DEVA Partisi Lideri Ali Babacan’ın son açıklamaları, ülkede mültecilerden yana bir tutum ve anlamanın gelişmesi için çaba sarf edenleri üzerken, mülteci karşıtlarını sevindirdi. Ümit Özdağ memnuniyetini vurgularken, Zafer Partililer de “sözümüze geldi” veya “söyleyene değil söyletene bak” türünden paylaşımlarla bu sevince ortak oldular.
Onları bir yana bırakacak olursak, gerçekten de bu partide sığınmacı meselesinde iktidardan, olması gerekenden ve kendi eski konumundan daha geri bir noktaya savrulmayı ifade Arialeden bir durumu gözlemlemek mümkün. Bunu sadece Ali Babacan’ın konuşmalarından değil, son yayınlanan “Sığınmacı Sorununun Çözümü ve Düzensiz Göçün Önlenmesi Eylem Planı” başlıklı belgede de görebiliyoruz. Hasan Ayer’ın Serbestiyet’teki “DEVA Partisi: İki yılda ‘Göç Politikaları’ndan, ‘Sığınmacı Sorunu’na” yazısının başlığı, bu partideki değişimi özetliyor. Bu yüzden, daha fazla geç olmadan doğru politikalara yönelmesi için bu değişimle yaşanan gerilemeyi yansıtan yanlışları konuşmamız gerek.
Perspektif ve bilgi yanlış
Ali Babacan konuşmasında 11 yılda 200 bin Suriyeliye verilen istisnai vatandaşlığı eleştiriyor ve “neye göre veriyorsun?” diye soruyor. DEVA liderine göre bu “hukuki anlamda tam bir garabet.” “Bizim mevzuatımıza göre de geçici koruma altındakilerin vatandaşlığa başvuru hakkı yok. Ancak bir hükümet mensubundan 200 bin Suriyeliye vatandaşlık verildiğine dair açıklamalar da aldık” diyor ve ekliyor: “Mevzuata aykırı olduğu halde bu vatandaşlığı kim veriyor? Tek imzayla şu anda bu ülkenin cumhurbaşkanı.”
Öncelikle istisnai vatandaşlık mevzuata aykırı olmayıp, mevzuatın bir parçasını oluşturuyor. Vatandaşlık almanın hem genel hem de istisnai yolları var ve ikisi de pozitif hukukun içinde yer alıyor. Başvuruya gelince, geçici koruma statüsü buna engel değil; “bunun için başvuru bile gerekmiyor; buradaki müracaat ‘beni tespit edin’ anlamındadır” diyor konuştuğum bir yetkili. Yani vatandaşlık almanın birden fazla yolu var ve bu da onlardan biri. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan da yetkisi dışında bir iş yapmıyor.
İlk bakışta açıklamalarından DEVA liderinin sadece istisnai vatandaşlık verilmesine karşı olduğunu çıkarmak mümkün. Ama devamında “Ülkemizde yaşayan dört milyon Suriyelinin 200 binine vatandaşlık verdiyseniz, geri kalan dört milyonun geri dönüş perspektifi kalmaz” demesinden anlıyoruz ki, vatandaşlık verilmesine de karşı. Ona göre “Tabii ki hedef bir gün gelip kendi ülkelerine dönmeleri olmalı.”
Suriyelilerin geri döneceği güvenli koşulların oluşturulması için çalışmak doğru elbette. Ama bu onları “gitmeye zorlamayı” gerektirmez. Vatandaşlık verilmesine karşı çıkmayı da. Dilerseniz bu cümlelerin, başka bir ülkedeki Türklerle -ya da kendinizi tanımladığınız kavram her ne ise onunla- ilgili söylendiğini varsayarak okuyun, yanlışı fark edeceksiniz.
DEVA lideri daha da öteye gidiyor ve seçmen veri tabanının analizini yaptıklarında “orada ciddi sayıda Suriyelinin vatandaş yapıldığını ve onların önümüzdeki seçimlerde de seçmen olduklarının görüldüğünü” ifade ediyor. Böylece yıllarca Suriyeli düşmanlığının en sistematik nefret üretiminin en istikrarlı kurumsal temsilcisi olan CHP’nin bile sorun olmadığını açıkladığı bir durumu[1] sorunlaştırmış oluyor. Vatandaş olan 200 bin Suriyelinin yarısına yakını çocuk. Bir an için 4 milyon Suriyelinin yetişkin olduğunu ve oy kullanacağını varsayalım. Türkiye’de 2023’te oy kullanacak 64 milyon seçmenden söz ediyoruz. Başka bir değerlendirmeye gerek var mı?
