Orta Çağ’da devletlerin yönetimindeki insanların hanedanlık ailelerinden gelmesi normal karşılanmaktaydı. Yönetmek soyluların hakkı, tebaa ise haddini bilir, kendisine belirlenen çizginin dışına çıkmayı düşünmezdi. Sosyal ve ekonomik hayat belirlenen toplumsal statülere göre şekillenir, kimse boyunu aşan taleplerde bulunmazdı.
Aristokrasi denilen bu tür rejimlerde kişilerin mensup oldukları aileler daha doğrusu günümüzde de bazı Avrupa devletlerindeki monarşilerde görülen prenses, dük veya kont gibi kraliyet unvanları göz önünde bulundurularak yönetim kademelerine getirilmeleri sıradan uygulamalardı. Ancak, Aristoteles bile tarihin derinliklerinde “ethos” olarak adlandırdığı ve bizim “değerler sistemi” diyebileceğimiz bir prensiple sadece siyasi erkin işleyişinde değil aynı zamanda ticaretin bile bu işleri yapabilecek en uygun adaylara verilmesinin belirli bir düzene göre yapılmasını önermişti.
İbn Haldun da benzer şekilde “asabiye” ve “riyase” kavramlarını açıklarken daha çok yatay seviyede bir işbölümü ve yönetim tarzını, mülk kavramı ile de dikey olarak hiyerarşik yönetimi kastetmişti. Kabilelerin saat sarkacı gibi dönüşümlü olarak idareye sahip olmalarında onların yaptıkları işlerde ne derece başarılı oldukları ve yönettikleri halkı memnun edebilme başarısına göre asabiye bağlarını kuvvetli tutabilmeleri ile ilgili olduğunu belirtmişti. Eflatun da “Devlet” isimli kitabında bireylerin kabiliyet ve başarılarına göre devlet kademelerinde görevlendirilmelerini tavsiye etmiştir. Modern dönemlerde ise son kalan tek tük monarşilerde de dâhil olmak üzere dünyada katılımcı demokrasi rüzgârı esmektedir. Bu rejimlerde de eskisi gibi hanedanlık aileleri olmadığı için yönetici kadrolarının belirli aile üyelerine değil bireylere verilmesi söz konusudur. Artık aileden gelen yani doğuştan bir hak ediş olmadığı için yeni yönetici elitleri bireylerin, bizzat kendi yetenekleri, maharetleri, erdemleri ve hatta Aristoteles’in ethos kavramının da ima ettiği ahlâk seviyeleri öne çıkmaktadır.
Yakın zamanlara kadar Batı’da özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde “spoils system” denilen bir yöntemle seçimi kazanan siyasi partinin taraftarlarına “avanta, ganimet veya siyasi kadrolaşma sistemi” gereğince bazı makamların verilmesi normal karşılanmaktaydı. Bunun bir benzeri de “nepotizm” denilen ve makam sahiplerinin (eski dönemlerdeki hanedanlıkları hatırlatan) kendi akrabalarını “kayırma” ve onlara iltimas geçerek bazı görevlere getirme ya da devlet imkânlarını kullanmalarına göz yumma gibi bir yöntemden de bahsedilebilir. “Avanta” gibi yandaşları ve “nepotizm” gibi akrabaları himaye uygulamalar her ne kadar dünyanın farklı ülkelerinde yaygın olsa da bulundukları makamları kabiliyet, liyakat ve erdemlerine göre hak etmemiş kişiler bir zaman sonra başarısızlıkları ile onları o mevkilere getirenleri de başarısız kılacakları bellidir. Yine de iktidarı ele geçirenler bu illetten kendilerini alıkoyamıyorlarsa o zaman bir ahlâki çöküşten bahsedilebilir. Zaten layık olmadığı halde belirli makamlara talip olan kişiler de amirlerine karşı aşırı sadakat gösterisi ve astlarını da ezmeye çalışmaları hep bu liyakatsizlik neticesinde olmaktadır.
Latince erdem veya fazilet anlamına gelen merit ile Yunanca güç veya iktidar anlamına gelen kratos kelimelerinden oluşan meritokrasi sanki günümüzdeki en makul idari yöntem gibi anlaşılmaktadır. Meritokrasi kavramı her ne kadar bazı yönlerden eleştirilse de bireylerin bizzat kendi başarı, meziyet, liyakat, yetenek ve erdemleri ile belirli idari makamlara gelebilmeleri hedefi bu kavramın önemini ortaya koymaktadır.
Sadece siyasi alanda değil belki ticaret ve ekonomi alanlarında da çalışanlar arasında kabiliyet ve erdemleri göz önüne alınarak yükseltilmeleri ve aldıkları ücretlerin farklılaşması bir adalet duygusuna göre yapılmalıdır.
Bir özel şirkette bile çalışanların huzuru ve verimliliği için meritokrasiden bahsediliyor ise bir ülke vatandaşlarının bu hak ve adalet duygularından mahrum edilmemeleri gerekir. Meritokrasi sistemine yapılabilecek en büyük eleştiri, devletin üst kademelerinde yer alan kişilerin çocuklarının diğerlerine göre sosyoekonomik bir avantajları olduğu, bu sayede iyi yetişerek ebeveynleri gibi mevkilere sürekli bu ailelerin çocuklarının gelebileceği yönünde olabilir. Yakın zamana kadar ülkemizde “Beyaz Türkler” olarak nitelendirilen bu kesimler için böyle bir eleştiri zaten yapılıyordu. Ama iktidarın el değiştirmesi ile bu sefer başka kesimlerin bu avantajlara sahip olmalarının da önüne geçilemeyeceği düşünülse bile adalet, yetenek, meziyet, erdem ve beceri göz önüne alındığında toplumda genel bir adalet duygusu olacağı için bu meritokrasi tuzağı denilen durumun da önüne geçilecek tedbirlerin alınması her zaman mümkündür.
Bugün Türkiye’de yaşanan siyasi ve hele son günlerdeki ekonomik kriz ve buhranların temelinde Amerika’nın iki asır öncesinde terk ettiği spoils sistemi ve onun bir uzantısı olan nepotizm olduğu artık gün gibi aşikârdır. Mevcut iktidar yaptığı görev atamalarında etrafında liyakatli insan bulundurmadığı için sadakati öne çıkarmakta ve neticede güven bunalımı ile geniş kesimlerde huzursuzluğa yol açmaktadır. Asırlardır ekonomi biliminin duayenleri, yatırım için güvenin en önemli unsur olduğunu sürekli tekrar ettikleri halde mevcut iktidar bu prensibi hiç duymamış gibi davranmaya devam etmesi bir akıl tutulmasıdır. Hâlbuki piyasalara ve halka güven aşılayabilecek işinin uzmanı, yetenekli ve bilgili insanları spoils ve nepotizm yerine meritokrasi esasına göre vazifeye getirse belki kısa bir sürede bu bunalımdan çıkılabilir.
İçinde yaşadığımız dönemde bireysel olarak bize düşen en mühim davranışlardan birisi, “Siz nasılsanız idarecileriniz de sizin gibi olacaktır” prensibine göre kendi yaşantımızı elimizden geldiğince düzeltmeye çalışmak ve Efendimiz (S.A.V.) gibi, “ Allah’ım merhamet etmeyenleri bize musallat etme” diye sık sık dua etmek olacaktır.