Yılın bu mevsimi bizim buralarda çığ mevsimidir. Bölgenin insanları yılın bu mevsiminde yeraltı felaketi olan depremden bile daha büyük bir yerüstü felaketi olan çığdan korunmak için çaba harcarlar.
Lakin nasıl ki deprem önlenemiyorsa çığ da önlenemez. Ve fakat nasıl ki depremde insanı öldüren deprem değil de tedbirsizlik ise, çığda da insanı öldüren aynı tedbirsizlik ve aynı vurdumduymazlıktır.
4 Şubat günü Bahçesaray yolunda, Abdal Han Yaylası'nda büyük bir çığ meydana geldi ve yürek yakan haberlerde kısa süre sonra geldi.
Gerçekten dayanılması güç bir acıdır çığın yarattığı felaketten doğan bu acılar.
Ölenlerin acısını, kurtulanların sevinciyle yüreklerimizdeki ateşi soğutmaya çabalarken ikinci haber geldi.
İnanılması zor, kabul edilmesi imkansız bir kara haber: "Dün çığ düşen yerde bugün en az 50 kişi daha çığ altında kaldı."
Ya Rabbim bu ne felakettir. Bu ne felaketler silsilesidir. Elazığ depremi, Çin'in koronavirüsü ve Müküs/Bahçesaray çığ felaketi...
Bugünkü yazım bu olmamalıydı, ama gecenin yarısına kadar hastanede yaralı dostların yanındayken duyduğum onca acı hikayeye rağmen başka bir şey yazamam ki...
Fotoğraf: AA
Aslında bunu da yazamam ya. Bu acıyı, bu korkuyu, çığın o acımasız uğultusunu ve yarattığı tarifi imkansız acıyı nasıl dile getirebilirim ki?
Başına ne geldiğini bile tarif edemeyen, ölmüş, gömülmüş, nefessiz kalmış insanların acı ve ıstırabını kim yazabilir ki?
Bunu yaşamayan, bu duyguyu hissetmemiş, Azrail'in yüzünü görmemiş bir insan, Azrail'in elinden kurtulan bir insanın duygularını hissedebilir mi?
Hayır. Onun için ben bu vesile ile bu felaketin bana düşündürdüklerini yazacağım.
Hakkâri'de, 1974 yılında, ben daha 8 yaşımdayken Sümbül Dağı'na yaban keçisi avına giden Mehemedê Kewê adındaki bir akrabamız iki arkadaşıyla beraber çığ altında kalıp vefat etti.
Cenazesine günler sonra ulaşıldı. Olayın olduğu zamanı hatırlamıyorum, ama bu olayın yankıları hala sürüyor Hakkâri'de.
Çünkü o zaman dünyaya gelen bütün çocuklar için "Mehemedê Kewê'nin çığ altında kaldığı yıl" doğum tarihidir.
Evlenenler için evlenme yılı, askere gidenler için askere gitme tarihi ve normal bir şekilde eceliyle ölenler içinde ölüm yılı "Mehemedê Kewê'nin çığ altında kaldığı yıl"dır.
Kürtçe adı "aşût" olan çığın Kürtlerin hayatında çok belirleyici bir rolü vardır. Dağ yamaçlarına ev yapacak olanların muhakkak surette gözetmesi gereken şey, çığın yönüne doğru mümkün olan en uzak yere evlerini kurması gerekir.
Yazın dağlarda biçilen ot ve meşe yaprakları çığın muhtemel geçiş güzergâhları hesaplanarak yığılır ve kışın çığ tehlikesinin olmadığı yerlerden "kaş" ile getirilir.
"Kaş" denilen şey, ceviz ağacından yapılmış büyükçe bir kızağa yüklenen 20-30 bağ otun çekilmesi olayıdır. Aslında kelime anlamı "çekmek"tir. Ama bizim buralarda bu eyleme "kaş" denilir.
Memleketimizde en fazla çığ olayına maruz kalma nedenlerinden biri olmasına rağmen yüzyıllardır devam ediyor bu adet.
Hakkâri, Van, Ağrı, Şırnak vb. karın çok yağdığı yerlerde yaşayan köylüler, çığ felaketine maruz kalmamak için çok incelikli hesaplarla hayatlarını düzenler.
Kışın ilk üç ayı mümkün olduğu müddetçe tehlikeli yolculuklara çıkmaz, otlarını sadece açık günlerde getirir, havanın bozuk olduğu günlerde ava çıkmazlardı.
Kışın gerekli olan hayvanlarını beslemenin dışında hiçbir faaliyet yürütmemek, evden çıkmamak üzerine onlarca atasözü ve deyim var Kürtçe'de.
Bu atasözleri ve deyimler toplumun doğal kanunları olduğu içinde insanlar uyarlardı. Kışlık zahirelerini, hayvanlarının yemlerini önceden tedarik eder ve böylesi bir felakete maruz kalmamak için korunurlardı.
Bazen karın çok yağdığı zamanlarda da, çığ tehlikesini bertaraf etmek için çığlar bilinçli bir şekilde indirilirdi.