Bir de şu var: Eğer bir ülkedeki sığınmacılar vatandaş olduklarında topluca tek bir partiye oy verecek görünüyorlarsa, diğer partiler açısından adalet adına üstünde düşünmesi ve belki de yüzleşmesi gereken bir durumun varlığından söz etmemiz gerekmez mi?
Neden Suriyeliler?
Babacan’ın “bir hükümet mensubundan 200 bin Suriyeliye vatandaşlık verildiğine dair açıklamalar da aldık” dediği kişi, İçişleri Bakan Yardımcısı Tayyip Sabri Erdil olmalı. Onun paylaşımında[2] yer verilen bilgilere göre bugüne kadar 363.000 kişiye vatandaşlık verilmiş.
Vatandaşlık verilenler arasında 100.000 Ahıska Türkü var. Bu, yaklaşık olarak aynı dönemlerde Türkiye’ye gelen veya getirilen Ahıska Türklerinin tamamına yakınını ifade ediyor; ki bu gayet olumlu bir durum (Türkiye’nin 2013-14’te Donbas’ta yaptığı operasyonla köylere kadar ulaşıp Ahıska Türklerinin Türkiye’ye getirilmesinin heyecan verici bir hikayesi var). İyi ki vermişler. Ama 11 yıl boyunca 4 milyon Suriyeliden sadece 200.000’ine verilmiş. Şimdilerde devlet 500 bin Suriyeliyi geçici güvenli bölgelere “gönüllü biçimde” geri gönderdiğini açıklıyor. Ali Babacan onların gerçek bir güvenlik ve garanti yokken neden gönderildiklerini sorgulamak yerine, Suriyeliler için vatandaşlığın neden hala objektif kurallar çerçevesinde erişilebilir bir hale getirilmediğini gündeme getirmek yerine, “burada doğan veya 11 yıl boyunca buradaki okullarda okuyan çocuklar var, şimdiye kadar o çocukların ve ailelerin sadece %4’üne mi vatandaşlık verdiniz, biz vatandaşlığı etnik köken temelinde mi anlıyoruz?” diye sormak yerine, verileni de sorguluyor.
Bütün bunların ötesinde, geçmişten bugüne hiçbir göçmen grubundan istenmeyen “geri gidin”i bugün Suriyelilerden, Araplardan istemenin mantığı nedir? Neden tarih boyunca kimseye söylenmeyen ve söylenmemesi gereken “şartlar değişti, artık geldiğiniz yere gidin” utanç verici sözü bugün Araplara söyleniyor? Niyet okumaya gerek yok, ister yükselen mülteci karşıtlığı olsun sebep, ister kibir ve küçümsemeyle mülteciye burun kıvıran çevrelerden takdir beklentisi, isterse de başka bir şey, buna makul bir izah getirilemez.
Kuzuyu kurda vermek; ama elbette “güvenli ve onurlu” biçimde!
Ali Babacan’ın bu açıklamaları DEVA Partisinin “Şam Yönetimi ile 2001 yılında yapılan ‘Yasadışı Göçmenlerin Geri Kabulüne Dair Anlaşma’yı günümüz şartlarına göre revize ederek yeniden uygulamaya koyacağız” şeklindeki dehşet verici bir siyasi vaat içeren Eylem Planı’yla aynı günlere geldi. Bu satırların yazarı dahil pek çok kişi için bir hayal kırıklığı içeren ve asıl eleştirmemiz gereken konu da bu vaat veya niyet beyanı aslında.
Planı DEVA Partisi Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Koordinatörü hazırlamış. İlk bakışta sadece bu durum bile, konunun güvenlikçi perspektiften bir dış mesele olarak ele alındığı izlenimi oluşturuyor. Elbette buna takılmayıp içeriğe bakmak gerektiği söylenebilir. Ama içerik de ilk izlenimi destekliyor.
