahlak(sızlıklar)a nasıl bir katkı yaptığına bakmak lazım.
Tasavvufun tamamen İslami kaynaklara ait olduğunu öne süren L. Massignon dışında kahir ekseriyetiyle konu üzerinde çalışanlar, tasavvufun Yunan, Hind ve Hıristiyan mistisizminden derin etkiler aldığını düşünmektedirler. Kuşkusuz kaynakları hariçten olsa bile, tasavvuf İslami iklimin ürünüdür. Ancak bu İslam’ın sahih akidesi ve mutedil varlık-insan görüşü açısından sorunsuz olduğu anlamına gelmez.
Ebu Bekir Varrak (280/893) insanları üç ana gruba ayırır: Ulema, umera ve fukara. “Fukara”dan kastettiği sufi dervişlerdir. Ona göre ulema bozulunca (ifsad) din gider, umera (yöneticiler) bozulunca geçim bozulur; sufiler bozulunca ahlak gider. Ulemayı hırs, yöneticileri adaletsizlik, sufileri riya yoldan çıkarır. Üç grubun birbirleriyle ilişkileri de şöyledir. Yöneticiler alimleri dinlemedikleri, alimler yöneticilerin emri altına girdikleri zaman bozulurlar. Sufileri bozan şey ise gösteriştir.
Daha önceki bir çalışmamda tasavvufun üç ana döneme ayrıldığını yazmıştım: Zühd ve takva dönemi, felsefi dönem ve tarikatlar dönemi. Ahlaki hayata kattıkları ve ahlaki davranışları şekillendirmesi yönüyle zühd ve takva dönemi, mistik dönem ve felsefileşmiş tasavvuf diye ayırabiliriz.
Birinci dönemi Hasan Basri (öl. 110/728) ve Haris el Muhasibi (öl. 243/857); ikinci dönemi Horasan merkezli erenler/dervişler ve üçüncü dönemi Muhyiddin ibn Arabi ile simgeleştirmek mümkün. Tasavvufun ahlaki algı ve tutumlar üzerinde belki kelam ve fıkıhtan da etkin rolleri olmuştur. Her ne kadar biz Bağdat ve Horasan merkezli iki ana tasavvuf algısından söz etsek bile, iki akım arasında kategorik ayrım yapmak da güçtür, zaman zaman biri diğerine kolayca geçiş yapabilmektedir. Harasan sufilerinden olup Irak’ta Fırat nehri kenarı Hitte’de vefat eden Abdullah bin Mübarek (öl. 181/797) bunun tipik örneği sayılır. “Kitabuü’z Zühd ve ‘r Rekaik” adlı eserinde mistik sufilerden farklı olarak ilim hayatının zayıflamasından yakınmakta (Abdullah bin Mübarek, Kitabuü’z Zühd ve ‘r Rekaik, Çev. M. Ali Teymur, Seha Neşriyat, İstanbul-1992, s. 206.), tasavvufi söylemlerini zühd ve takva ile sınırlı tutmaktadır.
Bağdat ekolü büyük ölçüde sahabe davranış ve itirazlarını referans alıyordu. Ebu Zer el Gifari ve Huzeyfetü’l Yemani gibi sahabeler, dünya hayatının fetişleştirilmesine, siyasi iktidarın baskı ve yozlaştırıcı politikalarına karşı gösterdikleri tepki onların ilham kaynağıydı. İşte tam bu çerçevede hicretin ilk iki yüzyılında zahidler (Zuhhâd), Kur’an okuyanlar (Kurra), çokça ağlayanlar (Bekkâin), ibretli hikaye ve kıssa anlatanlar (Kussas) gibi adlarla anılan halk vaizleri ve mürşidler ortaya çıktı; bunlar genellikle insanları Hz. Peygamber’in sünnetine dönmeye ve ölümü akıllarından çıkarmayıp Allah’tan korkmaya davet ediyorlardı. Zühd ve takva merkezli ilk dönemin Hallac-ı Mansur’a (öl. 922) kadar sürdüğünü söyleyebiliriz.
