Yeryüzünde insanca bir hayat için uğraşan iki önemli uluslararası kuruluşun iki kritik raporu aynı sıralarda yayımlandı. Uluslararası Af Örgütü’nün (AI) İdam Cezaları ve İnfazlar raporu ile Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) 2020 Basın Özgürlüğü Endeksi. İkisinde de hepimizin kaydetmesi gereken bilgiler, yorumlar yeralıyor. Başta gazeteciler, yazar-çizerler, ifade özgürlüğü yaşamında belirleyici yer tutan meslekî veya siyasî gruplar, içinde (“altında”?) yaşadıkları rejimlerle başı derde girebilecek herkesi yakından ilgilendiriyor bunlar. Raporlar birlikte ele alındıklarında, topluca, insanlık olarak, yakın geleceğimize ışık tuttukları söylenebilir. Mâlûm, ışık genellikle karanlığa tutulur. Ve ışık tutulduğunda, yekpâre, geçirimsiz bir karanlıkla karşı karşıya olunmadığı görülebilir.
Yalnız memleketimiz için değil, demokrasisi bizden çok daha gelişmiş başka birçok ülke için de konuşarak söyleyebiliriz ki, şimdiki gibi gündelik, perakendeci, idare–i maslahatçı, dostlar alışverişte görsün’cü, daha önemlisi, perspektifsiz, hedefsiz, hem siyasî-toplumsal içerikten hem cesaretten hem sağduyudan yoksun, sünepe, süflî sözde muhalif yerleşik partilerin kapasitesi, ilk bakışta görünen karanlık geleceğe sürüklenmeyi önleyebilecek insanlık enerjisini harekete geçirebilme yeteneğine ve gücüne sahip değil. “Yerleşik” derken, kendini bugüne kadarki ve bugünkü ana akım siyasî yapı ve rejimin parçası görenleri kastediyorum. Evet, böyle bir enerjiye, kapasiteye, kabiliyete sahip değiller. Yeni bir değiştirici-dönüştürücü, aynı zamanda kapsayıcı, kimi yerde belki mecburî istisnalar dışında sınıflar-üstü, her hâlükârda uluslar-üstü yaklaşım ve siyaset anlayışı lazım. Ancak böyle bir yaklaşımla, karanlığın içinden, hiç de onun parçası olmayan, dikkatle bakıldığında çıkış yolu gösteren ayrıntılar seçilebilir.
Azalan idamlar ve şampiyonlar
Uluslararası Af Örgütü’nün, “küresel ölçekte ölüm cezalarını değerlendirme” amaçlı raporu 21 Nisan’da yayımlandı. Raporda, ölüm cezası infazlarının dünya çapında azaldığı memnuniyetle kaydedilirken, bu alanın geleneksel şampiyonları her zamanki gibi başrolleri paylaştı. En çok resmî cinayet işleyen devletin hangisi olduğu kestiriliyor, ancak maktûl sayısı, cinayet mahalli ve silahına dair bilgiler zayıf. Çünkü her yıl çok sayıda yurttaşının hayatına resmî kararla son veren devletler aynı zamanda sayıları da gizliyorlar; “devlet sırrı” bahanesinin ardına saklanarak. Uluslararası Af Örgütü, şampiyonun Çin, ikincinin İran olduğundan emin. Örgüt Çin’deki idamların sayısını ancak “binlerce” diye verebiliyor, İran içinse, kesin saptayabildiklerini hesaba katarak, 251 sayısında karar kılıyor. Bu ikisi dışında ilk beşe, Suudi Arabistan (184), Irak (en az 100) ve Mısır (en az 32) giriyor. İlk beşe oynayabileceğine hepimizin kesin gözüyle baktığı Kuzey Kore ve durumu şaibeli Vietnam, “devlet sırrı”nın uluslararası insan hakları örgütlerince ulaşılamayacak kadar sıkı saklanabildiği öbür idamcılar.
