Modern dünyânın “insan merkezli” bir dünyâ olduğu, binlerce senelik “tanrı merkezli” bir dünyâyı tasfiye ettiği söylenir. Buna inanmamak için o kadar çok sayıda sebep var ki… Bir kere ayırımın doğru olmadığını, yeni merkezin “insan” değil, ağırlıklı olarak “doğa” olduğunu düşündüğümü vurgulamalıyım. Doğanın ise burada “doğa olarak doğa” olmaktan çok, her şeyi “nesneleştirmeyi” sağlayan “soyutlanmış bir doğa” olduğunu da kaydetmeliyiz. Aslında modernleşmenin merkezîleştirdiği şey “nesneleştirmekten” başka bir şey değildir. Weber gibi târihçilerin üzerinde durduğu üzere, “dünyânın büyüsünü çözmek”, “dünyâya ruhûnu kaybettirmek” modernleşmenin esas dinamiğidir. Modern bilim ise bu sürecin epistemolojik ve metodolojik sütunlarını vermekteydi.
Bu teşebbüs elbette modern dünyânın ekonomi politik gerçekliği ile de tutarlıydı. “Nesneleştirme”, ekonomide “mallaştırma”, yâni her şeyi alınır-satılır kılma olarak karşılığını bulmaktaydı. Kapitalizmin rasyonellerinden başlıcası da zâten bu değil miydi?
İnsan hayâtında büyülü unsurların varlığı, modernistlere birer târihsel safra gibi görünüyordu. İnsanlık bunlardan arındırılmalıydı. Nesnel gerçekliğin yerini alabilecek başka bir şey olamazdı. Bu, bir bakıma vâitkâr bir düşünceydi. Bagajı büyülerle yüklü olan eski dünyâlarda gerçeğin üstü örtülüyordu. Gerçek bütün nesnelliği ile ortaya çıkarılırsa, gerçeklere yabancılaşmış insanlığın da önü açılacaktı. Hesaplanmayan, belki de hesaplamak istenmeyen ise, bu yeni bakışın doğuracağı, derin anlam krizleriyle birlikte gelecek olan yeni yabancılaşma türleriydi. Evet belki gerçeklerin üzerini örten büyüler bir yabancılaşma doğuruyordu doğurmasına; ama nesneleştirme üzerinden yaşanan, yabancılaşma bundan daha ağır neticeler doğurmaya adaydı. Varlığa mânâ katan bir bakıma büyüler değil miydi? İnsan ile onun mânâ duygusunu var eden büyüler arasındaki mesâfe açıldıkça, duygusal dünyâlarımızda ağır rahatsızlıklar yaşadığımız, sâdece estetik değil aynı zamanda morâl düzeylerde de ağır sorunlarla yüzyüze geldiğimiz âşikârdır.
Modernlik, insana dair peşin menfî düşüncelerin temerküz ettiği süreçleri anlatır. Bu bir bakıma da kaçınılmazdı. Kapitalizm üretim örgütlenmesi içinde büyük nüfusları merkezîleştiriyor ve temerküz ettiriyordu. Sürecin bizzât kendisi yabancılaşmanın en derin seviyelerinde gerçekleşiyordu. Herkesin köksüzleştiği, herkesin hem kendisine hem de diğerlerine karşı yabancılaştığı ağır bir süreçti bu. Bu, ekonomi için hem şart hem de kaotikti. Bir düzen tutturulmalıydı. Duygulardan, büyülerden arındırılmış, saf, duygusuz bir akıl etrafında sağlanacak bir düzendi bu. Kültürün kamusal hayatlardan dışlanması düzeni tutturmak için şarttı. bu sebeple, büyülü duygular üreten ve kontrol dışı görülen kültürler sürgüne gönderildi. İnsanı duygularından arındırmak, onları hesaplanabilir, kontrol edilebilir kılmaktaydı. Uzatmayalım; nihâyetinde sanâyi kapitalizminin toplumları, insânı üreten ve savaşan işlevsel basit âletler hâline getirdi. İnsan-insan temâsının, medenîleşme bahanesi altında azaltılması, işlevsel düzeyde tek boyutlu hâle getirilmesi işin püf noktasıydı.
Üretim aklı, insanı işlevleri etrafında disipline ediyordu. Çelişki şuradaydı: Büyülü duygularını kaybetmiş insanları nasıl tüketici yapabileceklerdi? Üretimi duygusuz bir akılla şaha kaldırmak mümkündü. Ama buna uygun bir tüketim nasıl sağlanabilecekti? Çelişki, arzı doğuran sâiklerle, talebi doğuran sâikler arasındaki yaman çelişkiydi. İlki nesnel akıl ile hâlledilebiliyordu. İkincisini kışkırtacak, harekete geçirecek olan bu değildi. Basit olarak yeniden bölüşüme alan açılması da kâfi gelmiyordu. Tüketimi ayağa kaldıracak olan kültürel kışkırtma olabilirdi. Tüketimin başarılı olması için bizzât büyülü olması gerekiyordu. Bunu da yaptılar. Kültürler büyülü bagajlarıyla bir zamanlar kovuldukları kamusal alanlara çağrıldı. Borçlandırma kolaylıklarıyla, büyülü kültürel çekiciliklerle büyük bir tüketim patlaması yaşandı. Bu evvelâ insanın duygusal bir varlık olarak, birbirine karıştığı târihsel bir dönüş olarak kutlandı. Tabiî ki yeni büyülenmeler sâhicilikten çok uzak, fantazmagorik büyülerdi. Varlığın içinden gelmiyor, ona eklemleniyor, giydiriliyordu. Bir müddet bu sürecin içinde büyük bir esriklikle itiştik kakıştık, oyalandık. Ama bu defâ daha büyük yeni bir sorun zuhûr etti. Tüketen insana yeniden üretim yaptırmanın imkânsızlığı ortaya çıktı. Merkez Batı’nın içini bu boşalttı. Tekno dünyâ tek kurtuluş umudu oldu. Üretim ve tüketim toplumlarını eş anlı olarak çözen bir dinamikti bu. Gidişâtın buraya olacağı kesin. Elyevm yaşanan kavga, bu sürecin sâhib-i aslîsinin kim olacağı kavgası. Devlet temelinde örgütlenmiş ulusal yapılar mı, değilse uluslarüstü yapılar mı? Kesin olan bir şey varsa, o da nesneleşme sürecinin zirve yapacağı. Dağıtık, daha adem-i merkeziyetçi bir dünyâ bekliyor bizi. Çok daha az temas, daha derin yalnızlıklar ve yabancılaşmalar. Modernleşme süreçleri, insanlığı merkeze almak değil, merkezden çıkarmak iddiasıdır ve bu hâliyle orijinalinden sapmış değil. Evet, belki adem-i merkeziyetçilik, ama unutmayalım,