Mistik unsurların karıştığı ikinci dönemin fetihlerle birlikte genişleyen İslam imparatorluğuna çok sayıda kavmin dahil olmasıyla belirgin hale gelir. Eski inanışlardan, pagan ritüellerden, Şamanist inanç ve özellikle Hind mistisizminden önemli etkiler alan mistik tasavvufi akımlar ve şahıslar yeni Müslüman kitleler üzerinde muazzam bir etkiye sahip oldular ve neredeyse Erol Güngör’ün deyimiyle “mevcut İslam cemaatinden ayrı bir dine sahip gibi göründüler. İslam doktrini açısından büyük kusurlar ve hatalar ifade eden bu İslamlaşma, daha sonraki yıllarda milli din iddialarına kaynak olmuş…” (Erol Güngör, İslam tasavvufunun meseleleri, Yer-Su y. İstanbul-2018, s. 140.) Güngör, mistik tasavvufun İslamlaşmadaki rolünde üç faktör görür: Biri Emevilerin iktisadi sebeplerle kitlelerin İslamlaşmasına pek sıcak bakmamaları; ikincisi Asyai dinlerin spritüalist ve hayali inanışların pek dünyevi ve pratik hayat tarzını önemseyen İslamiyet’le uyum sağlayamaması; diğeri de şehirleşmemiş halk kitlelerin, göçebe aşiretlerin ulemanın takip ettiği usullerle yapılan tebliğ ve propogandanın fazla tesirli olamayışı. Yeni Müslüman kavimler İslamiyet’in ana umdelerine bağlı kalındığında mistik ihtiyaçlarına cevap verecek unsurlar bulmuyorlar, bazen da esasında yeni dini layıkıyla anlamadıklarından uzak kalıyorlardı. Bu durum tasavvufun zühd ve takvadan çıkıp mistikleşmesine yol açan önemli bir sebeptir. Tasavvufun bu yeni versiyonu Asya’nın, Horasan ve Kuzey Hindistan’ın Müslümanlaşmasında önemli rol oynadı.
İşte tasavvufun bu türü Türklerin dini ve manevi hayatları yanında kültürel algı ve davranışlarını şekillendirdi. Asya steplerinden kopup gelen aşiretler okuma yazma bilmez (ümmi) kimselerdi; Horasan sufilerinden birtakım şeyler öğrenmişlerdi; inançları sahih-mazbut esaslara dayanmıyordu, pek ala eski inançlarını (veli, türbe, yatır vs.) yeni dine dahil ettiler, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında aktif rol oynadılar ama İslamiyet ve tasavvuf konusunda kendilerine öğretmenlik yaptıkları halktan daha bilgili kimseler değillerdi. “İşte bizim tarihimizde Horasan Erleri veya Erenleri denilen kimseler bunlardır” der Erol Güngör. Zaman geçtikçe bu bir tür “halk dini” halini almıştı; mistik tecrübe bakımından Sünni tasavvufla bazı benzerlikler gösterse bile, dinin esas umdeleri açısından bakıldığında bambaşka bir şeydi. Sufi Türkmenlerin medrese ile araları pek iyi değildi; medresenin inisiyatifi ele geçirdiği dönemler nisbeten sükun ve istikrar sağlandı, etkisini kaybettiği durumlarda bu mistik tarikat ve gruplaşmalar büyük problemler çıkardı. Ne olursa olsun Anadolu’nun Türkleşmesinde bu dervişlerin rolü büyük olmuştur.
Aslında bu olgu sufi hareketin askeri ve siyasi iktidardan pek de kopuk olmadığını gösterir. Bizans-Türk sınır boylarında tıpkı Horasan erenleri gibi dervişler askeri birliklerle atbaşı olmuş, onlara manevi destek sağlamışlardır. Zaman zaman da talep çıtalarını yükselttikleri oranda ihtilal ve ayaklanmaların destekçisi veya öncüsü olmuşlardır. Göçebe aşiretler ve şehirleşmemiş cahil halk üzerinde hayli etkisi olan tarikatların etkisini kırmak, yerleşik bir devletin gerektirdiği bilgi materyalini tedarik etmek üzere Selçuklular Konya’da medreseler kurdularsa da, bir tür denge sağlanamadı; tekke-medrese ikiliği ve çatışması bir türlü ortadan kalkmadı. Medrese ulemasının özellikle Gazali’nin Sünni doktrin lehine yaptığı uzlaşma çabasından sonra sufileri kontrol altına almadığı zamanlarda sufilik Şiiliğin gelişmesine zemin hazırladı. Mevlevi, Bayrami, Nakşi gibi tarikatlar ise ana yönelimleri bakımından siyasi iktidarla birlikte hareket etme, iktidarla uzlaşma veya mümkünse iktidarı ele geçirme tavrı içinde oldular.(Erol Güngör, Age, s. 141-146.)
