Süleyman Seyfi Öğün yazdı;
Afganistan işi büyüyecek. Bu da dâire dâire dünyânın tekmil coğrafyasına, iç siyâsetlerdeki gelişmeler de dâhil olmak üzere tesir edecek. Tarafların pek çoğu bir çırpıda sayılabiliyor. ABD, Çin, Rusya akla hemen geliverenler. Tâcikistan, Özbekistan, Pâkistan, İran, Hindistan, Türkiye gibi devletler ise meseleye şu veyâ bu şekilde veyâ sâikle muhatap görünüyor. Bu tabloda görünenler kadar görünmeyenlerin de bulunduğunu hesâba katmak gerekir. Tuhaf olan başta Almanya olmak üzere AB’nin bu meselenin görece olarak dışında kaldığını düşünüyoruz. Evet, Afganistan’dan gelecek bir sığınmacı akınının Avrupa’yı tehdit edeceğini biliyor ve bundan endişe ediyorlar. Ama bu savunmacı bir vaziyet alış. Meselenin magmasından uzak bir hâl. Ama acaba öyle mi?
AB çevreleri, Afganistan’dan çekildiği için ABD’ye kırgın ve kızgın tonlamalarla yüklü açıklamalarda bulunuyorlar. Çeşitli medya kanallarında derin bir Tâliban karşıtlığı dikkât çekiyor. Avrupa değerlerinin Tâliban tarafından tehdit altında olduğunu iddia ediyorlar. Bunları tabiî karşılayabilir miyiz? Elbette.. Yeter ki seküler bir manzara çizsin ve “siyâsal İslâmcılık” olarak tâbir edilen çevrelerle ne kadar kanlı olsa da mücâdele ettiğini ispatlasın; AB çevreleri her nev’i tiranik, diktatoryal, askerî idâreye kırmızı halı serer. Ama demokratik usûllerle iktidâra gelenleri ise asla sindiremez. Hâl böyleyken, Afganistan’ın Tâliban gibi tescilli bir terörist örgüte bırakılmasını elbette hazmetmeleri mümkün görünmüyor. Hatırdan çıkarmayalım ki uzun senelere sâri olarak Almanya ve Fransa merkezli olmak üzere, Mağrip’ten Maşrık’a, Doğu Akdeniz’de; Kafkasya’da ve Asya içlerine doğru, kategorik işleyen İslâm düşmanı tesirli bir mücâdele var. Burada İsrâil, BAE, Suudî Arabistan ve Mısır bu mücâdelenin şaşmaz destekçileri. Fransa bu mücâdelenin en ateşli ve cüretkâr merkezi. Almanya ise zaman zaman, kendi reelpoltikası icâbı, bu kampanyayı “tekleten”, “soğutan” adımlar atabiliyor. Ama genel olarak sürecin tabiî ki içinde.
Son NATO ve onu müteakip Biden-Putin zirvelerinde Rusya-AB ilişkilerinin bir hayli düzlüğe çıktığını görüyoruz. Elbette bu “dikensiz gül bahçesi” değil. Bir defâ karşılıklı olarak askerî tehdit algılamaları sıcak tutulacak. Bu çerçevede Baltık’tan Yunanistan’a inen bir çizgi ve Ukrayna merkezli Karadeniz üzerinde gerilimler canlı kalacak. Ama bu meyânda “Kuzey Akım” Projesi yürüyecek. Rusya ile AB arasındaki enerji mahreçli bağlar saat gibi işleyecek. Hâsılı AB, Fransa ne kadar mızıkçılık yapsa da askerî açıdan ABD, enerji açısından ise Rusya tarafından kontrol edilecek. Bu resmin Türkiye açısından neticesi elbette hiç de müspet değil. Türkiye bu resimde, Akdeniz ve Afrika’daki açılım ve kazanımlarından edilmek isteniyor. Hem AB, hem ABD, bırakalım tarafsız kalmayı, düpedüz Türkiye’nin karşısında. Şimdi bu kareye Rusya da dâhil oldu. Yanımızda sâdece Katar, Âzerbaycan ve Pâkistan var.
Şimdi yavaş yavaş, ilk bakışta görülmeyen, ama son derecede derinden gelen etkili bir elemana geliyoruz. Bu elemanın ismi Birleşik Krallık. BK, Libya’da Türkiye’nin varlığına ses çıkarmıyor. Hattâ Malta üzerinden dolaylı bir destek veriyor. Kıbrıs’ta yine Türkiye’yi zorlamıyor. Yer yer, ara ara Türkiye’nin hoşuna gidecek açıklamalarda bulunabiliyor. 15 Temmuz’un, Almanya mahreçli bir komplo olduğunu hissettirircesine, Türkiye’yi ilk ve hızlı bir şekilde ziyâret eden BK otoriteleriydi. Post Brexit üzerinden, sessizce ilk ticâret anlaşmasını Türkiye ile imzaladılar. Almanya ve Fransa’nın aksine PKK’ya soğuk ve mesafeli yaklaşıyorlar. Kafkasya’da, Âzerbaycan-Ermenistan savaşında, kendilerini Âzerbaycan’ın ve Türkiye’nin yanında hissettirdiler. Esnek ve kaygan siyâsetleriyle tanınan BK’ın iflâh olmaz bir Rusya karşıtlığında ısrarlı olduğu dikkât çekiyor. Post Brexit BK’ında Rusya-AB arasında gelişebilecek bağları tasfiye etmek vardı. Bunda başarılı olamadılar. Ama bunun BK açısında çok stratejik bir kayıp olmadığını düşünüyorum. Doğu Akdeniz’de varlık göstermeleri, AB’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirecek süreçleri kontrolü altına almaktan başka bir şey değil. BK, bunun için Türkiye’ye yakın duruyor. Türkiye-Âzerbaycan ittifâkına da öyle. Dahası; Türkiye-Katar ittifaklarını da destekliyor. Bir bakıma, Türkiye-Katar ittifaklarını, Katar’daki derin nüfûzu üzerinden örtük bir Türkiye-BK ittifâkı olarak değerlendirmek çok da yanlış olmayacaktır. Aynı denklem Türkiye-Pâkistan bağı üzerinden de kurulabilir.
BK’ın diğer ve daha majör bir hesâbı da, zâten finansal olarak beslediği Tek Yol üzerinden Çin’in AB’ye yönelen açılımını “kontrol etmek”. BK, Çin-AB yakınlaşmasını çift taraflı kontrol etmek istiyor. Bir taraftan AB’yi hedefliyor. Diğer taraftan Hong-Kong’da ârıza veren, birikimini millîleştirmek, merkantilizme taşımak isteyen yeni Çin siyâsetlerinden rahatsız. ABD-Tâliban görüşmeleri sanki başka yer yokmuş gibi Doha’da yapıldı. Bu şu demek; süreci baştan sona BK idâre etti. ABD’ye, “Buraları bana bırak, sen güçlerini Pasifik’te yoğunlaştır” diyor. Târihsel olarak sağladığı kazanımları en büyük avantajı. Pâkistan ve Hindistan avucunun içinde.
Velhâsıl Türkiye-Katar-Âzerbaycan-Pâkistan denklemi boşlukta duran ve lâlettayin kurulmuş bir denklem değil. Eski gücüne dönmek arzusunu apaçık ilân eden BK bunun şemsiyesi. AB ve ABD tarafından ihmâl edilen, dışlanan hattâ düşmanlaştırılan Türkiye’nin adının bir anda Afganistan’da anılmasının sebebi de bu. İç siyâsetimizde yaşanan gerilimlerin taraflarını da bu denklemde tartışmanın kavrayışlı ve isâbetli tarafları olduğunu düşünüyorum..