Polisin Adana’da Furkan grubu mensuplarına uyguladığı nefretlik şiddete laik-seküler kesimlerin (de) yaygın bir tepki göstermesini keşke ihtiyatlı bir iyimserlikle değil de serâzad bir memnuniyetle karşılayabilseydim, yıllar önce şunları yazmış biri olarak duygum böyle olmalıydı:
“İki büyük, zıt kutba bölünmüş bir toplum düşünün… Her iki kutupta yer alanlar sadece ‘karşı taraf’ı eleştirsin ve sadece ‘bizim taraf’ın haklarını savunsun (Türkiye’den söz ediyorum, evet).
“Peki böyle bir toplumun, içinde bütün (Varsayılan)bireylerin özgürce yaşayabilecekleri bir topluma evrilmesi mümkün müdür?
“Değildir elbette. Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir.
“Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden ‘grup sigortaları’ için en fazla ‘yetmez ama evet’ denebilir.
“İktidarların, hiçbir toplumsal grubun özgürlüğüne müdahale edememesinin, yani özgür bir toplumun sigortası, kendi özgürlükleri konusunda hassas olanların, başkalarının özgürlükleri konusunda da hassas olabilmeleridir.
“Biz, ne yazık ki bu sigortadan çok da nasipli bir toplum değiliz.”
Fakat işte, bu yazının üstünden 9 yıl geçtikten sonra kendi gibi olmayanın üzerindeki zorbalığa bu netlikte, bu açıklıkta bir karşı çıkışa ilk kez şahit olmamıza rağmen duygum serâzad bir memnuniyet olmadı, ihtiyatlı bir iyimserliğe demirledi…
Bunda, yaşananlara tepki gösterenlerin bazı başka koşullarda o kadar da sert tepki göstermeyeceklerine dair inancım önemli bir rol oynuyor (inşallah temelsizdir bu inancım, tepki gösterenlere haksızlık ediyorumdur böyle demekle; fakat ne yapayım ki kendimi bu duygudan kurtaramıyorum.)
Neden böyle hissettiğimi, nelerin bana böyle hissettirdiğini anlatacağım, fakat daha önce, bende çok büyük bir iz bırakmış olan eski bir tecrübemden (eski olumsuz tecrübelerimden birinden) söz edeceğim; böylece kötümserliğimin tecrübelere dair kaynağını da anlatmış olacağım: Bir sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer hikâyesi…
Sözünü ettiğim tecrübe, Gezi eylemlerine dair… Benim için Gezi tecrübesinin en heyecan verici yanlarından biri, devletin baskısına, şiddetine, müdahaleciliğine ve hayat tanzimciliğine isyan eden eylemcilerin, bu tecrübeden çıkardıklarını söyledikleri ders olmuştu…
Bu “ders”e göre, özgürlük taleplerine baskıyla cevap verildiğini gören eylemciler, bir tür “aydınlanma”yla, o âna kadar aldırış etmedikleri başka özgürlük taleplerine de anlayış ve sempatiyle bakmaya, hatta onları sahiplenmeye başlamışlardı.
Başkaları için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı özgürlük taleplerini, sırf kendi hayat algımız bakımından önemli ve anlamlı bulmadığımız için sahiplenmememizin, hatta düpedüz karşı çıkmamızın yol açtığı özgürlük sorunları üzerinde çok yazı yazmış biri olarak, bu ihtimal birçok insan gibi beni de çok heyecanlandırmıştı.
Heyecanlanmıştım ama kendime şu uyarıyı da yapmıştım:
“Gezi deneyimi bu açıdan örnekler ve derslerle dolu bir süreç oldu. Onu önemseyelim, fakat abartmalardan da kaçınalım… Ortak bir eylemin içindeki karşılıklı hoşgörü aldatıcı olabilir… Bakalım oradan geriye nasıl bir tortu kalacak?”
Nasıl bir tortu kaldığını gördük sonraki yıllarda… Elinde Kürtler için önemli bir simge tutan genç bir erkekle, elinde Türkler için önemli bir simge tutan bir genç kadının elele polis saldırısından kaçtığını gösteren o meşhur fotoğraf sonraki yıllarda ortasından yırtılıverdi, bir daha da kimse anmadı onu; Kürtler sonraki yıllarda neler yaşadı neler; fakat oralı olan olmadı.
İlkesel mi, pragmatik mi, bir türlü emin olamıyorum
Laik-seküler kesimdeki, kendisine benzemeyenlerin uğradığı haksızlığa bu yaygınlıkta bir itirazın ilkesel olmayabileceğine dair argümanlarım şöyle:
Birincisi: Rasyonel siyasi tutum, baskıcı bir iktidarın bunalttığı insanların, o iktidara direnme potansiyeli olan herkesle geçici ittifaklar kurmasını salık verir. Acaba diyorum, ortaya çıkan umut verici tepki, öznesinden bağımsız olarak devletin haksızca davrandığı herkesin hakkını sırf hak olduğu için savunmaktan çok böyle rasyonel bir siyasi tutumdan kaynaklanmış olabilir mi?
İkincisi: Yaşananlara tepki verenlerin birçoğunun, sık sık iktidarla sıradan dindar insanlara karşı aynı öfkeli duygular içinde olduğunu biliyoruz. Bu gözlem de birinci argümanı destekler nitelikte: Acaba diyorum, çarşaflı kadınların acımasızca dövülmesine karşı çıkanlar, onların saldırısız-silahsız her türlü protesto hakkını, “gerici” inançlarını ve düşüncelerini yayma hakkını da bu netlikte savunuyorlar mı? Kendi iktidarlarında savunacaklar mı? Ciddi kuşkularım var.
Üçüncüsü: Gülen Cemaati’ne karşı 15 Temmuz’un ardından girişilen topyekûn cezalandırma seferberliğine karşı laik-seküler kesimlerin takındığı tavır da, Adana’daki olaylara gösterilen tepkinin amasız-fakatsız bir hak ve özgürlük savunusundan ziyade siyasi pragmatizm ürünü olabileceğini düşündürüyor.
Laik-seküler kesimler, iktidarın darbeye karışanlarla en alttaki sıradan cemaat mensupları arasında hiçbir ayrım yapmayıp hepsini cezalandırmasına ciddi bir itiraz yükseltmedi. Bence bu örnek, işin içine siyasi hesaplar ve düşmanlıklar girdiğinde hak ve özgürlük telakkisinin hızla zayıflayıp ortadan kalktığını gösteren çok açık bir tecrübe oldu. Oysa 17-25 Aralık’tan (2013) 15 Temmuz’a (2016) kadar Türkiye’deki laik-seküler kesimler Gülen cemaatiyle açıkça ittifak etti (2013’ten önceki kanlı-bıçaklı kavgalara rağmen). Nedeni belli: Otoriter-baskıcı iktidarla mücadelede Gülen Cemaat’nin iş gördüğü düşünülüyordu. O nedenle Cemaat basını, bankası, kadroları üstündeki baskıya karşı çıkıldı. 15 Temmuz’dan sonra ise Cemaat’in böyle bir gücü kalmadığı için yüz binlerce insanın sudan gerekçelerle zulme uğratılmasına sessiz kalındı. Bu dönemde çok az insan darbeye karışanlarla geniş cemaat ağı arasında ayrım yapılması gerektiğini savundu, savunabildi.
İşte bu nedenlerle Türkiye’de her iki kutbun hak ve özgürlük alanındaki tutumlarının ilkesel olmaktan ziyade ‘koşula bağlı’ olduğunu düşünüyorum.
Oysa hak ve özgürlük savunusu ‘çapaksız’ olmalı.