2. Zühd ve takva/İki ekol
Yukarıda değindiğimiz üzere ilk dönem tasavvufla ilgili altı çizilebilecek ana tema zühd ve takva kavramlarıdır. Zühd, kısaca dünyaya değer vermemektir. Ancak bu ilk dönem sufileri açısından dünyadan kopup inzivaya çekilmek, toplum dışı yaşamak veya ruhi-bedeni çilecilik yoluyla çeşitli metidasyonlara, riyazetlere başvurmak değil, hak ettiğinden fazla dünyaya değer vermemektir. Dengeyi şu ayet sağlamaktadır: “Allah’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma.” (28/Kasas, 77.) Prensip şudur: Dünya sevgisini kalbin içine almadan meşru, makul ve maruf çerçevede dünyanın nimetlerinden yararlanmak.
İkinci anahtar terim takva ise, kişinin kendi nefsi başta olmak üzere canlı hayatın-tabiatın ve öteki insanların hak ve hukuklarını ihlal etmekten sakınıp kaçınmaktır. Allah’ın ısrarlı buyrukları bunu gerektirir. Başlangıçta zühd ve takvayı sarılanlar ilim sahibi muhalif kimselerdi. Bunların önemli temsilcisi Hasan el Basri sayılır. Hasan el Basri bir fakih ve kelamcı olduğu kadar manevi ve zühd hayatı zengin bir alimdi.
İlk nesil sufiler ilim sahibiydiler; önemli bir kısmı fakih, muhaddis veya kura idiler; her birinin bir mesleği vardı, halkın sırtından geçinmezler, istisnaları olsa bile iktidarlardan uzak kalmaya çalışırlardı. Bağdat ve Basra sufilerinin kahir ekseriyeti bu özelliklere sahiptiler. Ortaya çıkışları Emevilerle birlikte başlayan bozulma ve yozlaşmaya bir tepki idi; fakat tepkilerini inzivaya çekilip hayatlarını ibadet ve zikirle geçirmek değil, aynı zamanda söylem ve kendilerine özgü eylem seviyesinde idi. Bir yandan Hz. Peygamber’in sade hayatından sapmaya dikkat çeker, mümkün mertebe onun sünnetine uymaya çalışırlarken, diğer yandan Fazlurrahman’ın işaret ettiği üzere iktidardakilerin keyfi yönetimlerine, kendi arzu ve emellerini devletin kanunu haline getirmelerine itiraz ediyorlardı. Sonraki dönemlerde sufilerin inzivaye çekilme tutumu yönetim ve kamu işlerinden de çekilmeyi öğütlemeye başladı. (Fazlurrahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Selçuk y, 3. Bsm. İstanbul-1993, s. 180.)
Tasavvufun zühd ve takvadan çıkıp Hind ve Hıristiyan mistisizminin etkisine girmesi uzun bir zaman almıştır. Zühd ve takvayı Emevi ve Abbasi dönemlerinde Arap kökenli kimseler öne çıkarıyor, bunlar paradoksal gibi görünse de ağırlıklı olarak Hanbelilerden oluşuyordu. Hanbeli zahidler fıkıh ehliydi, hadisleri referans alıyorlardı; sünnete sıkı bağlıydılar, bid’at ve hurefelere karşı dikkatliydiler: İnanç umdeleriyle ilgili tartışmalarda Mutezile yanında yabancı kaynaklardan gelen mistik inançlara karşı da mücadele ediyorlardı. En dikkate değer “Zühd” kitabını Hanbeli mezhebinin imamı Ahmed ibn Hanbel (öl. 241-855) yazmıştı (Zühd, Daru’l Kütüb el İlmiyye, 1403-1983, Beyrut) Ahmed ibn Hanbel, o günün yoldan çıkmış insanlarına peygamberlerin, sahabenin ve bazı tabilerin zühd hayatını anlatıyordu. Bunun yanında Asr-ı Saadet İslamı’ndan sapmış; zorbalıkla ayakta duran, ganimet malları ve halktan topladıkları vergilerle israf ve şatafat içinde yaşayan Emevi ve Abbasi iktidarlarına tepki gösteriyorlardı. Onlara göre İslam zühd ve takvadır; Hz. Peygamber öyle yaşadı; mevcut iktidarlar zorblıkları ve gösterişli hayatları dolayısıyla Hz. Peygamber’in siret ve sünnetinden sapmış, meşruiyetlerini kaybetmişlerdi.
