Başlığı okuyup bayağı bir dil kullandığımız düşünülmesin. Gerçek anlamdaki bir kol saati ve onun sahibinin hikayesini anlatacağız. Belki bu saatin izi sürülse 15 Temmuz’un aydınlatılmasında yararı olacaktı ama kimsenin Adil Öksüz’den önceki sahibine ulaşma isteği yoktu.
Saatin sahibi, 15 Temmuz “darbe girişimi”nin “1 numarası” olarak yansıtılan FETÖ imamı Adil Öksüz’dü. Saat, Quantum markaydı, modeli TAF 1911C, seri numarası da 01631’di ve üzerine Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın amblemi işlenmişti; orijinaldi. Bu saatten sadece Adil Öksüz’de yoktu. Hava Kuvvetleri Komutanlığı bu saatleri Quantum markasıyla yaptığı protokolle ürettirmiş ve almıştı. Genelde üst düzey subaylara verilirdi. 2007 ve 2011 yıllarında üretilmişti. “Her nasılsa” Adil Öksüz’ün bileğine takılmış bu saat, yine Adil Öksüz’ün 15 Temmuz sonrası karakolda, kemeriyle birlikte unuttuğu saatti.
Devlet de “her nasılsa eline geçmiş” dedi ve o saatin peşine düşen ne bir savcı ne bir polis müdürü çıktı. Belki geçilip gidilmese, saatin izi sürülse, önce FETÖ’nün “Hava Kuvvetleri Komutanlığı imamı” olarak bilinen, sonra da bu sıfat “darbe girişimi”nin ağırlığının yanında hafif kalınca “terfi ettirilen” Adil Öksüz’ün Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki, O’na hediye verme cüretini gösteren isme ulaşılacaktı. Ama olmadı.
İDDİANAMEDE “İMAM” AMA HER NASILSA SANIK DEĞİL
15 Temmuz’dan sonra kaçırılan Adil Öksüz için “her nasılsa” denilip geçilen tek durum, saatin kendisinde olması değildi. Aslında Adil Öksüz’ün kendisi -tıpkı kolundaki saat gibi- “es geçilmiş”ti. Bu göz ardı etme hali, “Devlet Adil Öksüz’ü 15 Temmuz gecesi biliyor muydu?” sorusunu sorduruyordu.
Adil Öksüz devlet için 15 Temmuz’dan önce de sadece bir “akademisyen” değildi. Devlet, kendisinin FETÖ imamı olduğunu biliyordu. Bunun sağlaması, Ankara Başsavcılığı’nın 15 Temmuz’dan tam 3 yıl önce hazırlamaya başladığı, 15 Temmuz’dan önce yazımını bitirdiği, 15 Temmuz’dan hemen sonra da mahkemece okunup kabul edilen “FETÖ Çatı Davası İddianamesi”ndeydi. Fetullah Gülen’in bir numaralı sanık olduğu iddianamenin “Şüpheli Şahıs Analiz ve Değerlendirme” bölümünde bu davanın sanığı Cemal Türk’ten bahsederken Adil Öksüz’den şöyle söz ediliyordu:
“Eşinin kardeşi Adil Öksüz’ün (TCKN: 49162560564) 2015 itibariyle örgütün Deniz Kuvvetleri sorumlusu olduğu…”
Bir başka anlatımla savcı, Adil Öksüz’ün kız kardeşinin sanık Cemal Türk ile evli olduğunu, Adil Öksüz’ün de Deniz Kuvvetleri imamı olduğunu biliyordu. O dönemde Deniz Kuvvetleri imamı olarak biliniyordu. Ve “her nasılsa” Adil Öksüz “Kuvvet Komutanlığı imamı” olduğu bilinmesine rağmen o davanın şüphelisi değildi. Ve “her nasılsa” savcı Adil Öksüz için polise, “Şu kişiyi getirin de bir sorgulayayım ya da siz bir sorgulayın bakalım” deyip gözaltına bile aldırmamıştı. Ve o Adil Öksüz, devlete göre o günlerde “darbe girişimi” planları yapıyordu. Ve bu işlemi bile yapmayan savcıya “her nasılsa”, “Sen bu tespiti yaptıysan bu kişi, açtığın Çatı Davası’nın sanığı neden değil, sanık değilse bile neden gözaltına aldırıp da ifadesini almadın?” diye sorulmamıştı.
Dahası, devletin Adil Öksüz’ü “FETÖ imamı Adil Öksüz” olarak bildiğini gösteren tek belge FETÖ Çatı İddianamesi değildi.
17/25 Aralık sonrasında, 15 Temmuz’dan önce Sabah ve Star başta olmak bazı gazetelerde her gün il, bölge, ülke ve hatta kıta imamları fotoğraflarıyla yayınlanıyordu. Bu durum, o haberleri dışarıdan okuyan biri için “habercilik” olarak algılanabilirdi ama o gazetelerde çalışıp havasını teneffüs eden bizler de biliyorduk ki bu haberler, o kişilere “kaçın” demekti. Nitekim “FETÖ Çatı Soruşturması”nı yürüten savcı da fark etmişti ki bu yayınlar o imamlara “kaçın” demekti ve gazetelerin yönetimlerini, “bu yayınların yapılmaması için aradığı” gazete içinde konuşulurdu.
Bu durumu sadece biz gazeteciler ve “gazete yönetimlerini uyaran” savcı değil, bir dönem Fetullah Gülen ile birlikte hareket ettikten sonra o dönemdeki adıyla “cemaat”ten ayrılıp “KÖZ Grubu”nu kuran Kemalettin Özdemir de fark etmişti. Hatta Kemalettin Özdemir, Çatı Davası’nın 13 Ocak 2017’deki duruşmasında tanık olarak dinlenirken bir avukatın, “Adil Öksüz’ün Kuvvet Komutanlığı imamı olduğunu yetkililere ilettiniz mi?” diye sorunca, Adil Öksüz’ün MİT tarafından bilindiğini hatta MİT’te resminin de olduğunu gösteren şu yarım cümleyi kuracaktı:
“Hem Sabah Gazetesi’ne hem yetkililere bildirdim, bunu söylememeliyim; MİT’te resmi de…”
ADİL ÖKSÜZ NASIL KAÇIRILDI?
Yekten söyleyelim, 15 Temmuz sonrasında Adil Öksüz kaçmadı, kaçırıldı. Nasıl ki Adil Öksüz’ün devlet tarafından 15 Temmuz öncesinde “FETÖ imamı” olduğunun sağlamasını “darbe girişimi” öncesinde hazırlanmış olan iddianameden yaptıksak kaçırıldığının sağlaması da 15 Temmuz sonrasında açılan dava dosyalarındaydı.
16 Temmuz sabahı “darbe girişimi” başarısız olunca Akıncı Üssü’nden “kaçışlar” başladı. Devlet öyle diyordu. Bu kaçanlar sadece askerler değildi, siviller de vardı. Kazan Kışla Jandarma Karakolu devriyeleri Akıncı Üssü çevresinde devriye atarken önce bir sivili yakaladılar. “Kimsin” diye sordular. “Nurettin Oruç” yanıtını aldılar. “Ne işin vardı üs civarında, hele böyle bir gecenin sabahında?” diye sordular; “Film çekmeye gelmiştim” yanıtını aldılar. Devlet o kişinin FETÖ’nün sivil imamlarından olduğunu hemen anlayıverdi. Üstelik O’nun adı o günlerde hazır olan “FETÖ Çatı Davası İddianamesi”nde de geçmiyordu. Oruç’u aldılar, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Çünkü önemli kişilerin sorgusu Emniyet Müdürlüğü’nde yapılacaktı, Ankara Başsavcılığı’nın talimatı böyleydi.