Bunlar arasında en ilginci Suudi Arabistan’ın vaziyeti. Bütün dünyada idamların toplam sayısı ardarda dördüncü yılda azalmaya devam ediyor, buna karşılık başkonsolosluğuna idam timi yollayıp kemik testeresiyle ceset doğrattıran “modern” prensin devleti, tarihindeki en yüksek yıllık resmî cinayet sayısına ulaştı. 184, Amnesty’ye göre, “bugüne kadar bir yıl içinde Suudi Arabistan’da gerçekleştirilen en yüksek infaz sayısı”. 2018’de Suudi devleti 149 insanı “resmen” öldürmüştü.
Irak da genel eğilime ters yönde ilerleyenlerden. Güney Sudan ve Yemen gibi, 2019’da, bir önceki yıla göre daha fazla insanı idam etti. Ancak o ikisinden farklı olarak, Irak, bir yıl içinde işlediği resmî cinayetleri iki katına çıkardı. Uluslararası Af Örgütü Araştırma, Savunuculuk ve Politikalar Kıdemli Direktörü Clare Algar, Irak’daki gelişmeyi “şoke edici” bulduklarını söyledi.
Buraya kadar sözü geçen devletlerin insanlık âlemindeki yeri hakkında düşünürken önce şuradan geçmeliyiz ki, bu yılın dünya toplamı olan 657 idam, son on yılın en düşük seviyesi. Bu faslı geçmeden, önce Algar’ın “ölüm cezası” için sarf ettiği “alçakça ve insanlık dışı ceza” sözlerini aktarmalı, sonra onun da tekrarladığı gerçeği hatırlatmalıyım: İdam cezasının hapis cezalarına göre “daha caydırıcı” olduğuna ilişkin hiçbir güvenilir kanıt ortaya konamadı şimdiye kadar.
İstenmeyenin “formalitesiz” imhası
Genel manzaranın içerisinde, özellikle dikkat çeken -çekmesi gereken- ayrıntılardan biri şu: Af Örgütü, Suudilerin daha çok uyuşturucuyla bağlantılı suçlar ve cinayeti idam için geçerli sebep saydığını, ancak “artan bir sıklıkla”, idamı, “Şii Müslüman azınlığa mensup muhaliflere karşı siyasî silah olarak kullandığını” tesbit ediyor. Örgütün raporunda, tam bir yıl önce, topluca idam edilen 37 kişi zikrediliyor. Bunlardan 32’si, Amnesty’ye göre, “işkenceyle elde edilen itiraflara dayanan yargılamalar sonucunda ‘terör’ suçlamalarıyla mahkum edilen Şii erkekler”di.
Bu örnekte, Suudilerin bildik hak-adalet tanımazlığı ve gaddarlığının ötesinde, yakın gelecek meselemizi ilgilendiren bir boyut var: İstenmeyen azınlıkların imhası giden yollar… Bu açıdan insanlığın, maşallah, geniş tecrübeleri zaten var. Önümüzdeki yıllarda bu başlık yeniden sık sık karşımıza çıkabilir.
Buna karşılık, işte, dünya çapında idamlar azalıyor. Olgu, çelişik birkaç şeyi birden düşündürüyor.
Hukuk tanımaz, pervâsız otokrat bozuntu ve özentilerinin kudret sahibi olduğu bugünün ortamında, en beklenmedik devletler birden idamı tekrar yasal rejimlerine katsalar, üzüldüğümüz ölçüde şaşırtıcı bulmayız ne yazık ki. Dolayısıyla, “idamlar azalıyor” tesbitini son defa yapıp yapmadığımızı düşünmekte sakınca yok.
Daha beteri, yargılayıp idama mahkûm edip, resmî prosedür içerisinde öldürmek dahi, yeni tarz bazı diktatörlere fuzulî görünebilir. Nitekim görünüyor: Filipinler’in huzura kavuşması için Filipinler halkının hatırı sayılır kısmının imhasını çare gördüğü belli olan yeni zamanlar kabadayısı Rodrigo Duterte, askere polise her fırsatta “çekip vurma” yetkisi tanıyor, o sırada her kiminle savaştığına karar veriyorsa onun devlet güçlerince sorgusuz sualsiz öldürülebileceğini hükme bağlıyor, kurumlaştırıyor. Evet, devletler her zaman kendi yasal çerçevelerini tanımayarak insan öldürüyorlar. Ancak bu işlemler genellikle “resmî” sayılmayan bir düzlemde, yüzde doksan dokuz inkâr edilerek sürdürülürdü. Duterte, açıkça ilan etti, açıkça yapıyor. Brezilya’nın -salgın tedbirlerini reddeden şuursuz- diktatör müsveddesi Jair Bolsonaro, böyle yapacağını söyledi, henüz açıkça eyleme geçmedi. Belki Brezilya’nın büyükşehirlerinde favela çeteleriyle ve “sokak çocukları”yla mücadelesinde polisin kayıt tanımaksızın insan öldürmesi zaten yerleşik uygulama olduğundan o kadar acilen ihtiyaç duymamıştır.
Bundan da beteri, istenmeyen azınlıkların imhasına giden yolun, yasal yetkilerle donatılmış resmî güçler, yasalar ve kurumlara değil, bizzat bu imha işiyle görevlendirilecek, nefret ve öfke dolu kitlelere döşettirilebilecek olması. Böyle bir berbat ihtimalle de birarada yaşıyoruz bir süredir.
Yalnız, yine de, işte, dünya çapında idamların azalmasını sağlayan bir başka akıntı var dipte. İlk bakışta kendini göstermeyen, sonuçlarını görünce varlığını akledebildiğimiz, hissettikçe güçlendiğimiz, güçlendikçe yayabildiğimiz, yaydıkça güçlendirebildiğimiz bir eğilim. Kiralık katilin gözleri yaşararak yaralı kedi yavrusunu sevmesinden ibaret değildir inşallah bu.
İdam konusu geçince ABD’den bahsetmemek olmaz; şunları aktarayım, Amnesty raporundan: ABD’de en çok idam mahkûmunun bulunduğu eyalet, Kaliforniya. Burada vali, infazların ertelenmesini öngören yasa çıkararak, resmî cinayete son verme eğilimini tescil etmiş oldu. New Hampshire’ın da katılmasıyla, ölüm cezasını kaldıran ABD eyaletlerinin sayısı 21’i buldu.
* * *
Bu satırlarımı hatırlayarak okumanızı temenni ettiğim bir sonraki yazımda, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) 2020 Basın Özgürlüğü Endeksi’ni konu edeceğim. Endeks’in kendisinden çok, onu sunarken RSF’nin önümüze koyduğu tartışma çerçevesi ve zeminini aktarmaya çalışacağım. Zira Sınır Tanımayan Gazeteciler, önümüzdeki onyılı basın özgürlüğünün, aslında bütün olarak gazetecilik mesleğinin geleceği açısından belirleyici dönem olarak görüyor.
Bu tabiî ki, istenmeyen azınlıkların imhası veya en azından sindirilerek görülmez, “surların dışına” sürülerek bilinmez hale getirilmesi gayretleri dahil, muktedirlerin bir tür elitlik-“seçilmişlik” kavramını eksene oturtarak kurmaya çalışacakları yeni dünyaya giden yolda kaçınılmaz adım. Yeni otokrasi yollarında basın özgürlüğüne ve bildiğimiz anlamda gazetecilik diye bir toplumsal faaliyet alanına yer olmayacak; eğer bugünün muktedirleri o yollarda ilerlemeyi başarırlarsa. Amnesty’nin Çin’deki idam sayısını öğrenemeyişi ile gazeteciliğin istikbali doğrudan doğruya ilintili. Aynı sorunun iki veçhesi sadece. Dikkatinizi çekmek isterim ki, idam cezası ve infazı, ne kadar câniyâne ve berbat işler olsa da, devletlerin “usûl”e uygun yürüttükleri eylemler. “Kimse bilmeksizin idam etme”nin iki milyar nüfusa hükmeden devletçe kurumlaştırılması, oraya mahsus sorun sayılamaz. Bunların hepsi, geleceğe yönelik “fırsat” ve “imkân” olarak görülüyor birileri tarafından.
Artık her konuyu bu sorunsalın zorunlu kıldığı bakış açısıyla ele almak zorunda olduğumuza inanıyorum, nâçizâne.
P24 Blog