“Sığınmacı Sorununun Çözümü ve Düzensiz Göçün Önlenmesi Eylem Planı” başlıklı metin, Hükümeti “izlediği gevşek sınır geçiş politikası ve vize rejimi” ile “Türkiye’yi kaçak göçmenler açısından bir cazibe merkezi” haline getirmekle suçluyor.
Raporda komşu ülkelerde savaş ve sıcak çatışma yaşanmasıyla “sınırların kontrolsüz şekilde açılması” eleştiriliyor ve “düzensiz göçmenlerin kayıtsız şekilde ülkemizde serbestçe dolaşımı”nın “risklerine” işaret edilerek “sınırlarımız sıkı bir şekilde korunacak, yasadışı girişe mahal verilmeyecektir” deniyor.
Oysa savaş ve sıcak çatışma durumunda bunu yapamazsınız. Türkiye’nin Suriyelilere, Polonya’nın Ukraynalılara kapıları açması doğrudur ve yarın Azerbaycan veya Ermenistan’da benzer bir durum yaşandığında yapılması gereken pasaport kontrolü olmayıp, öncelikle kapıları açmaktır.
Raporda geri dönüşle ilgili birbiriyle uyumlu görünmeyen veya uygulanması ancak diğer tarafların (Suriye rejimi, AB ve BM) öngörülen rolü mutlaka oynamasına bağlı olan başka çözüm vaatleri de var ve bunlar 90 gün ve 360 gün gibi süreler içinde yapma sözü vererek takvime bile bağlanmış. Örneğin planda “Geri dönüşün sağlanması için Şam Yönetimi ile de iş birliğine girip güvenli bölgeler oluşturma seçeneğine yönelik AB ve BM ile somut iş birliği yolları arayacağız” deniyor. Bu noktada akla şu soru gelmeli(ydi): Şam yönetimi kendi ülkesinde güvenli bölgeler oluşturmayı neden kabul etsin ve bir de bunun için neden iş birliği yapsın? Eylem planı bunu 360 gün içinde yapmayı öngörüyor. Aynı plan, geri kabul anlaşmasıyla Suriyelileri Şam rejimine teslim için de aynı süreyi (360 gün) veriyor. Bu ikisinden hangisi, aynı zamanda ikisi de mi diye sormaya gerek yok. Sığınmacıyı “onurlu” biçimde devletine teslim etikten sonra.
Şimdiye kadar geri dönüş yapanların başlarına gelenlerle ilgili ürkütücü bilgilere takılmamak mı gerek? “Suriyelilerin ülkelerine geri dönüşlerini sağlamak için güvenlik ve insani yaşam koşullarının garanti edilmesini sağlayacağız” diye yazmış zaten rapor. Peki olur da -hepimiz çok şaşırırız buna- Esad rejimi sözünü tutmazsa? O da onun ayıbı olsun mu diyeceğiz? Belki de katliam, işkence ve tecavüz haberleri geldiğinde en sertinden bir kınama mesajı yayınlar ve “bu tür tutumların iki ülke arasındaki iyi ilişkilere katkı yapmayacağını” vurgularız. Ellerimiz de temiz kalır.
DEVA Partisi bu tercihin siyasete dair diğer ahlaki ve mantıksal sonuçlarının ne olduğunun farkında mı bilmiyorum ama olmalı. Bu tercihin “siyasette esneyebileceğimiz yerin etik sınırları konusunda fazla umutlu olmayın”dan vatandaşlık kavramına yüklediği anlama veya Kürt meselesine kadar ima ettiği sonuçlarla yüzleşmeleri gerekecek. “Bizim için Kürt meselesi eşit vatandaşlık meselesidir” diyor çok haklı olarak DEVA lideri. Ama Suriyeli Araplarla ilgili vatandaşlık açıklamasını dinleyenlerin bu konudaki eşit vatandaşlık beyanını ikna edici bulmamaları halinde onları suçlayabilir misiniz?
Gelecek Partisiyle beraber altılı masada CHP ve İYİ Parti’ye -başka pek çok temel meseleyle birlikte ama onlardan çok daha önemli ve öncelikli olarak- sığınmacılar konusunda asgari bir insani tavır geliştirmesini ve ayrımcılık ırkçılık yapmamasını beraberliğin olmazsa olmaz şartı yapması ve bu olmayacaksa o masaya oturmaması gereken DEVA Partisi, bu tutumuyla masada bir sorun çıkarmayacağını göstermiş oluyor. Ancak orada çıkmayan sorun, kaçınılmaz olarak başka bir dizi sorunun kaynağı olur ve partinin iddialarına dair umutların kaybını da beraberinde getirir.
Sığınmacıyı sorunlaştırmak
“Eylem Planı”nda eleştirilmesi gereken pek çok temelsiz yargı, göç konusunda sıkça kullanılan kalıp ve klişe ifade var. Onlardan bir kısmını alıntılayıp altına eleştirisini yazmak, belgeye yansıyan sorunlu yaklaşımı somutlaştırmak bakımından katkı sağlayabilir:
“Kitlesel akınların ilk yıllarında sınırlardan kontrolsüz geçişlerin önlenmemesi, sağlıklı kayıt işlemlerinin yapılmaması ve gelenlerin ülkenin dört bir yanına kontrolsüz ve plansız yerleşimi sonraki yıllarda ülkemiz için büyük sorunlar ve maliyetler ortaya çıkartmıştır.”
Bu klişenin bir geçerliliği yok. “Gelenlerin ülkenin dört bir yanına kontrolsüz ve plansız yerleşimi sonraki yıllarda ülkemiz için büyük sorunlar ve maliyetler ortaya çıkartmış” değil. Bugün dört milyon Suriyeli ülkenin yaşayabilecekleri yerlerinde işinde gücünde yaşıyor. Hangi “büyük sorunlar ve maliyetler”miş bunlar, sığınmacılar nerelere ve nasıl yerleştirilselerdi bu sorunlar çıkmazdı, rapor bunlardan söz etmedikçe ayrımcı çevrelerin durumu sorunlaştırma retoriğini tekrarlamaktan öteye gitmiyor.
“Şam Yönetimi ile iletişim ve iş birliği kanallarını kapatmak ise ülkemiz üzerindeki sosyal, ekonomik ve güvenlik sorunlarını arttırmaktadır. Bir hükûmetin görevi ülke menfaatleri üzerine temellenmeli, iktidar partisinin ve liderinin kişisel amaç ve hırslarına kurban edilmemelidir. Ulusal menfaatlerimize uygun dış politika anlayışına geri dönülmesi sağlanmalıdır.”
Suriye’de yaşanan sorunun temel sebebi Erdoğan’ın kişisel amaç ve hırsları mı yoksa Şam Yönetiminin halkkırımı (democide) mı? Dış politikanın yürütülmesi eleştirilebilir tabii, ama bu konuda aslolan hangisidir? Eğer ikincisiyle bu Şam Yönetimiyle kurmayı planladığınız ilişkinin sınırlarını belirlemeyecek mi? “Ulusal menfaatlerimize uygun dış politika anlayışına geri dönülmesi” eski dış politikanın olumlanması meselenin Suriye’den ibaret olmayabileceğini akla getiriyor. Oysa içinden geldikleri partinin bütün hatalarına rağmen en iyi taraflarından biri, dış politikayı değer bağımsız ele almaması ve “ulusal çıkar”ı öyle tanımlamaması. Demokrasi ve adalet vadeden bir partinin bu noktadaki gerilemesi ve “ulusal çıkarcı” eski paradigmayı övmesi ona oy getirir mi? Bazı partilere getirir ama ona getirmez (bu yine de tartışılır elbette). Ama götürdükleri tartışılmaz.
“Geçici korumanın gerekliliğini yitirmesiyle birlikte bu statüleri iptal edeceğiz ve Suriyelilerin ülkelerine gönderilmesini sağlayacağız. Herhangi bir sebeple ve kendi rızasıyla Suriye’ye dönen kişilerin Geçici Koruma Statüsünü iptal edeceğiz.”
Uygulama zaten böyle. İki bayramda izin verilen süre dışında çıkış yapanlar gönüllü geri dönüş yapmış sayılıyor. Hastalık, sağlık, bölünmüş aileler vb. insani sebeplerle izin alarak geçen ve dönenler oluyor. Yani yeni bir durum yok. “Herhangi bir sebeple” ifadesiyle, “onları da almayacağız, annesi, babası, çocuğu için dahi olsa çıkmasını fırsat bilip iptal edeceğiz” demek istenmiyorsa tabii.