Devriye bir sivil daha yakaladı. İsmi Hakan Çiçek’ti. Hakan Çiçek de herhangi bir soruşturmanın şüphelisi değildi ama devlet kendisinin FETÖ’nün sivil imamlarından olduğunu bilirdi. Çiçek de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde götürüldü. Çünkü önemli isimdi. Sivil imamlar yakalandıkça Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne isim isim bilgileri veriliyordu.
Devriye ekibi bu kez bir başka sivili Akıncı Üssü’ne 620 metre ilerde yakaladı. Elinde bir valiz ve bir “kara çanta” vardı. Kimsin diye sordular, “Adım Adil Öksüz” dedi. Ne işin var burada, hele hele bugün?” diye sordular. “Sivilim, tarla bakmaya geldim” cevabını aldılar. Devriye O’nu da aldı karakola götürdü. Karakola götürülenlerin sayısı, askeriyle siviliyle, 100’ü bulmuştu. Hepsi Akıncı Üssü içinde veya çevresinde yakalanmıştı. Jandarma karakolunda kısa bir soruşturma yapılıyor, önemsizler Sincan’daki Batı Adliyesi’ne, önemliler İskitler’deki Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne getiriliyordu. O sırada Kazan Kışla Jandarma Karakolu’na, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden, çoğunluğu istihbaratçı 50 kişilik bir özel ekip geldi. Bu ekip gelmeden de Adil Öksüz’ün “mahrem imam” olduğu biliniyordu. Bu durumu daha sonra yargılanacak olan sanıklar, “Orada bulunan herkes Adil Öksüz’ün mahrem imam olduğunu biliyordu” diye açıklayacaktı.
Hal böyle olunca Adil Öksüz de Nurettin Oruç ve Hakan Çiçek gibi Ankara Emniyeti’ne götürülmek istendi ama Adil Öksüz’ün Kışla Karakolu’nda gözden uzak kalması gerekiyordu. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürse oradan çıkamazdı. Adil Öksüz, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmek istendikçe 50 kişilik özel ekip müdahale ediyordu: “Nereye götürüyorsunuz, araçtan indirin onu!”
Özel ekiptekiler durumu Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bildirdiler: Adil Öksüz burada. Telefonun diğer ucundaki isim, Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nin başındaki Alp Aslan’dı. Alp Aslan daha sonra “Adil Öksüz’ün kaçmasında ihmali olanlar” arasında yargılanacak, bu yargılama sırasında, 15 Temmuz’da kendisine “sivil imam Adil Öksüz’ün Kışla Karakolu’nda olduğu şeklinde bir bilgi ulaştırıldığını hatırlamadığını” söyleyecekti.
Dahası şimdi Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı olacaktı. Kendisine Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Suçlarla Mücadele şubeleri bağlanacaktı.
Konumuz Adil Öksüz olduğuna göre yine O’na dönelim: Jandarma Karakolu’ndaki, çoğunluğu istihbaratçı polislerden yani Alp Aslan’ın görevlendirdiği memurlardan oluşan özel ekiptekiler de bir taraftan Adil Öksüz’e “Sen bunların imamısın biliyoruz” diyorlardı. Bütün bunlar olurken Adil Öksüz, karakol duvarının dibinde üzerinde iç çamaşırlarıyla “bekliyor” ve o ünlü fotoğrafını veriyor olacaktı.
Adil Öksüz’ün “beklediği” kişi O muydu bilemiyoruz ama akşamüzeri karakola bir isim geldi: Başbakanlık Müşaviri Ali İhsan Sarıkoca. Aralarında Arapça konuşma geçiyordu ve aşıklar gibi ayetlerle atışıyorlardı. Adil Öksüz, Ali İhsan Sarıkoca karakoldan ayrıldıktan sonra “önemsiz kişilerin” sorgusunun yapıldığı Sincan’daki Ankara Batı Adliyesi’ne götürüldü.
