Ekran Gazetesi yazarı Gül Altıntaş Analiz Etti...
Teyze ve dayılarım Kürt, amca ve halalarım Türk...
Teyzem bir yanlış yapsa, hemen ardından; ''vayyy ben nasıl daha önce düşünemedim, işte kürdün aklı sonradan gelir'' derdi.. Aynı şekilde halam da bu cümleyi çok konuşur, ''İşte böyle Türkün aklı sonradan gelirmiş'' diyerek kendi kendini yererdi... Ama halam gidip teyzeme ‘siz Kürtler biraz geç anlarsınız, aklınız sonradan geliyormuş'' dese AlimALLAH, teyzem halamı gırtlaklar! Ya da , teyzem halama dese, saç başa birbirlerini haşat ederler......
Bize sorarsanız yoktur birinin diğerinden farkı... İki taraf da ekmek davasında, geçim derdinde, çol çocuğunun rızkı peşinde, ezilmiş de ezilmişler..... İki köy de birbirinden güzel. Kürt köyündeki Gulke bugge (Güllü gelin) teyzenin yaptığı tereyağlı bazlamaların ve keçi sütünden yayık ayranının da, Türk köyündeki komşumuz Şerife Teyze'nin yaptığı saç böreğinin de tadına doyum olmuyordu.... Dedim ya yoktu iki toplumun da birbirinden farkı....
Kürt köyüne gittiğimizde adımız ‘vayyy Turko’ olur, Türk köyüne gittiğimizde, ‘Kürdün dölü’ olurdu... Böyle arada geçine geçine, hem Kürtçeyi, hem Türkçeyi anladığımız halde, sağır ve dilsiz moduna yatarak iki taraftan da faydalanmayı öğrenmiştik....
İki taraf da, eşgi, meşgi bağımızın koruğu idi bizim için. Bizi sadece, tatilde gittiğimizde, sazlıkların oradaki Urro amcanın gölünde, balık yakaladığımızı sanarak tuttuğumuz, kuyruklu kurbağa yakalamanın zevki ile, diğer köydeki, Alın Pınarındaki cevizlerin lezzeti ilgilendirirdi.... Nece konuştukları hiç de umurumuzda değildi.....
Ne yani, dayım Kürt diye O'nu sevmeyecek miydik? Ya da halam, Bekir amcam, Gülşen ablam Türk diye onları sevmeyecek miydik? İşte böyle böyle, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamadan büyüdük....
Ve üniversiteye gidince bir de ne görelim; insanlar sadece Kürt-Türk , diye de ayrılmıyorlarmış! Hepsinin daha bilmediğimiz çeşit çeşit adı varmış meğer, Hepsi parça parça imişler. Kimi Laz, kimi Çerkes, kimi Boşnak, kimi Fars, kimi, Yörük....
Dolu dolu adlar vermişler birbirlerine, ne bileyim ya da kendileri almış bu adları.(?)... Oysa hepsinin kaşı gözü aynı, eli kolu birbirine tıpa tıp benziyor, hepsi acıkıyor, karnını doyurmak için saatlerce çalışması gerek. Hepsi canı yanınca acı çekiyor, hepsinin merhametlisini beğeniyorlar, hepsinin içinde, hiç ismine bakmadan zalimleri var....
Hepsi anne ve baba oluyor ve yavrularının ayağına taş değmesin diye kendi canlarını hiçe sayabiliyorlardı. Hepsi kötü adamları sevmiyorlardı. Hepsi hırsızlığın iyi bir şey olmadığının, emanete hıyanet edilmemesi gerektiğinin, aslolanın şu dünyadan hoş bir seda ile geçip gitmek gerektiğinin farkındalar... Hepsi seviyor, sevdiceğine bakmaya kıyamıyor.. Hepsi sevgisini içine attığında yüreğine taş basıyor... Ve daha da önemlisi, hepsi altmış, yetmiş, bilemedik en fazla yüz yıl yaşacaklar..
Yaşayacaklar ama, son nefeste o ömür saniyelikmiş gibi gelecek ve çekip gideceklerdi.. Kısaca hepimiz ölümlüydük işte. Adımızın ne önemi vardı ki?! Ekip biçip gidecektik, her şeyi geride bırakarak. Hiç bir şey bizim olmadan. Ve hep aynı şeye dönüşerek. İskelet ve nihayetinde toprak.
Bir avuç toprak. Oysa ne de çok, birbirimizden farklıyız sanmıştık... Ne de çok böbürleniyorduk? Sanırsın ki, Urro amcanın gölündeki kuyruksuz kurbağaları, karşı ki sazlıkları, kocaman ceviz ağaçlarını, hep hep biz yarattık.. Kiracı değil de mülk sahibiyiz.!
Artık bize Turko diyen ‘Mısge Alke’ ( Elif'in Mustafa ) amca yok, ‘kürdün dölü’ diyen Suna Teyze de yok. Hepsi öbür taraftalar, hep birlikte. Kim bilir belki de artık birbirlerine isim de takmıyorlardır. Artık tek isimleri vardır KUL...... Fani kul.!
Ne demişti bilge; “Bin yıldır birlikte üşüyoruz işte, bin yıldır dağlarını yiyip duruyor dünya Ne tasmasını yalayan utanıyor ne de komşusu açken kendisi tok yatan.”
Kaynak: Ekran Gazetesi