“Tüm yabancılar için istisnai vatandaşlık koşullarını değiştirecek ve daraltacağız. Mevzuata aykırı olarak istisnai vatandaşlık verilmesi uygulamasına son vereceğiz.”
Ne oluyor? Herkese ilave engel koyma vaadi de nedir? Arap diyemediğiniz için mi tüm yabancılar diyorsunuz yoksa küresel zenofobik dalgadan mı etkilendiniz? Akın akın vatandaşlık almaya gelenler var da bize yer mi kalmadı yoksa hazır elimiz değmişken bunu da daraltalım mı diyorsunuz? İstisnai olanı herkes için daraltmaktan söz edip, istisnai olmayanı ise genişletmekten söz etmediğinize göre, aslında vatandaşlığı bugünkünden daha dar bir statü haline getirmekten söz etmiş olmuyor musunuz?
“Hiçbir il ve bölgede sığınmacı sayısının, sığınmacıların topluma uyumunu zorlaştıracak oranda kontrolsüz yoğunlaşmalara erişmesine, gettolaşmaya izin vermeyeceğiz.”
Sığınmacılar Türkiye’ye geldiklerinde onları sonu belli olmayacak biçimde kampta tutmak yerine, imkanı, tanıdığı, akrabası olanların katılabildikleri yerden geniş topluma katılmaları için fırsat vermek hükümetin yaptığı en doğru işlerdendi. Hayatın doğal akışı içinde sığınmacılar seyahat özgürlüğüne de fiilen sahip biçimde, iş bulabildikleri şehirlerde yaşamaya başladılar. Hükümet son yıllarda onları kayıtlı oldukları illerde yaşamaya zorlayarak şimdi yanlış yapıyor. “Kontrolsüz yoğunlaşma” değil bu; Urfa’daki oranla Niğde’dekinin ve İstanbul’dakinin bir olmamasının İzmir’de olsaydı sorun çıkarabilecek sayının Kilis’te sorun olmamasının sosyolojik, kültürel ve ekonomik bir açıklaması var ve hiçbir planlama hayatın doğal akışından ve serbest bir ekonominin kendi yasalarından daha başarılı değildir.
“Öncelikle AB olmak üzere, dış dünyadan daha fazla maddi fon desteği talep ve temin edeceğiz. Bu kaynakları ülkemizin bir tampon ülke olmasının devamı için değil, kontrolsüz göçün ve kitlesel akınların önlenmesi, sorunun kaynağında çözümü için kullanacağız.”
Şimdiki hükümet etmiyor mu? Onlara vermediğini size vermesi için tek bir neden söyleyebilir misiniz? Sizi daha mı çok sevecekler, yoksa ikna gücünüze mi güveniyorsunuz? Devletlerarası ilişkilerde bunların önemli olmadığını siz de kabul ederseniz başka ne var elinizde? Haydi aldınız diyelim, Batılı devletler “Erdoğan kötü Babacan iyi” deyip verdiler, aldığınız parayı “kontrolsüz göçün ve kitlesel akınların önlenmesi, sorunun kaynağında çözümü” için nasıl kullanacaksınız? Suriye ile savaşmaktan söz etmediğinize, hatta Esat’la anlaşmaktan söz ettiğinize göre, bu parayla sorunu kaynak ülkede çözmek için tam olarak ne yapmayı planlıyorsunuz? Bir şey planlıyor musunuz, yoksa raporda bu paragrafın bir bitiş cümlesine mi ihtiyaç vardı?
“Şam Yönetimi ile gerekli işbirliğini geliştirecek ve ülkesini terk etmiş kişilerin insan onuruna yaraşır şartlarda geri dönüşünün gerçekleştirilmesini sağlayacağız.”
“İnsan onuruna yaraşır şartlarda” dememek daha iyi olurdu. DEVA Partisi, kendi şehirlerini baştan aşağıya bombalayan, kimyasal silahlar, varil bombaları, işkence, katliam ve tecavüzle Suriye nüfusunu darmadağın edip halkının yarısını göçmen yapan bir devlet terörünü uygulayan rejimle tam olarak nasıl bir onurlu dönüş yapmayı düşünüyor? Bir ipucu çok ufuk açıcı olurdu. Kadını karakolda şiddet uygulayan kocayla barıştırıp eve göndererek iyi bir iş yaptığını düşünen polislerin yaptığını devletler bazında yapmak. Hem de elli yıldır kendi halkına kan kusturan bir rejimle.