Sufiler daha sonraları kendilerine yönelen eleştirileri def’ederken tasavvufun bir iç dinamik olarak ortaya çıktığını kanıtlama babında kelam ilmine ve kelamcılara karşı cephe aldılar, bu arada akıl yoluyla elde edilen bilgilerin bizi hakikate götürmeyeceği fikrini yaymaya başladılar. Çoğu kimsenin iddia ettiğinin aksine, aklın önemini kaybetmesinin birinci derecede sorumlusu Eş’ariler değil ilham, vecd ve mükaşefe ile doğru bilginin elde edilebileceğini, bu bilginin kritik edilemeyeceğini öne süren tasavvuf ehli olmuştur.
Tasavvufun tarikatlar ve iktisadi birlikler şeklinde kurumlaşması 12. Yüzyılın sonlarında başlar. Tasavvuf artık sadece ruhi bir tecrübe değil aynı zamanda sosyal bir organizasyondur. Bu haliyle siyasi iktidarların dikkatini çekecektir. Belki bunda merkezi otoritenin zayıflaması önemli rol oynamıştır. Siyasi iktidarlar zaafa uğradıkları kritik zamanlarda sufi organizasyonlarla temas kurarak kendilerini kuvvetlendirmekten geri kalmadılar. Hiç şüphesiz tasavvuf ehlinin en dikkate değer iktisadi organizasyonları fütüvvet teşkilatlarıdır. Bunun farkına varan Abbasi halifesi Nasır Lidinillah fütüvvete resmi bir sıfat vermiş, kendisi de buna dahil olmuştur. Fütüvvet teşkilatları ilerleyen zamanda, bilhassa Selçukluların sosyal ve iktisadi hayatında önemli rol oynayacak, bazan devlete borç para verecek hale geleceklerdir. 15. Yüzyıla kadar neredeyse hükümdarların tümü otorite ve nüfuzlarını genişletmek amacıyla bu teşkilatlardan azami derecede yararlanma yoluna gitmişlerdir.
Sonuç itibariyle Bağdat-Horasan ekolleri arasındaki temel farkları şöyle sıralamak mümkün görünmektedir:
1. İlk dönem sufileri (Bağdat ekolü) referanslarını Kur’an, Sünnet ve sahabe hayatından alırlarken, mistik dönem sufileri (Horasan) Hind, İran, Hıristiyan ve şaman-pagan inançları tasavvufa dahil etmekten çekinmemişlerdir;
2. Zühd ve takva dönemi tasavvuf ehli ilim sahibi kimselerdi; mistik dönem sufilerinin ilmi yoktu;
3. Zühd ve takva dönemi sufilerinin birer mesleği olurdu, mistik dönem sufileri genellikle halkın yardımlarıyla geçinen gezgin dervişlerdi;
4. Zühd ve takva dönemi sufilerinde keramet, olağanüstü gösterilere rastlanmazken, mistik dönem sufilerinde kerametlere büyük önem verilmektedir;
5. Zühd ve takva dönemi sufileri “veli” sıfatı verilen şahısları bilmez, onlara beşer üstü özellikler atfetmezken, mistik dönem sufilerinde veli kutsal-mitolojik bir şahsiyet olup içlerinden bazıları dünyanın düzenini ellerinde bulundurmakta, hatta evreni yönetmektedirler;