KONVOYUN YÖNÜ DEĞİŞTİ, KOL SAATİ DEVLETE YADİGAR KALDI
Adil Öksüz’ün gözlerden uzak Batı Adliyesi’ne götürülüşü ve orada neler olduğunu, sanıklarının çoğu beraat eden, “Öksüz’ün Kaçışı Davası”nın dosyasından şöyle özetlemek mümkün:
*Kışla Jandarma Karakolu’nda şüpheliler, adına “mülakat” denilen kısa sorgudan geçiriliyordu. Adil Öksüz’ün “mülakatı” da yapılmış, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gidecek polis otosuna bindirilmişti. Devreye Alp Aslan’ın ekibinde yer alan ve Kışla Karakolu’na gönderilen 50 kişilik özel ekipte yer alan polis memuru Ertan Cihangir girdi. Cihangir, Adil Öksüz’ü polis otosundan indirtti.
* Adil Öksüz bir süre sonra yeniden polis otosuna alındı. Polis otoları Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne doğru yola çıkmıştı ama bu kez Organize Suçlarla Mücadele Müdürü Necati Çevik’in talimatıyla Öksüz’ün içinde bulunduğu grup Ankara Batı Adliyesi’ne yönlendirildi. Yani yolda konvoyun yönü değişti.
* Öksüz ve diğerleri Batı Adliyesi’nin nezarethanesinde tutulurken avukat bulma telaşı başladı. Herkesten, avukatlarına haber vermeleri istendi. Orası bir adliye binasıydı ama niyeyse avukatlara haber verilecek telefon bulunamıyordu. Adil Öksüz “Benim telefondan arayabilirler” dedi. Öksüz kendisi de öyle yaptı, avukatını aramak için telefonunu hatta telefonlarını aldı. İki ayrı telefonu vardı. Öksüz bu sırada birçok kişiyle görüştü ama devlet Öksüz’ün oradan kimlerle görüştüğünü hiç bilmeyecekti. Öğrenmeye niyeti de yoktu. “Whatsapp araması yapmış, bu nedenle belirlenemedi” denilerek, kimlerle ne görüştüğünün tespit edilemediği tutanaklara geçirilecekti.
*Adil Öksüz’ün üzerinden, taşıyanının nerede olduğunu gösteren GPS cihazı ve flash bellek çıkacaktı. Fakat bunlar ve hele hele flash belleğin içeriğindekiler için tutanak tutulmadı. Hatta bu cihazlar Adliye’ye bile götürülmedi, karakolda kaldı.
* Adil Öksüz savcının karşısına çıkarılırken savcının da önüne sadece ismi ve cismiyle çıkarılacaktı. Hakkındaki bilgilerin yer aldığı mavi renkli dosya savcının önüne konulmayacaktı. Dosyayı savcının önüne koymayan isim de Karakol Komutanı Osman Gök’tü. Gök daha sonra bu tavrını, “Dosyadaki bilgilerin kime ait olduğunu ve dosyadaki bilgilerin kime teslim edileceğini bilmiyordum, ortalık çok karışıktı” diye açıklayacaktı. Oysa bu dosyanın içinde, bir “darbe girişimi” sabahı, ıssız bir arazide bir valizi ve çantasıyla dolaşan Adil Öksüz’ün üzerinden 51 adet 200, 11 adet 100, 3 adet 50 TL’lik banknot ile 36 adet 100 dolar çıktığının tutanağı da yer alıyordu. Savcı bunları da görmedi. Savcı yine de buna rağmen Öksüz’ün tutuklanmasını istedi ama kendisi adli kontrolle serbest bırakıldı.
Serbest bırakılırken Adil Öksüz’e Batı Adliyesi “emanet”indeki ve Kışla Jandarma Karakolu’ndaki eşyaları tek tek verildi: Valiz, çanta, flash bellek, GPS cihazı, paralar. İki eşyanın teslim edilmesi unutulmuştu: Üzerinde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın logosu olan Quantum marka saat ve pantolonun kemeri. Neyse ki Adil Öksüz’e eşyalarını eksik de olsa teslim eden görevli Öksüz’ün hemşerisiydi. “Toprak çekti” denir ya hani, toprak çekmiş olmalı ki kaynaşıvermişlerdi ve birbirlerine telefon numaralarını bile alıp vermişlerdi! Adil Öksüz bir an, “Bu saatin özelliğini fark ederlerse kimden aldığımı anlarlar ve TSK içindeki bağlantım deşifre olur” diye düşünmüş olmalı ki Sincan’dan ayrıldıktan sonra, eşyaları kendisine teslim eden görevliyi aradı. “Orada saatimi ve kemerimi unutmuşum” dedi ama saatin Adil Öksüz ve Türkiye için anlamını kavrayamayan görevli “Şu an diğer şüphelilerin işlemlerini yapıyorum, o işlemler bittikten sonra ben seni arayayım Adil abi” dedi ve telefonu kapattı.
Saat ve “bağlantısı” elbette önemliydi ama Adil Öksüz’ün zamanı yoktu. Ankara’da kalmamalıydı. Sakarya’ya gitti. Görevli, diğer şüphelilerin işlemlerini bitirdikten sonra Adil Öksüz’ü aradı ama Öksüz çoktan Sakarya’ya ulaşmıştı. Sonra da Adil Öksüz saatini almaya geri gelmedi haliyle. Böylece o saat devlete hatıra kaldı ve adli emanette tutuluyor.
İşin ilginci, devlet hiçbir zaman o saatin peşine düşüp de “Bu saati Adil Öksüz’e TSK içinden kim hediye etti?” diye soruşturmadı. Soruşturulsaydı belki de Adil Öksüz’ün TSK içinde, bilinenden farklı bir bağlantısı ortaya çıkacaktı.
NE ARAYAN VAR NE SORAN
Adil Öksüz, hem “kaçışı”ndaki gariplikler zinciri hem de üzerinden 6 yıl geçmiş olmasına rağmen nerede ve nasıl yaşıyor veya yaşamıyor olduğunun açıklanamaması nedeniyle 15 Temmuz’a yönelik haklı sorgulamaların merkezinde durmaya devam ediyor.
Eğer yurtdışındaysa Türkiye’ye getirilmesi için ilk adımın atılacağı savcılıklarda çöp kımıldamıyor. Siyaset ise medyanın estirdiği rüzgara göre yön değiştiriyor. Düşünün ki Adil Öksüz -eğer yurtdışındaysa- Türkiye’ye getirilmesi için çalışacak kurumların başında yer alan Adalet Bakanlığı koltuğundaki isim Bekir Bozdağ “Adil Öksüz Almanya’da görüldü” haberlerinden sonra Almanya’dan hesap sormaya kalkıyor. Bekir Bozdağ, Almanya haberlerinin üstünden zaman geçip unutulunca bu kez “Adil Öksüz’ün Türkiye’de olduğunu ve birileri tarafından saklandığını, o birilerinin kaçırmak için uygun zamanı beklediklerini düşündüğünü, hiçbir yerde radara takılmadığını” açıklayıveriyor.
Adil Öksüz eğer Türkiye’deyse yakalamakla sorumlu olan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, “Nerede olduğunu biliyoruz ama bizde kalsın” açıklamasını yapmasının üzerinden iki buçuk yıl geçiyor.
Ülkenin bakanlarından biri “hiç radarımıza takılmadı” derken, birinin “nerede olduğu biliyoruz” diye açıklama yapması Adil Öksüz’ün üzerindeki soru işaretlerine yenilerini ekliyor.
Ve her 15 Temmuz yaklaştığında, “darbe girişimi”ne aktif olarak karşı duran vatandaşta bile “Adil Öksüz belki bu 15 Temmuz’da yakalanır” beklentisi oluşuyor ama nafile.
Kaynak: Farklı Bakış