Sığınmacılardan söz ederken aslında ne demiş oluyoruz?
Siyasi partilerin adaletle ilgili iddialarını test etmenin en sağlıklı yolu, onların “en alttakiler”e nasıl yaklaştığına bakmaktır. Sesi duyulmayan, oy hakkı olmayan ve herkesin rahatlıkla tahkir edebildiği görünmez insanlara yani. Adaletin en sahici turnusol testi budur.
Kamuoyu araştırmalarına, sosyal medyaya ve seçmenin tepkisine dair anket sonuçlarına rağmen Suriyeli sığınmacılarla ilgili insani bir yaklaşım sergilemek zor bir tercih olarak görülebilir. Ancak bu testi geçmeden diğer meselelere dair söylenenler haklı olarak sorgulanır.
Sonuçta, bu haliyle DEVA Partisi, Ak Parti Hükümetini sığınmacılarla ilgili olarak daha ileri bir noktadan eleştirmesi gerekirken daha geri bir noktadan eleştiriyor. Hükümet bütün hatalarına rağmen sığınmacılarla ilgili en insani yaklaşımı temsil ediyor.
Sığınmacılar konusunda Erdoğan’ın “Savaştan gelip ülkemize sığınan bu kardeşlerimize sonuna kadar sahip çıkacağız. Kendileri isterlerse gidebilirler ama biz onları asla kovmayacağız. Biz onlara ev sahipliği yapmaya devam edeceğiz ve onları katillerin kucağına atmayacağız” şeklindeki ahlaki duruşuna ulaşan yok. Erdoğan’ı ister sevin ister nefret edin bu böyle.
“Başka konularda da biz iyiyiz, o konularda da hükümet kötü,” “sığınmacılarla ilgili anketler ortada” veya “siyasetteki tek konu bu mu?” diye de düşünmek mümkün tabii. Tek konu bu değil elbette. Ama bu konu, fark edebilenler için sahici bir turnusol testidir.
Sığınmacı karşıtlığına oynamanın ahlaki maliyeti açık olsa da siyasi getirisine ilişkin beklentiler o ölçüde açık olmadıkça, bu konuda siyasi partilerin politikası da farklı olacak. İlkeyi terk etmek faydayı beraberinde getirecek mi? Bunu yapmak acaba başka konuları etkiler mi? Bu sorular ayrıca ele alınmayı hak ediyor.
Ancak siyasete, muhalefete ve iktidara dair bir siyasi vecize var ki, fayda-maliyet analizinin çok ötesinde bir şeyler söylüyor. Gelin onunla tamamlayalım:
“Ebediyen muhalefette kalmayı göze alamayanlar, hiçbir zaman iktidar olamazlar.”
[1] “Bizim elimizdeki seçmen bilgileri Yüksek Seçim Kurulu’nun elinde de yok, her bir seçmeni, ilk kez sandığa gidip oy kullanacak seçmenleri de biliyoruz, evlerini, adreslerini de biliyoruz, doğum yerlerine de bakıyoruz. Suriye doğumlu, Afganistan doğumlu, hepsine bakıyoruz, dolayısıyla kimlere vatandaşlık verildiğini de oradan çıkarabiliyoruz. Şu anda öyle bir tehlike görünmüyor, veriler var, kaç yabancının oy kullanacağını biliyoruz, 400-500 bin kişi gibi yüksek bir rakam yok, öyle bir rakam geldiğinde onu hemen kamuoyuyla paylaşırız zaten. O konuda çok duyarlıyız.”
Bkz. Kemal Kılıçdaroğlu’ndan Yabancı Seçmen Açıklaması, https://www.ensonhaber.com/gundem/kilicdaroglu-cok-sayida-yabancinin-secimde-oy-kullanacagi-iddiasiyla-ilgili-konustu
[2] https://twitter.com/serdilt/status/1561094561920962561?s=12&t=j0oVjLe_ipsanY-f9kckzA
Kaynak: Farklı Bakış