Tarih: 08.02.2021 12:46

Ahlaki Krizimizin Sebepleri

Facebook Twitter Linked-in

Tarihi Miras 4

Hz. Ali’nin “takva” ile ifade ettiği “ahlak ve hukuk” mücadelesinin temelinde yatan hassasiyet şuydu: İdari ve toplumsal hayatta karar alıcı mekanizma ve süreçler ilahi değerlere dayanmalıydı. Reel politiği esas alsaydı Muaviye’den ve Amr bin As’tan çok daha zeka ürünü taktikler geliştirebilirdi, başarmak için bunca zahmete ve cefaya girmesi gerekmezdi. Hz. Ali gerçekten deha mertebesinde zekiydi, ama zekâsını varlık yapısı ahlaki olan aklına tabi kılmıştı. Zekâ insana her türlü kötülüğü yaptırabilir ama takvayı yani hukuk ilkelerini ve ahlak normlarını gözeten akıldan sadece iyilik doğar. Binaenaleyh onun “takva” dan anladığı ritüllere ve gösterilere dönüşmüş ve aşırılaştırılmış taabbudi şekiller değil, kendi miktarlarınca yerine getirilen ibadetlerle beraber hukuki kurallara ve ahlaki normlara titizlikle riayet etme mecburiyetiydi.  Dinin emir ve hükümleri, selim akıl ve temiz fıtrat bunu emrediyor.

İslam tarihinin temel problemi yönetimi ele geçirenlerin takva sahibi olmamalarıdır. Bu yüzden hem usulüne göre yani meşru yollarla iktidara gelmediler, hem takva sahibi olmadıklarından hak ile batılı birbiri içine kattılar: Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız (takvalı olursanız), size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (8/Enfal, 29).

Hz. Ali’nin yenilgisi İslami mesajın kendisi değil, pratikte İslam idare ve anayasa hukukunun da yenilgisiydi; yoksa Kitap’ta ve Resulüllah (s.a.)’in ölümsüz tatbikatında hükümler yerli yerinde duruyordu. Bugün de yerlerinde durmaktadırlar.

Hz. Ali’den sonra Muaviye’den başlamak üzere İslam tarihinde gelip geçen yöneticiler, iktidar seçkinleri (halife ve sultanlar, şahlar ve padişahlar) reel politiği esas aldılar, ideal politiği iç ve dış siyasetten dışarı çıkardılar, biz buna yönetimin “bir tür sekülarizasyonu” diyebiliriz; siyasi mücadeleyi başarmak amacıyla da her sahtekârlığı, zorbalığı, adam satın almayı, yalanı, entrikayı, tuzağı ve cinayeti mübah saydılar. Bu kısaca siyasi rekabet ve mücadelelerde takip edilen “zer-u zor-u tezvir” yöntemi, Müslümanların kamusal ahlakları ve en etkili mücadele araçları oldu ki, kanaatimce Makyavelli bu mirastan haberdar olarak “başarı için her yol mübahtır ve aslolan mutlakiyetçi idaredir” fikrine ulaşmıştır.

Muaviye’nin siyaset ahlakı bugüne kadar etkisini devam ettiren önemli mirastır. Muaviye’nin hepimizin bildiği gibi modeli Bizans Sarayı ve söz konusu saray modelinde yürütülen Bizans siyaset biçimiydi. Bizans siyasetini özetleyen şey “Bizans’ta entrika bitmez” özdeyişidir. Şam halifesinin şiarı şuydu: “Sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç.” İşte bizim tarihimizde siyaseti ilk defa mutlaklaştıran ve başarı için her yolu mubah sayan şiar budur. (Bu konuyu şu iki yazımızda ele almıştık: https://alibulac.net/2020/12/21/ahlaki-krizimizin-sebepleri-3/

Ahlaki krizimizin sebepleri (2)

Siyasi süreçleri muarefe, müzakere ve muahede gibi temel Kur ’ani prensipler belirlemeyince, o zaman mücadele “muharebe ve mukâtele” olur ki, savaşta düşmanı alt etmek için “hile”ye başvurmak da “vacibe giden yol vaciptir” fehvasınca her türlü ahlaksızlık, tuzak ve katl fiili vacip hükmü kazanır. Dinen vücub gerektiren bir fiili yerine getirmek sadece dünyevi fayda sağlamakla kalmaz, ahrete de muazzam bir yatırım (!) olur. Tarihimizde ve bugün “din adına” hukuki ve ahlaki cürüm, zorbalık ve entrika cevazını buradan almaktadır.

Herkesin bildiği, sıkça da tekrarlanan bu tespiti benim hatırlatmamın bir sebebi var: Eğer Muaviye “hazret (Hz.)” olup eleştiriden muaf sahabe ise, “sahabe ve hazret” olması dolayısıyla bir içtihatta bulunmuş demektir. Binaenaleyh Muaviye’nin “içtihadı”na göre de siyasilerin toplumu aldatmaları, parayla insan satın almaları ve gerekirse güç kullanarak siyaset yapmaları da –fıkıh usulü telakkimize göre- meşru olur. Bu akıl yürütmeye göre Emeviler’den Osmanlılara ve bugüne kadar idare hukukuyla ilgili temel ilke ve kuralları siyasetin dışına atıp “zer-u zor-u tezvir”i kullanan Müslüman yöneticiler ve siyasetçiler “meşru yol” takip etmiş sayılmaktadırlar. Bu yöntemden dolayı Muaviye ve buna “cevaz” verenler eleştiriden muaf ise, sonra gelen zorba ve çıkarcı yöneticiler de eleştiriden muaftırlar. Hüküm bu şekilde vaz’edilmişse Müslüman dünyasında hukuk ihlalleri ve ahlaki çürüme bu “suistimal edilmiş dinin desteğinde” kıyamete kadar sürüp gidecektir.

Söz konusu anlayış ve algı zorba yönetimleri meşrulaştıran en önemli tarihi miraslarımızdır. Laik çevreler buna çare olarak dini her türlü kamusal ve toplumsal alandan, hatta köktencilerine göre insanın özel hayatından ve zihninden de söküp atmakta görür. Bu köktenci jakoben tutum, din istismarcılarına bulunmaz bir fırsat verir, öte yandan samimi insanlara reva görülen ateist-materyalist zulme dönüşür. Çare yine dinin istismarına karşı din içinden mücadele etmektir.

Söz konusu tarihi miras, zaman içinde bizim kamusal hukukumuzun da zayıf kalmasının önemli sebeplerinden biri oldu. Faslı düşünür Muhammed Abid Cabiri’nin (1935-2010) iddia ettiklerinin aksine, Muaviye ve Emeviler entrikayı ve zorbalığı siyasetin asli unsurları haline getirirlerken Farsları değil, Bizans modelini referans almışlardı; Muaviye’nin baş danışmanı, İslam öncesinde Bizans’ın Şam valisi Servilyanus’tu. Cabiri, Yunan mirasına duyduğu hayranlığa karşı Fars kültürüne duyduğu öfke dolayısıyla, siyasi alanda ve ahlakın teşekkül süreçlerinde ilk bozulmanın Emeviler’de Farsların etkisine bağlamaktadır ki, bu yanlıştır. O zamanlarda kâtiplerin Fars metinlerini Arapça’ya çevirdikleri doğrudur ama bu metinler kurumsal yapıyı şekillendirecek güçte olmadılar; İslam’dan sapmış mekanizma ilkin Jüstinyen’in “Sultanlar Allah’ın yeryüzündeki gölgeleridir” sıfatını Emevi halifelerinin  benimsemesiyle “kutsal”lık kazandı, ileride kelam bahsinde göreceğimiz üzere Mürcie’nin ve Cebriye’nin insan iradesi ve kader inançlarıyla sözde İslami temel buldu. Bu köklü değişim yöneticiyi “Resul’ün halifesi’nden Allah’ın halifesi”ne kalbetti.

Sonraları Abbasiler ve Selçuklular Fars siyasetini ve Fars saray geleneklerine hayranlık duyacak; Osmanlılar da Hint Moğol devlet geleneği, Arapların kılıç hakkı, Bizans siyaseti ve Cengiz töresini esas alacaklardı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı modellerinin ortak paydası, İslam’ın hukuki ilke ve ahlaki normlarının siyasette bir referans olmaktan çıkarılmış olmasıdır.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —