Haziran sonunda ABD ve Taliban yetkilileri Katar’da bir araya geldi. Bu buluşma ilk kez gerçekleşmiyor. Taliban’la diyalog girişimleri, ABD’ye özgü de değil. Son aylardaki gelişmeler, küresel güçlerin Taliban’ı Afganistan’ın meşru otoritesi olarak kabullenmeye doğru ilerlediğini gösteriyor.
2001’de uluslararası bir koalisyonla alaşağı edilen Taliban 20 sene içinde nasıl iktidar alternatifi haline geldi?
İlk iktidarları döneminde hayata geçirdikleri toplumsal kısıtlamalar ve katı cezalar hala akıllarda olan Taliban’ın yeniden başa geçeceğinin anlaşılmasından itibaren sıklıkla üzerinde durulan, değişip değişmedikleri. Bu önemli bir konu olmakla birlikte, örgütün direnç ve dayanıklılığı ile beraber ele alınması daha anlamlı olabilir.
Zira Taliban’ın 20 sene boyunca güçlenerek varlığını koruması, değişen şartlar karşısında esneklik göstermesinin yanı sıra, esas aldığı konulardaki duruşunu özenle muhafaza etmesiyle de ilgili. Bu dinamiği anlamak, Taliban’ı hem özgün özellikleriyle, hem de Afganistan’ın kaotik ortamındaki belli başlı aktörlerle rekabeti çerçevesinde değerlendirmeye, dahası hem örgütün seyrine, hem de Afganistan’a dair gerçekçi bir analize olanak sağlayabilir.
Taliban hükümetini tanımaya doğru
Soğuk Savaş’tan bu yana ABD’nin güvenlik ve dış politikasının şekillenmesinde etkili olan düşünce kuruluşu RAND Corporation, geçtiğimiz Mayıs ayında, ABD’nin Afganistan’da yeniden iktidara gelen İslami hareket Taliban’a dair politika alternatiflerini değerlendirdiği bir rapor yayımladı. Raporun mesajı net: ABD, Taliban’ı izole etmeyi ya da iktidardan indirmeyi seçebilir. Ancak ülkedeki mevcut çıkarlarını koruması için en makul yol, Taliban’la ilişki kurmak. Yazarlara göre, ABD bu yolu seçerse, Taliban hükümetinin tanınması, Afganistan Merkez Bankası’nın dondurulan döviz varlıklarının iadesi, insani yardımın yanı sıra en azından ülkedeki mevcut ekonomik kriz aşılana kadar kalkınma yardımı yapılması, Taliban’a yönelik ABD ve Birleşmiş Milletler yaptırımlarının kaldırılması gibi birbirleriyle ilintili ve tedricen uygulanabilecek adımlar atmalı.
Yeni hükümeti henüz hiçbir devlet tanımamış olmakla birlikte, geçtiğimiz aylarda Çin ve Rusya Taliban’ın ülkelerine atadığı diplomatları akredite etti. Avrupa Birliği, Afganistan temsilciliğini ‘asgari düzeyde’ faaliyet göstermek üzere Ocak ayında yeniden açtı. ABD’nin yakın müttefiki olan ve Afganistan’ı ikisi 19. yüzyılda olmak üzere üç kez işgal eden İngiltere, Taliban’la ülkenin kuzeyinde ona direnen dar bir grubun çatışmaları devam ederken, 19 Haziran’da yaptığı açıklamada, Afganistan’da ‘şiddet yoluyla siyasi değişim peşinde olan kimseyi desteklemeyeceği’ni ve ‘mevcut yönetimle pragmatik bir ilişki kurmak dışında hiçbir alternatif olmadığı’nı vurguladı.
RAND raporu da göz önüne alındığında, kadınların haklara erişiminin kısıtlanması, eski rejimde yönetici ya da polis/asker olarak çalışanlara yönelik şiddet, hükümetin sadece Taliban üyelerinden oluşması gibi konularda sık sık gündeme gelen itirazlar bir yana, Taliban’ın meşru bir otorite olarak kabullenilmesine doğru ilerlendiği açık. Kuşkusuz bunun ardında yatan temel neden, ülkede istikrarsızlığın yaratacağı kaos ve şiddetin sadece bölgeyi değil, tüm dünyayı etkileyeceği öngörüsü (Nitekim, ABD askerlerinin çekilmesi ve rejimin el değiştirmesi sürecinde IŞİD’in Afganistan’daki kolu IŞİD-Horasan’ın artan saldırıları bunun bir örneği). Yine de Taliban’ın bunca sene sonra nasıl iktidar alternatifi haline geldiği sorusunu göz ardı etmek zor.
Taliban’ın savaşı ve barışı
Afganistan, ABD’nin en uzun süren savaşıydı. ABD ve müttefikleri, 2001’de, 11 Eylül saldırısını düzenleyen küresel cihatçı örgüt El Kaide’yi barındırdığı gerekçesiyle yerel İslami hareket Taliban’ı iktidardan indirerek, NATO’nun da desteğiyle Afganistan’ı işgal etti. Takip eden 20 yıl boyunca, ABD, borçlanma faizi de dahil yaklaşık iki trilyon dolar harcayarak, ülkede hem El Kaide’nin izini sürdü, hem de Batı normlarına uygun, modern bir toplum yaratmak için kurumlar oluşturdu. ABD, 1979’dan 1992’ye kadar, çeşitli İslami hareketlerden ve aşiretler ile etnik gruplar temelinde kümelenmiş milislerden oluşan ve ‘mücahitler’ olarak anılan grupların Sovyet destekli sol-seküler[i] iktidarlara ve Sovyetler Birliği’nin işgaline direnişlerini, Pakistan istihbaratı aracılığıyla sağladığı eğitim ve silahlarla desteklemişti. Mücahitlerin birçoğu, Sovyetler Birliği’nin ülkeden çekilmesinden yaklaşık 10 sene sonra ABD’nin liderliğindeki bu yeni işgali desteklerken, Taliban ise birkaç sene içinde toparlanarak, hem işgalci güçlere, hem de onların desteğiyle kurulan yeni rejime savaş açtı. 2006 itibarıyla Taliban her gün NATO güçlerine saldırı düzenliyor, İngiliz komutanlar ülkenin güneyindeki çarpışmaların ordunun 1953’te sona eren Kore Savaşı’ndan bu yana içinde bulunduğu en şiddetli çatışma olduğunu aktarıyordu.
ABD Mayıs 2011’de El Kaide’nin kurucusu Usama bin Ladin’i Pakistan’da öldürdüğünde, Taliban’la gizli barış görüşmelerine henüz başlamıştı. Resmi açıklama ise 2013’te yapıldı. ABD’nin tavrı kesindi: Barış görüşmeleri Afgan hükümeti tarafından yürütülmeli, Taliban El Kaide ile bağını kesmeli, saldırılarını sonlandırmalı ve 2004 Anayasası’na uymalıydı. Başkan Obama döneminde ortaya konan barışma iradesi, inişli çıkışlı bir 10 sene sonra, Başkan Trump döneminde neticelendi. Ancak Katar’ın başkenti Doha’da Şubat 2020’de imzalanan anlaşmaya, Taliban’ın başından beri meşru kabul etmediği ve ‘ABD’nin kuklası’ olarak nitelendirdiği Afgan hükümeti dahil edilmemişti. Taliban hiçbir zaman 2004 Anayasası’nı tanımadı. Anlaşma gereğince, Afgan hükümetiyle Eylül 2020’de başlayan müzakerelerde de ‘hakiki bir İslami sistem’ istediklerini vurguladı. Dahası, yine anlaşma gereğince ABD askerleri ülkeden tamamen çekilmeye hazırlanırken, Afgan güvenlik güçlerine saldırılarını artırdı ve etki alanını daha da genişletti.
Taliban’ın zaferi
2011’de ABD’nin Afganistan’daki asker sayısı 100 bine ulaşmıştı. Askerlerin kademeli olarak çekilmesi kararı bu dönemde alındı. Bu arada, 2014 sonunda NATO muharip güçleri ülkeden ayrıldı ve güvenlik Afgan ordusu ve polisine devredildi. Ancak, bu kararı takip eden ilk 9 ay içinde, Taliban, savaşın başından bu yana ilk kez büyük bir şehri (Kunduz) ele geçirmeyi başardı. 2017’de Obama’nın yerine gelen Trump Afganistan’da zaferi şöyle tanımlıyordu: ABD’ye tehdit oluşturan El Kaide ve benzerlerinin yok edilmesi ve Taliban’ın Afganistan’da muktedir olmasının engellenmesi. Bu sıralarda, ABD’nin ülkede halen 11 bine yakın askeri vardı.
Doha Anlaşması’nı takiben, ABD hava saldırılarını ve Afgan güvenlik güçlerine desteğini büyük ölçüde azalttı. Hem hava saldırısı avantajının kaybedilmesi, hem de anlaşmanın hükümet devreden çıkarılarak yapılması ve gizli ekleri olması, güvenlik güçlerinde büyük bir belirsizlik ve moral çöküntü yarattı. Yolsuzluğun kurumsallaştığı, kötü yönetilen ve Taliban’ın aksine ideolojik birliğin olmadığı ordu ve polisin, üstüne üstlük aylardır maaşları ödenmeyen birçok mensubu, bazen de canlarının bağışlanması ve para karşılığında, bu gizliliği kullanan ve saldırılarını artıran Taliban’a teslim oldu. Nisan 2021’de yeni başkan Biden’ın ülkedeki 2500 ABD askerinin de Eylül itibarıyla ayrılacağını açıklamasıyla bu süreç hızlandı. Taliban, Ağustos’ta on gün içinde otuz dört ilin otuz üçünü ele geçirdi. Ağustos ortasında Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin ülkeyi terk etmesiyle başkent Kabil düştü.
Taliban’ın Kabil’i 20 sene sonra yeniden ele geçirmesi bir zafer mi? İki sebeple evet. Birincisi, bundan kastedilen, elbette Taliban’ın ondan katbekat üstün ABD ordusunu ya da ABD destekli Afgan ordusunu askeri olarak yenilgiye uğratması değil. İsyancı bir grup için temel başarı kriteri, yıllar içinde varlığını korumak, mümkünse etki alanını genişletmek; kolay kolay yok edilemeyeceğini ispat ederek, merkezi güçleri uzlaşmaya zorlamak olsa gerek. Taliban da bunu yaptı.
İkincisi, Taliban’ın mücadelesi hiçbir zaman sadece askeri olmadı. Bu nedenle, başarısı da sadece askeri üstünlük üzerinden değerlendirilmemeli. ABD’nin orduya desteği ve hava saldırıları devam etseydi Taliban’ın bu hızla ilerlemesinin mümkün olmayacağı bir gerçek. Ancak, özellikle hava saldırıları, ‘tali hasar’ olarak yol açtığı sivil ölümleriyle, aynı zamanda, hükümete ve işgalcilere duyulan güvensizlik ve öfkeyi artırarak rejimin de altını oydu. Taliban, yıllar içinde işgal rejimiyle özdeşleşen eşitsizlik, adaletsizlik ve şiddete karşı, oluşturduğu paralel yönetim yapılarıyla görece güvenlik ve adalet sağlayarak toplumsal meşruiyet kazandı. Taliban’ın bu niteliğini anlamak için ortaya çıkışını hatırlamak gerekiyor.
Taliban’ın ideolojisi ve iktidara gelişi
Taliban, 1990’larda Afgan mücahitler arasında başlayan iç çatışmaya ve ülke genelindeki talan ve zulme karşı, ahlaki, askeri ve siyasi bir başkaldırı olarak doğdu. 1979’da Sovyetler Birliği’nin ülkeyi işgalini takiben, Afgan mücahitler hem işgale hem de Sovyet destekli iktidara karşı silahlı bir direniş başlattı. Taliban’ın sonradan lider kadrosunu oluşturacak mollaların birçoğu, diğer mücahitlerle birlikte savaştı. Güneydeki Kandahar ve çevresinde aktif olan bu medrese öğrencilerini (‘talib’ler ya da ‘talebeler’) diğer mücahitlerden ayıran, cihat fikrine derinden bağlılıkları, ibadetlerini aksatmamaları ve dini eğitime verdikleri önemdi. O dönemde, mücahitlerin aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için, genellikle ‘talib’lerin kurdukları mahkemeleri tercih ettikleri aktarılıyor. 1989’da Sovyetler Birliği’nin çekilmeye zorlanmasının ardından ‘talib’ler köylerine ve gündelik yaşamlarına dönerken, mücahitler hem birbirleriyle, hem Sovyet destekli Necibullah hükümetiyle savaşmaya devam ettiler.
Nisan 1992’de Necibullah’ın istifasının ardından, mücahitler Kabil’e girdi. Ancak, sık sık değişen ittifaklarla çatışmalar devam etti. Örneğin, kendisine başbakanlık teklif edilmesine rağmen, Rabbani ve Mesut liderliğindeki yeni yönetimi tanımayan Hikmetyar ve sonradan saf değiştiren Dostum sivilleri gözetmeden Kabil’i bombaladı. Başta Rabbani’yi destekleyen Mazari ve Sayyaf önce birbirleriyle çatıştı, sonra Mazari, Hikmetyar’ın tarafına geçti. Pakistan, Suudi Arabistan, İran, Rusya ve Hindistan gibi çeşitli ülkeler de çıkarlarına göre farklı gruplara silah ve lojistik destek sağladılar. 1992-1996 arası dönemde hiçbir grubun merkezi otorite kuramadığı ülkede, irili ufaklı mücahit grupların birbirleriyle çatışmalarında siviller dahil on binlerce kişi öldü. Bazı mücahit komutanlar ele geçirdikleri yerlerde yol kesme, gasp ve yağmaya dayalı bir düzen kurdular; kadınlara ve çocuklara tecavüz edildi.
1994’te, Molla Ömer’in bir grup talib ile bir mücahit kampını basarak kaçırılan ve tecavüz edilen iki genç kadını kurtarmasıyla Taliban bir örgüt olarak tarih sahnesine çıktı. Kabil’deki çatışmalar nedeniyle Orta Asya ile ticaretini ülkenin güneyine kaydırmak isteyen Pakistan, Kandahar’da kısa sürede mücahit komutanları dize getirmesiyle ünlenen Taliban’a destek verdi. Kuzeye doğru ilerleyen Taliban ele geçirdiği tüm yerlerde silahları topladı, karayollarının güvenliğini sağladı, mahkemeler kurdu ve katı şeriat kuralları uyguladı. 1996’da Rabbani ve Mesut’un komuta ettiği güçleri yenerek Kabil’i aldı.
Taliban, devlet otoritesi çökmüş, altyapısı tahrip edilmiş, kültürel zenginlikleri yağmalanmış ve eğitimli ya da seküler eğilimleri olan nüfusun büyük çoğunluğunun terk ettiği Kabil’de, yeni bir siyasi düzen inşaya koyuldu. Taliban’ın, istifasından beri Birleşmiş Milletler’e ait bir binada yaşayan eski Devlet Başkanı Necibullah’ı işkenceyle öldürerek cesedini bir meydanda sergilemesi, sadece eski rejimle kopuşu simgelemiyordu: Necibullah, mücahitlerin rejimle savaştığı 1980’lerde, işkenceyle suçlanan istihbarat teşkilatı KHAD’ın beş sene boyunca şefliğini yapmıştı. Ülkenin adını Afganistan İslam Emirliği olarak değiştiren Taliban, artık hemen hemen herkesin bildiği üzere, müzik, televizyon, futbol, satranç ve diğer İslami görülmeyen hobiler ile kadınların çalışması ve yanlarında yakın bir erkek akrabaları olmadan dışarı çıkmalarını yasakladı. Erkeklere sakal, kadınlara burka zorunluluğu getirildi. Hırsızlık el-ayak kesmeyle, zina taşlanarak ölümle cezalandırıldı.
Taliban’ın ideolojisi ve ilk iktidarının sonu
Taliban’ın şeriat anlayışı, dini metinlerin literal okumasına, Peştun töresine ve feodal toplumun ahlak ve hakkaniyet değerlerine dayalı karmaşık bir bileşimdi. Cezaların halka açık yerlerde ve tavizsiz biçimde uygulanması, aynı zamanda, savaşarak başa gelen her yeni iktidarda olduğu gibi, potansiyel isyancılara karşı da bir gövde gösterisiydi. Peştun ağırlıklı Kandahar gibi muhafazakar yerler için bile bu tepeden inme dini dayatmalar yeni bir olgu iken, özellikle kadınların kamusal hayata daha serbestçe katıldığı Hazara, Tacik ve Özbek ağırlıklı bölgeler ya da Kabil’deki kentli halk için alt üst ediciydi. Bu gibi yerlerde, Taliban’ın da seri ve radikal bir değişim için daha kuralcı ve baskıcı davrandığı anlaşılıyor. Öte yandan, Taliban hakim olduğu yerlerde uyuşturucu kullanımıyla mücadele etti; ‘bacha bazi’ (çoğunlukla siyasi ya da ekonomik olarak güç sahibi olan yetişkin erkeklerin yoksul oğlan çocuklarını cinsel köle edinmesi), dul kadınların ölen kocanın erkek kardeşiyle ve kan davalarının çözümü için kadınların karşı tarafın ailesinden biriyle evlendirilmesi gibi ataerkil kültürel pratikleri de yasakladı.
Aslında, Afganistan’da din hep toplumsal hayatın önemli bir parçası oldu. Örneğin, 1980 Anayasası dışında tüm anayasalar şeriata atıf yaptı. Taliban meşhur İyiliği Emretme ve Kötülükten Menetme (Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker) Bakanlığı’nı Rabbani yönetiminden devraldı (Geçmişi 1930’lara giden bu kurum, ABD’nin 2001 işgalinden sonra kurulan rejimde Hac ve Dini İşler Bakanlığı bünyesinde, aktif olmamakla birlikte, varlığını sürdürdü). Rabbani ve Mesut başa geçtikten sonra ülkenin resmi adı Afganistan İslam Devleti olarak değiştirildi. Taliban 1996’da Kabil’e girdiğinde sinemalar kapalıydı, alkol yasaktı ve kadınlara örtünme zorunluluğu getirilmişti. Hikmetyar da kontrol ettiği bölgelerde kamusal alanlarda müzik çalınmasını ve kadınların sokaklarda ‘amaçsızca dolaşması’nı yasakladı. Taliban’ı bu mücahitlerden farklı kılan, şeriata dayalı bir toplumsal düzenin nasıl olması gerektiğine dair yorumundan ziyade, bu düzeni uygulama idealine disiplinli bağlılığı ve bunu mümkün kılacak merkezi bir otorite kurmayı başarmasıydı.
Rakipleri olan mücahit gruplar daha çok kabile ve akrabalık ilişkileri üzerinden yükselirken, talib’leri bir araya getiren medrese geçmişleriydi. Bu hem yaşam pratiği, hem ideoloji açısından bir birlikteliğe işaret ediyor. Taliban’ın direncinin önemli bir kaynağı buydu. Taliban, ağırlıklı olarak Peştunlardan oluşmakla birlikte, etnik milliyetçi bir hareket değil. Kuruluşundan bu yana da şeriat ve cihadı benimseyen, Peştun dışı etnik gruplardan katılımlara açık oldu. Aslında, ülkedeki siyasi parçalanmayı anlama çabalarında sıkça etnik-mezhepsel farklar vurgulansa da, bunlar (1992’de Kabil’deki yeni yönetimin Tacik Rabbani ve Mesut ile Peştun Sayyaf’ın işbirliği ile kurulması; Peştun Hikmetyar, Özbek Dostum ve Şii Hazara Mazari’nin bu yönetime karşı koalisyonu; Taliban’ın Kabil kuşatmasından önce Rabbani ve Mesut’un Hikmetyar’a karşı Taliban’la ittifak seçeneğini değerlendirmeleri; Taliban’ın yıllarca savaştığı işgal hükümetinin iki cumhurbaşkanının da -Karzai ve Gani- Peştun olması gibi) geçmiş ve devam eden çatışmaları ve ittifakları açıklamakta yetersiz kalıyor.
Taliban’ın ilk iktidarının sonunu getiren, biraz ideolojik sadakat, biraz da pragmatik hesaplarla, Usama bin Ladin’i ABD’ye teslim etmeyi ısrarla reddetmesi oldu. Molla Ömer bunu ‘misafirperverliğe aykırı’ diye gerekçelendirse de, hem Taliban karşıtı bir koalisyonda (Kuzey İttifakı) birleşen mücahitlerle devam eden çatışmada, hem de ülkenin yeniden inşasında bin Ladin’den faydalanmayı amaçladığı düşünülüyor. Tuhaf olan, 1980’lerde Sovyetler Birliği’ne karşı mücahitlerle birlikte savaşmış olan bin Ladin’in, Afganistan’a dönüşünün, Mayıs 1996’da, Rabbani döneminde olmasıydı. Afganistan araştırmacıları Linschoten ve Kuehn’e göre, Eylül 1996’da başkenti alarak ülkeye hakim olan Taliban, aslında, bir anlamda bin Ladin’i önceki yönetimden ‘miras edinmişti’.
Ülkedeki ekonomik krizi derinleştiren Birleşmiş Milletler yaptırımlarının ardından Molla Ömer’in söyleminde (muhtemelen El Kaide’nin de artan etkisiyle) ABD ve Batı karşıtlığı öne çıksa da, esasında, Taliban’ın El Kaide’den farklı olarak küresel cihat ülküsü taşımadığı, siyasi emellerinin Afganistan’la sınırlı olduğu sıkça rastlanan bir yorum. Nitekim, Taliban en başından beri ABD tarafından tanınmanın peşinde oldu. ABD’nin de, Orta Asya petrolünün Afganistan üzerinden Hint Okyanusu’na iletimi için, başlarda Taliban’a ılımlı baktığı biliniyor. Öte yandan, Molla Ömer, 11 Eylül saldırısını kınamakla birlikte, bin Ladin’in bu saldırıyı gerçekleştirdiği iddiasının bağımsız bir mahkemede değerlendirilmesi gerektiğini savunarak ABD’ye kafa tuttu. İktidardan indirildiğinde, Taliban, ülkenin yüzde 90-95’ine hakimdi. Ekim 2001’de ABD ve müttefiklerinin başlattığı hava saldırısında, Kuzey İttifakı da karadan Kabil’e ilerleyerek Kasım 2001’de başkenti aldı.
İşgal yılları: Zenginler ve zorbalar
ABD işgalini takiben kurulan yeni rejimin, herhalde, en belirleyici niteliklerinden biri, ranta dayalı olmasıydı. Rejim Ağustos 2021’de alaşağı edildiğinde, ülkeyi yeniden inşaya yönelik dış yardımlar, Afganistan gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık yüzde 40’ını, kamu harcamalarının ise yüzde 75’ini oluşturuyordu. Dış yardımların yanı sıra, başta Amerikan askerleri olmak üzere ülkedeki yabancı silahlı birlikler devam eden çatışmalarda ulaşımdan, tercümeye ve üs güvenliğine kadar çeşitli alanlarda hizmet alımları ile ülkeye milyarlarca dolar para girişi sağladılar. Tüm bu dış kaynaklı para, yirmi yıl boyunca, yerel idarelerden merkezi yönetime uzanan, mensuplarının idari-siyasi makamları ve ihaleleri birbirine pasladığı, rakiplerin sindirildiği muazzam yolsuzluk ve suç ağlarını körükledi. Bu arada, Taliban’ın 2000’de yasakladığı afyon -resmî istatistiklerde yer almasa da- yeniden ekonominin önemli bir parçası haline geldi. 2021’de uyuşturucudan elde edilen gelirin, tüm kayıtlı yasal ihracat gelirinden daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
Bu yeni düzenin kilit aktörleri, Taliban’ın iktidardayken büyük ölçüde etkisizleştirdiği mücahit gruplardı. Başta ABD’nin 2001 operasyonunun yerel işbirlikçisi Kuzey İttifakı’nın mensupları olmak üzere, mücahitler, ilk kabinenin ezici çoğunluğunu ve atanan ilk 30 valinin en az 20’sini oluşturdu. Bir önceki bölümde bahsedilen Sayyaf 2005’te milletvekili seçilirken, vekilliği döneminde çıkan yasa ile 2001’den önce işlenen savaş suçları dahil tüm insan hakları ihlallerine af getirildi. Dostum, 2014’te Eşref Gani hükümetinde cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. 2016’da bir siyasi rakibini beş gün boyunca alıkoyup tüfekle tecavüz ettiği yönündeki haberlerden sonra korumaları hapis cezası alırken, Dostum’a 2020’de mareşal ünvanı verildi. ABD işgaline askeri direniş gösteren tek mücahit Hikmetyar ise, 2016’da çıkarılan afla ülkeye geri döndü ve 2019 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katıldı.
Mücahitlerin ve Taliban karşıtı -bir kısmı işgalin ardından ülkeye dönen- güçlü ailelerin üyelerinin oluşturduğu yeni siyasi ve ekonomik elit, gücünü işgalcilerle sıkı ilişkiler ve siyasetle iç içe olan rant ekonomisinden aldı. Örneğin, 2001’den 2012’ye kadar sırayla Savunma Bakanlığı yapan ve her ikisi de mücahit olan Fahim ve Wardak’ın yakın akrabalarının sahip oldukları şirketlerin ABD ordusundan yüklü ihaleler aldığı belirtiliyor. Öte yandan, piyasa ekonomisini benimseyen ve 2004 Anayasası’yla özel teşebbüsü yasal güvence altına alan rejimin özel sektörü teşvik politikaları yeni rant kapıları açtı. 2004’te kurulan ve 2010’da içi boşaltılan, Afganistan’ın ilk özel bankalarından Kabil Bankası’nın 1 milyar dolara yakın krediyi usulsüz olarak kullandırdığı 19 kişi ve şirket arasında, dönemin cumhurbaşkanı Karzai’nin kardeşi de vardı. Özelleştirme kapsamında ise, ülkenin 65 kamu iktisadi teşebbüsünün çoğunun siyasilere yakın kişilere satıldığı aktarılıyor.
Uyuşturucu ticareti de dahil piyasada dönen paranın yüksekliğine rağmen, yoksulluk oranının yıllar boyunca yüzde 40-50 civarında seyretmesi şaşırtıcı gelebilir. Dış yardımlar özellikle kent merkezlerinde hizmet sektörünü şişirirken, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin yaşadığı ve büyük ölçüde tarımla geçindiği kırsal alanlarda kayda değer bir değişiklik yaratmadı. Zaten, Taliban işgalden birkaç sene sonra toparlanıp saldırıya geçtiği için, kırsalda alan hakimiyeti sağlanmadan altyapı yatırımları mümkün değildi. Öte yandan, Taliban’la savaşta polisin (gözaltında kötü muamele, işkence ve yargısız infazdan çocuk istismarı, haraç alma ve uyuşturucu ticaretine kadar uzanan) suçları görmezden gelindi; silahsızlandırma bir yana milisler güçlendirildi; normal emir komuta zinciri dışında hareket eden paramiliter güçler oluşturuldu.
İşgal yılları: Taliban’ın gölge hükümeti
İşgal boyunca, yaklaşık 47 bin sivilin öldüğü çatışmalar, kanunsuzluk ve cezasızlık ortamı, yolsuzluğun mümkün kıldığı bir zenginlik ve hiç bitmemiş olan yoksullukla birlikte rejimin meşruiyeti azalırken, Taliban da, paralel yönetim mekanizmaları -bir nevi ‘gölge hükümet’– oluşturarak etki alanını genişletmeyi hedefledi. Vilayetlere gölge valiler atayan hareket, sağlık, eğitim, tarım, maliye vb. alanlarda merkezi komisyonlar oluşturdu. Kısmen ya da tamamen kontrol ettiği bölgelerde mahkeme hizmetleri verdi; okul müfredatlarını ve eğitim ve sağlık personelini denetledi; inşaat projelerinden, cep telefonu hizmet sağlayıcılarından, yasal ve (uyuşturucu dahil) yasadışı her türlü ticaretten vergi aldı; yollara geçiş ücreti koydu; elektrik faturaları tahsil etti. Bu uygulamalar, halkla ilişkiler, istihbarat, finansman sağlama gibi pratik amaçlara hizmet etmenin yanı sıra, Taliban’ın ülkeyi yönetme iradesinin de ilanıydı.
Özellikle, Taliban mahkemeleri, hareketin meşruiyet inşasının kilit aracı oldu. Resmi yargı süreçlerinin yavaş olması, rüşvetin yaygınlığı ve verilen kararların uygulanmaması, aileler arası arazi vb. anlaşmazlıkların sık olduğu kırsal bölgelerde, Taliban’ın şeriata dayalı ve çoğu mobil olan mahkemelerini alternatif haline getirdi. Buralara başvuran herkes Taliban destekçisi olmadığı gibi, çoğu zaman yargılamalar alelacele ve cezalar sertti; kararlar ise çoğu zaman itiraza açık değildi. Yine de, halkın genel olarak bu mahkemeleri adil bulduğu, her şeyin ötesinde, anlaşmazlık hızlıca sonuca bağlandığı, silahlı çatışmaya dönüşmediği için memnun olduğu ifade ediliyor. Taliban’ın yargılamaların etkinliği için, resmi dairelerdeki arazi mülkiyeti kayıtları, varsa eski yargı kararları vb. belgeleri ele geçirmek için çaba sarf ettiği de aktarılıyor.
Taliban, elbette, yolsuzluktan tamamen azade değildi. Nitekim, Taliban yönetiminin, mahkemelerinde rüşvet ve kayırmanın önüne geçmek için, hakimlere rotasyon uyguladığı biliniyor. Taliban’ın rejime nazaran daha adil görülmesinin bir nedeni, yaklaşımının ‘önceden kestirilebilir’ olmasıydı. Örneğin, bir araştırmacı, nakliyatçıların, Taliban’ın kontrol ettiği bölgelerde ödeme yaptıktan sonra yolun kalan kısmına büyük ölçüde güvenle devam edebildikleri için bu bölgeleri tercih ettiklerini; Afgan ordusu ve polisinin kontrol noktalarında ödeme miktarını bilmedikleri gibi, aynı bölge içinde farklı yerlerde birkaç kez ödeme yapmak zorunda kaldıklarını, ödemeye rağmen bazen mallarına da el konduğunu anlatıyor. Taliban’ın, şeriata uygun davranmayanlara ya da işgalcilerle işbirliği yapanlara gönderdiği uyarı ve tehdit içeren ‘gece mektupları’nın rakiplerini sindirmek isteyen başkalarınca da taklit edilmesi üzerine, evrak kayıt numarası kullanmaya başlaması, ayrıca mektuplara bilgi ya da itiraz için iletişim telefonu eklemesi de düzen kurucu niteliğinin başka bir örneği. Özetle, kısaca bahsettiğimiz bu politikalar, işgal yılları boyunca, Taliban’ın -90’lardaki gibi, yine- göreceli bir güvenlik, düzen ve adalet için ehven-i şer olarak öne çıktığına işaret ediyor.
Taliban yine, yeniden
Bugün Afganistan’ın resmi adı, 20 yıl sonra, yeniden, Afganistan İslam Emirliği. Taliban’ın Eylül 2021’de kurduğu hükümet, hareketin 90’lardan bu yana lider kadrosundaki sürekliliği ortaya koymakta. Örneğin, Başbakan Molla Ahund ve Başbakan Yardımcısı Molla Baradar, Molla Ömer ile birlikte Taliban’ın kurucularından. Savunma Bakanı Molla Yakup, Molla Ömer’in; İçişleri Bakanı Siracettin Hakkani ise, 1995’te Taliban’a katılan Hakkani milis grubunun lideri, Taliban’ın ilk iktidarında sınırlar ve aşiret işleri bakanlığı yapan mücahit komutan Celalettin Hakkani’nin oğlu.
Hem ABD’nin hem Rusya’nın sıkça yaptığı ‘kapsayıcılık’ vurgusuna rağmen, Taliban hükümeti sadece Taliban üyelerinden oluşuyor. Hareket -1996’da olduğu gibi- savaşarak alaşağı ettiği rejimin devrik yöneticileriyle güç paylaşımına yanaşmıyor. Bu, en azından şimdilik böyle. Eski cumhurbaşkanı Karzai ve Gani hükümetinde icra kurulu başkanı (bir nevi başbakan) olan, Kuzey İttifakı üyesi Abdullah zaten Afganistan’daydı. Mart 2022’de kurulan bir uzlaşma komisyonuyla, geçmişte yolsuzlukla suçlananlar da dahil, eski rejimin üst düzey yöneticilerinin bazıları Afganistan’a dönüyor. Bu diyalog, mücahitlerin ve eski elitlerin yeniden güç sahibi olmasına ne ölçüde yol verir, zamanla görülecek.
Taliban hükümeti Mayıs ayında yıllık bütçesini açıkladı. Hareketin iktidara gelmesinden itibaren, gümrük yolsuzluğunu önemli ölçüde azaltarak, eski rejime göre daha etkin biçimde vergi toplayarak ve kömür madenciliği gibi kayıtdışı ekonomik faaliyetleri kontrol altına alarak yeni gelir kaynakları yarattığı aktarılıyor. Bu anlamda, Taliban’ın direniş yıllarında geliştirdiği finansal becerileri bu sefer hükümet olarak uygulamaya koyduğunu söyleyebiliriz. Ancak dış yardımların kesildiği ve Taliban’a yönelik yaptırımlar nedeniyle merkez bankasının yabancı bankalardaki 10 milyar dolara yakın döviz varlığının dondurulduğu ülkede bunlarla ekonominin dönmesi zor. Öte yandan, yaygın açlık ve bankacılık sisteminin çökmesi, ABD’ye tehdit oluşturabilecek silahlı grupların güçlenmesine zemin hazırlaması açısından tercih edilebilir değil. O nedenle, ülkeye insani yardıma yönelik para girişi yapılabilmesi için Aralık 2021’de yaptırımlar kısmen gevşetildi. Benzeri orta yol arayışları için Taliban’la ABD’nin görüşmeleri devam ediyor.
Bu noktada, Taliban’ın ideolojisinin ABD karşıtlığı içermediği vurgulanmalı. Doha Anlaşması’nın imzalanması sürecinde Siracettin Hakkani, New York Times gazetesine, ‘ABD’nin, askerlerini çektikten sonra, Afganistan’ın savaş sonrası kalkınması ve yeniden inşası için yapıcı bir rol oynayabileceği’ni yazmıştı. Taliban’ın lideri Ahundzade de Kurban Bayramı mesajında, ABD ile ‘iyi diplomatik, ekonomik ve siyasi ilişkiler’ istediklerini açıkladı. Öte yandan, bu, Taliban’ın ABD ile bir çeşit danışıklı dövüş içinde iktidar olduğu anlamına gelmez.
ABD’nin müttefiki Pakistan’ın işgal yılları boyunca Taliban’a sağladığı lojistik destek, Taliban’ın zaten alttan alta ABD tarafından desteklendiği yorumuna yol açsa da, Pakistan’ın Hikmetyar’a ve öncesinde diğer mücahitlere de destek sağladığı unutulmamalı. Kaldı ki, Afganistan’ın uzun tarihi boyunca tüm çatışan yerel güç odakları çeşitli devletlerden destek aldı. Bu açıdan, ABD’nin, yok etmeyi başaramadığı yerel bir direnişin en yakın ilişkide olduğu ülkenin bir müttefik olmasına, zaman zaman lehine[ii] kullanmak üzere, göz yumduğu şeklinde bir yorum da mümkün. Bu ikinci yorum, aynı zamanda, ABD’yi -ya da başka herhangi bir egemen gücü- kadir-i mutlak gören kaba bir determinizme kıyasla siyasi isyanlara daha geniş bir bakış açısını mümkün kılabilir.
Molla Ömer 2009’da amaçlarını ‘ülkenin bağımsızlığı ve adil bir İslami sistem’ olarak açıklamıştı. Bu amaç, Taliban’ın bugüne dek yaptığı birçok açıklamada tekrar edildi. 1990’larda olduğu gibi, şimdi de bu ülke tahayyülünde kadınların rolleri ve yerleri, aile ve evden ibaret. Yeni Taliban hükümeti kız çocuklarının ortaokula ve liseye devamını; kadınların sağlık ve eğitim dışındaki sektörlerde çalışmaları ile yüzlerini örtmeden ve yanlarında yakın bir erkek akrabaları olmadan dışarı çıkmalarını yasakladı. Kadınların toplumsal statüsü, hareketin ideolojik sürekliliğinin en görünür olduğu alanlardan biri olsa da, aynı zamanda değişim potansiyeli de barındırıyor. Taliban yönetiminde kadınların insan haklarının şeriat çerçevesiyle sınırlı olacağı kesin olmakla birlikte, daha kapsamlı bir İslami eğitim almış olan yeni nesil üst düzey yöneticilerin şeriat anlayışında Peştun töresinden çok (kadınların eğitim ve çalışma haklarını tanıyan) Hanefi fıkhının daha etkin olduğu yorumu yapılıyor. Bu neslin, hareketin kadın politikasında ne kadar belirleyici olacağı zamanla görülecek.
Kuzey İttifakı’nın bir kısım eski mensupları ile işgal rejiminin bazı yöneticileri tarafından Pençşir Vadisi’nde yürütülen dahil çeşitli irili ufaklı direnişlere karşın, bugün, Taliban ülkenin en örgütlü gücü. Taliban’ın bu konumu, esas aldığı konularda duruşunu korumasının yanı sıra, yeni şartlara uyum sağlamasından da ileri geliyor. Doha Anlaşması’nın gizli ekleri, Taliban’ın şeri yönetiminin ayrıntıları, hem direnen yerel grupların hem de IŞİD-Horasan’ın ne ölçüde kontrol altında tutulabileceği gibi birçok bilinmeyen olsa da, Taliban’ı bugüne taşıyan direnci ve dayanıklılığı -ideolojik farklılıkların gölgelemediği bir zihin açıklığı[iii] ile- anlamak, Afganistan’da olan biteni anlamlandırmak için elzem. Bu yazı da bunu amaçladı.
[i] Ülkedeki sol-seküler iktidarların ayrıntılı bir analizi için Ulaş Töre Sivrioğlu’nun Teori ve Politika dergisindeki “Afganistan’da Marksist İktidar Deneyimi (1978-1992)” başlıklı yazısına bakılabilir: http://teori-ve-politika.com/index.php/tr/yazarlar/item/1078-afganistan-da-marksist-i-ktidar-deneyimi
[ii] Örneğin, Taliban’ın kurucularından Molla Baradar’ın 2010’da Pakistan’da hapse atılmasının da, sekiz sene sonra, Doha barış müzakerelerinin başlaması sürecinde serbest bırakılmasının da ABD’nin talebiyle olduğu söyleniyor.
[iii] Mehmet Polat’ın E-Komite sitesinde yayımlanan “Afganistan Gerçekleri” başlıklı yazısı bu zihin açıklığına önemli bir örnek teşkil ediyor: https://e-komite.com/2021/afganistan-gercekleri/
Kaynak: Farklı Bakış