Nasıl mı? Şöyle:
Çığların nereden geldiğini önceki yılların deneyiminden bilenler; geçiş güzergâhlarında olan, yabancı insanların, yabani hayvanların gelebilme ihtimaline karşın, o bölgede yaşayanlar, güvenli yüksek bir yere çıkar ve tüfek atarak ses çıkarırlardı.
Çıkan sesin şiddetinden çığ kendiliğinden inerdi. Yerleşim yerlerine yakın olan çığ tehlikeleri de böylece bertaraf edilirdi.
Daha uzak ve belirsiz olanlara da bulaşmamak için oralardan gitmemek en iyisiydi. Onun için de gitmezlerdi.
Ve yaşam böyle devam ederdi. Lakin modern zamanlarda artık böylesine doğal tedbirler yok. Alınmıyor.
Teknoloji çağında yaşıyoruz ve artık her yere gidiyoruz. Yaz, kış, bahar veya sonbahar bizim için fark etmiyor.
Çünkü biz modern zamanın insanları teknolojimize; arabalarımıza, dozerlerimize, greyder ve kepçelerimize çok güveniyoruz.
Dümdüz yerde yağan bir metrelik karı kepçelerimizin nasıl da yara yara açtığını görüyoruz. Bundan dolayı da korkmuyoruz.
Doğanın gazabının şuursuzluğumuzdan kaynaklandığını fark etmiyoruz. Çünkü gündelik uğraşlarımız o kadar fazla ki, atalarımızın bin yıllarca tecrübe ettiği ve tecrübelerinden damıttığı tabii kanunlar bizi bağlamıyor.
Onun için de, 3 bin metre yükseklikteki bir dağda yağan karın, 150 metre uzunluktaki bir mesafede aşağı inmeye başladığında nasıl bir depreme sebep olacağını hesaplayamıyoruz.
Böyle büyük kütlenin bir kayadan kopan minicik bir kartopu kadar küçük bir şeyden oluştuğunu biliyoruz ama önemsemiyoruz.
Bu kütle aktığında dünyanın en büyük dozerini bile ezdiğini, arabaları hurdahaş ettiğine dair çok hikaye duymuşuz da, "bize bir şey olmaz" aymazlığından ayılamıyoruz.
Bundan on üç yıl öncesine kadar Müküs/Bahçesaray yolu kışın en az 6 ayı kapalı oluyordu. "Yılın altı ayında dünyaya bağlı, geri kalan zamanlarda da sadece Allah'a bağlı" lafı bütün Müküslülerce bilinir ve söylenirdi.
Kendisini sadece oğlu Mir Hasan'ın değil de, bütün Müküslülerin anası ve bacısı gibi gören, onlara evlatları, kardeşleri ve ebeveyni gibi davranan, onlardan birinin ayağına taş değse yüreği yanan, Müküs Mirlerinin torunu Gülşen Orhan Hanım, milletvekili seçildikten sonra, hayırlı bir evlat oldu ve önce memleketinin yolunu düzeltmek için çalıştı, çabaladı ve nihayet 7-8 yıl önce o yolları genişletti.
Çığ yoluna tüneller yaptırdı. Ve hemşerilerinin Van ve dünya ile bağlantısını yılın 12 ayına çıkarmayı başardı.
Önceki gün onun yıllarca uğraşarak yaptırdığı kar tünellerine çok az kala meydana gelen çığdan dolayı şehit düşenlerin ailelerine ve yaralıların yarasına merhem olmaya haberi duyar duymaz, babası ve kardeşini de yanına alarak geldi.
Dün oraya doğru giderken, henüz bulunmamış iki kişi ile ilgili yapılan kurtarma çalışmaları için durdu bilgi almaya çalışırken, bu kez çığ onu ve beraberindekileri yuttu.
50 kişiden fazlaydılar. Ama kimse tam sayıyı bilmiyordu.
Korumasının ayağı kırıldı. Şoförünün ise saatler sonra cansız bedenine ulaşıldı. O uzun süre karın altında kalmış ve tam öleceğini sanırken kurtarmışlar.
Lakin ben onu ziyaret ettiğimde çok acıklı bir şekilde hüngür hüngür ağlıyordu. Kurtulduğuna sevinmiyordu. İlk defa ona şoförlük yapan, oğlu yaşındaki gence ağlıyordu; "Ben olmasaydım, ben gelmeseydim, o çocuk yaşayacaktı" diyordu.
Elbette ki hiç kimse kimsenin ölümünden sorumlu değildir. Zira insanın ne zaman, nerede ve nasıl öleceği yaratanın bilgisi dahilindedir.
Lakin Gülşen Hanım kendisini o gencin ve oradaki herkesin sorumlusu gibi görüyor ve feryat ediyordu.
Onun hıçkırıkları insanın yüreğini burkuyordu. Allah yardımcısı olsun.
Ya Rabbi, sen merhamet edensin ve bu felakete maruz kalan kullarına rahmet eyle.
Ya Rabbi, sen Şafi'sin, şifa verensin yaralılara acil şifalar ver.
Yüreği yanan ailelere, çocuklara, eşlere ve ebeveynlere sabır ve sükûnet ihsan eyle.
Ya Rabbi, sen bütün mazlumları, masumları beladan, kazadan, her türlü afattan azat eyle.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish