Hayatımızın gidişatında neyin yanlış olduğuna, nelerin bizi yanlışlara götürdüğüne dair her tespit, her ifade, her söz; bu gidişattan esasen içten içe muzdarip olan herkeste bir karşılık buluyor, ancak bu karşılıktan bir etki doğmuyor. Herkesin yaşama pratiği “Evet, bütün bunlar yanlış ama...” diyen pek çok bahane cümlesi var ceplerinde. Doğrular, ütopik bir dünyanın, çok uzaklardaki bir hayal ülkesinin erişilmez fantezileri gibi görülüyor, algılanıyor. İnsanın aslî hüviyeti, hayatın gerçek tabiatı bir masal gibi, bir anlatı gibi dilden dile dolaşıyor, dolaştırılıyor sadece. Tamamen geçmişte kalmış gibi... Oysa insan, hakiki manasıyla sadece oraya ait... Bugün içinde bulunduğumuz şartlar, yaşadığımız hayat, insanın içinde insan kalarak hayatiyetini sürdürmesine asla elverişli değil... Evet, bu yeni insanı ortaya çıkaran, bu yeni hayatı kurgulayan da insan... Ancak, bu büyük çözülmeyi başlatan ve bugünlere getiren insan, daha fazla servet, daha fazla konfor, daha fazla güç, daha fazla etki, daha fazla şöhret ve bir çok başka şeyin daha fazlası uğruna bütün erdemlerini hiç düşünmeden ardında bırakabilen bir insan... Soyut bir dünyadaki hayalî bir varlıktan söz etmiyorum; biziz o ‘insan’! Her birimizi tek tek benliğinde taşıyor ve her birimizi az ya da çok temsil ediyor o insan! Dolayısıyla hiç kaçmaya çabalamayalım, insanın ve hayatın yanlışlarından söz ederken kendi cürümlerimizi ortaya döküyoruz. Her şeyi bu hale getiren, bu ağır suçu işleyen biziz. Hayat her gün ortaya koyduğu yakıcı manzaralarla suçumuzun ne kadar büyük olduğunu hatırlatıyor bize. Suçumuz o kadar büyük ki, hiçbirimiz üstlenmeye cesaret edemiyoruz. Bulduğumuz çare, her şeyin iyisini ve doğrusunu bir ulaşılmaz ütopya kurup içine hapsetmek... Bu değerlerden söz edildiğinde çok etkilenmiş görünmek, bir ağızdan ah vah etmek... Ve sonra kaldığımız yerden sessizce devam etmek, tıpkı sökülen bir kazak gibi her geçen gün insanın ve hayatın eksildiğini, azaldığını göre göre yaşamaya...
Hayatı hiç güvenilirliği olmayan bir otomatik pilotun olmayan insafına terketmiş gibiyiz. Her şeyi doğrudan yanlışa doğru değiştirenin, hiçbir şeyi yeniden yanlıştan doğruya doğru değiştiremeyeceğine dair bu sarsılmaz inanç nereden geliyor? Üç ihtimalli bir maçı sahaya hiç çıkmayarak tek sonuca mahkum ediyoruz, farkında mıyız?
“Modern insan maddeye üstünlük verdi. Ruhanî olanı ekonomik olana feda etti. Refahı kuvvete ve sevince tercih etti. Makinelerin ruhsuz kalabalığı içinde yaşamak için dedelerimizin toprağını, naciz dostlarını, hayvanları terk etti. Güneş altında dalgalanan buğdayları, ormanın dalgınlığını, gecenin sükûnunu, bitkileri, ağaçların ve suların ahenkli güzelliğini unuttu. Geometrik hatları olan katı yürekli şehirlere kapandı. Fabrikaların monoton çalışmaları içinde şahsiyetini kaybetti. Hayatın bütün kanunlarını zorladı. Bizim realiteden ayrılmamız o zaman başladı.... Biz bugün, bedenimizin ve ruhumuzun esaslı ihtiyaçlarına hiç bakmadan ilerliyoruz.... Düşünce, ancak ruhtan taşarsa yaratıcı olur. İlhamın derunî hayatın sessizliğine ihtiyacı vardır. Modern insan daha aşağı duruma düşmüştür. Çünkü bu ilham, modern insanda eksiktir. Medeniyetimizi tekrar kurmak için önce hayatın emrettiği modele göre kendimizi inşa etmemiz gerekir” diyor Alexis Carrel, ‘Hayat Hakkında Düşünceler’ kitabında.
İnsana, insanlığa ancak yine insan sahip çıkabilir. Kaybettiği değeri, ahlakı, basireti, dirayeti, istikameti ancak yine insan kendine geri kazandırabilir.
Yanlışları acı gerçek, doğruları uzak hayal gibi görmekten vazgeçmezsek... Şüphemiz olmasın, hakikat bizim için hep bir erişilmez fantezi olarak kalacak!