İçinden geçtiğimiz dönemin kafa karıştırıcı bir yönü var. Görevleri veya konumları gereği zihinleri en açık olması gereken insanların bazısı, hayati konularda bile, üzerinde fazla düşünülmediğini belli eden görüşler açıklayabiliyorlar.
Herhalde öncelikle sorumlu mevkilerde bulunan veya sözleri temsil ettikleri kurumun görüşü olarak algılanabilecek kişilerin ağızlarından çıkana dikkat etmeleri gerekir.
Örnek mi istiyorsunuz?
İlk örnek adalet bakanı Bekir Bozdağ’dan…
Kamuoyunun dikkatini çeken yakın gelişmelerden biri, üç yıl önce, İstanbul’daki başkonsolosluklarında Riyad’tan özel olarak gönderilen bir infaz timinin vahşice katlettiği Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı davasının başına gelendi.
Türkiye cinayeti bir kişiye, bir gazeteciye karşı yapılmış ölümle sonuçlanmış bir girişim olmaktan öteye taşıdı ve topraklarında meydana geldiği için, kendi egemenliğine karşı yapılmış bir tecavüz olarak da gördü.
Suud başkonsolosluğu çatısı altında yaşananları, infaz anı ve sonrasını, dünya medyası Türkiye’den sağlanan fotoğraf destekli bilgilerden izledi. BM’nin açtırdığı soruşturmayı fiilen yürüten özel temsilci, raporunda, infazcıların vatandaşı olduğu ülkenin yönetimini isim de vererek suçladı.
Ankara’dan edindiği bilgilerle…
Olayı görmezden gelmeye çalıştığı fazlasıyla belli olan Suudi Arabistan yönetimi, Türkiye’nin ısrarlı çabaları karşısında sessizliğini bozmak, ‘yargı’ adı altında alelacele bir girişimde bulunmak ve tim üyelerinin çoğunu suçsuz bulsa da birkaçına idam cezası vermek zorunda kaldı. [İdam cezaları da sonradan yumuşatıldı.]
Cumhurbaşkanı, ilgili bakanlar, iktidar partisinin konuya ilgi duyan sözcüleri, cinayeti kınamakla yetinmeyip Suudi Arabistan’ın olaya yaklaşımını, kurduğu mahkemenin işleyişini, verilen sureta cezaları sürekli eleştirdiler.
Sonunda ne oldu?
Üç yıldır devam eden davada mahkeme savcısının “Dosya Suudi Arabistan’a gönderilsin” talebinin onay için ulaştırıldığı adalet bakanlığı talebi uygun buldu ve yargılamayı sürdüren ağır ceza mahkemesi de aynı yönde karar aldı.
Dava dosyası Suudi Arabistan’a gönderildi, Türkiye’deki yargılama durduruldu.
Neden?
Soruya muhatap olan adalet bakanı Bozdağ’ın cevabı şu:
“2018’den bu yana geçen süre içerisinde yargılamada bir milim ilerleme sağlanamadı. Çünkü 26 sanık var, bu sanıkların yargılanabilmesi için Türk mahkemesinin huzuruna getirilmesi lazım ve bunlar Suudi Arabistan vatandaşı oldukları için bugüne kadar mahkeme huzurunda hazır bulundurulamadılar.”
Ve şunlar da:
“Davanın durdurulması ve yargılamanın Suudi Arabistan’a nakledilmesi tamamen yasaya uygundur. 6706 sayılı yasanın 24’üncü maddesi, ‘1 yıldan daha fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda soruşturma ve kovuşturma sırasında eğer şüpheli veya sanığın yabancı devletin vatandaşı olması nedeniyle mahkeme huzurunda bulundurulamıyorsa ya da adli yardım yoluyla savunması alınamıyorsa soruşturmanın veya kovuşturmanın nakline karar verilebilir. Bu kanun burada böyle dururken ve bu kadar açık yazarken, Adalet Bakanı nasıl hayır diyebilir buna?”
Bayağı serinkanlı cümleler bunlar…
Öyle de, konunun merak edilen yönü bunlar değil ki… Kimse “Yapılan hukuka uygun değil” demiyor; yargı usulüne biraz vakıf olan biri bile, yapılanın yasal olduğundan haberli. Sanıkların mahkemeye getirilemediği de biliniyor.
Esas merak edilen, Suudi Arabistan’ın konuya yaklaşımı belliyken, Türk yargısının kendilerinden istediği sanıkları göndermeyerek yargılanmalarını ve adli yardım yoluyla savunmalarının alınmasını engelleyenin Suudi Arabistan olduğu bilinirken, o ülkede kurulan mahkemenin sanıkları üstün körü yargıladığı ve hak ettikleri cezaları vermediği eleştirileri ortadayken, daha da önemlisi orada yargılama süreci tamamlandığı halde, böyle bir işleme neden ihtiyaç duyulduğudur?
Ülkede günlerdir spekülasyondan geçilmiyor.
İktidarın hiç hoşlanmayacağı türden spekülasyonlar bunlar…
Bakan topu taca atıyor, kafaları karıştırıyor ve sözlerinin spekülasyonların hızlanmasına yol açacağını düşünmüyor bile…
İkinci örnek olay da CHP’den
Türkiye birkaç aydır Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanlığı seçiminde kimi aday göstereceğini dert edinmişken, ittifak içerisinde yer alan partilerin liderleri aday belirlemeyi seçime az kala yapma kararı verdiklerini açıklamışken, birden bire ortaya atılan muhtemel aday isimleri gündeme geliverdi.
Gelir a…
CHP lideri, partisinin bir belediye başkanının –Mansur Yavaş‘ın- isminin başka bir parti tarafından aday olarak zikredilmesine teşekkür ederek konuya esprili yaklaştı.
Aynı cepheyle irtibatlı birkaç kişi ise, kim/ler tarafından ortaya sürüldüğü anlaşılmayan bir başka ismin –Haşim Kılıç’ın- aday olarak düşünülmesi ihtimaline karşı çıktılar.
Ben bunu garip karşıladım.
Daha garip bir şey daha oldu ve vaktiyle CHP’de ikinci adam konumunda bulunmuş İstanbul milletvekili Gürsel Tekin, bir televizyon programında, hepsinden ileriye giden şu açıklamayı yaptı:
“Kesinlikle şuna emin olabilirsiniz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dışında bir adayın söz konusu olmayacağını söyleyebilirim. Aday CHP kimliğini taşıyacak. Konuşulan isimler çok kıymetli olabilir ama ana muhalefet lideri dışında bir isim tartışması sıkıntı olur.”
Neymiş?
Bir kere “Kesinlikle” ifadesi kullanılıyor; bununla söylediğinin kişisel bir görüş olmadığını anlamamız gerekiyor. Ardından, Millet İttifakı çatısı altında dürüst bir seçim ve sağlıklı bir geçiş için bir araya gelen altı siyasi parti liderine bırakıldığı bilinen aday belirleme görevinin göz boyama olduğunu düşünmemize sebep olabilecek keskinlikte aday açıklaması geliyor.
“Aday CHP kimliğini taşıyacak” diyor. Orada da kalmıyor, “Ana muhalefet lideri dışında bir isim olamaz” anlamına gelecek bir cümle de bunun ardına ekleniyor.
Doğru mu bu?
Eğer doğruysa, ittifak çatısı altında görüşüp duran altı lidere atfedilen görev ne oldu?
İşte size iki ayrı cepheden kafa karıştırıcı iki örnek olay…