Acaba neyi yanlış yapıyoruz?

İbrahim Kiras yazdı;

Acaba neyi yanlış yapıyoruz?

Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almazmış. Yani, herkes demeyelim de, çoğu kimse hata yaptığını kabul etmeye yanaşmaz. “Eti kedi yedi” der, “Ben yapmadım, üst akıl yaptı” der, “Ben demedim, Bay Kemal dedi” der… Suçu üstlenmemek için söyleyecek bir şey bulur muhakkak.

Ancak bu, tabiri caizse, “tasarlanarak işlenen cinayetler” için geçerli. Bir de bilinçsiz şekilde yaptığımız hatalar var. Daha doğrusu, yaptığımızın farkında olmadığımız, içine düştüğümüz olumsuz durumlara sebep olan hatalar… “Ben nerede yanlış yaptım” derken sözünü ettiğimiz hatalar. Mamafih, “Ben nerede yanlış yaptım” diyebilmek büyük bir marifet…

İskender Öksüz geçenlerde Karar’daki köşesinde, Bernard Lewis’in şu meşhur “Batı karşısında yenilgilerinden sonra bütün Müslüman ülkeler, ‘Bunu bize kim yaptı?’ diye sordu. Türkler hâriç. Onlar, ‘Biz neyi yanlış yaptık; ne yapmalıyız?’ diye sordu” mealindeki tespiti hakkında şunu yazmıştı: “İşte bu sorudur ki, bu sebep-sonuç fikri, bu soyut kavram düşüncesidir ki, 17. asırda Batıyla rekabet edemez hâle gelen devlete iki küsur asır daha hayat öpücüğü sağladı.”

Bu nokta çok önemli. Bir toplumun sebep-sonuç fikrinden uzaklaşması “beka” sorunudur. Atalarımızın dün en elverişsiz şartlarda bile yapmadıklarını bugün bizim yapmakta oluşumuz da herhalde günümüzdeki popüler “ecdat” retoriğinin edebiyattan ibaret olduğunu gösteriyor olsa gerek.

***

Osmanlı düzenindeki “bozulma” daha 16. yüzyılda baş göstermişti. Yani devletin aslında gücünün ve ihtişamının zirvesinde olduğu günlerde. Ders kitaplarında Yükseliş Devri denilen süreçte. Tarihçiler bu bozulmanın veya çözülmenin sebepleri konusunda muhtelif açıklamalar ileri sürmüşlerdir:

Osmanlı yayılmasının 16. asrın ikinci yarısında jeopolitik sınırlarına ulaşmış bulunması, yani fetih siyasetini sürdürme imkanının kalmayışı… Dolayısıyla bu dönemde gerek doğuda gerekse batıda girişilen sonuçsuz seferlerin ve savaşların mali yükünün devletin belini bükmesi… Avrupalıların coğrafi keşifler sayesinde uluslararası ticaret yollarının kontrolünü ele geçirmeleri… Güney Amerika’dan getirilen bol miktarda gümüşün Akdeniz dünyasında enflasyona yol açıp Osmanlı ekonomisinde krize sebep olması… Yetmezmiş gibi, Anadolu’da birkaç yıl üst üste yaşanan kuraklıklar… Aynı dönemde gerçekleşen aşırı nüfus artışı…

Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan ekonomik sıkıntılarla birlikte sosyal kargaşanın doğması, işsizliğin artması, başıbozuk eski askerlerin çoğalması… çok uzun süre istikrarsızlık kaynağı olacak Celali isyanlarının baş göstermesi vs…

Bu gelişmelerin paralelinde de tımar sisteminin bozulması, medresenin yozlaşması, yönetim görevlerine ehil olmayan kişilerin getirilmesi, rüşvet ve yolsuzluğun artışı…

***

Osmanlı yönetici sınıfı daha 16. yüzyılın sonlarından itibaren bu problemlerin sebepleri üzerinde kafa yormaya başlamıştı. Bernard Lewis’in “Türkler ‘Biz neyi yanlış yaptık; ne yapmalıyız?’ diye sordular” dediği olay… Gerçi doğru cevabı bulup bulamadıkları ayrı bir konu ama hiç değilse başlarına gelen olumsuzlukların “üst akıl”ın işi olduğunu iddia edip kendilerini kurtarmaya kalkışmadılar.

Daha önce de anlatmıştım, yeri geldiği için tekrarlamak istiyorum: 17. asrın güngörmüş bürokratlarından Koçi Bey dönemin taht sahiplerine sunduğu ıslahat raporlarında Divan (bugünkü bakanlar kurulu) toplantılarına katılma uygulamasını kaldıran Kanuni‘den itibaren padişahların yönetim kadrolarıyla ilişkilerinin zayıfladığını ve bunun sonucunda devlet işlerini yalnızca kendi dar çevresindeki birkaç kişiyle ve aile fertleriyle konuşabildiklerini anlatır… Padişaha yakın olan belirli kişilerin ve özellikle aile bireylerinin desteğini almak liyakat, bilgi, tecrübe, başarı ve kariyer kriterlerinin önüne geçmiştir Koçi Bey’e göre. Artık devletteki makamların ağırlığı da azalmaya başlamıştır. Geçmişte makam ve mevki sahiplerinin yetki ve sorumluluk sınırları belli olan görevlerini layıkıyla ifa ettikleri sürece adeta dokunulmaz olduklarını; Kanunî devrinden sonra ise devlet yöneticilerini görevden almanın kolaylaştığını ve bunun sonucunda yüksek bürokratlar için işlerini iyi yapmanın değil Saraya bağlılık göstermenin öncelik kazandığını ileri sürer risale yazarı. Dahası padişahın yakın çevresindeki grupla iyi geçinemeyen, onların dediklerini yapmayan yöneticilerin kuyusunun kazıldığını, iftiralara maruz kalıp makamlarını kaybettiklerini anlatır…

***

Ne var ki Koçi Bey’in -ve o devrin aydınlarından birçoğunun- sorunlara çözüm olarak önerdikleri yol “Devletin iyi durumda olduğu günlerin düzenine geri dönmek” şeklindedir. Dünyada değişen şartların farkında olmayan bu naif önerinin uygulanması mümkün olmadı tabii. Ancak aydın zümrenin “daha ilerici” kanadının “Askeri alanda Avrupa ülkelerinin yaptıklarının taklit edilmesi” önerisi uygulama alanına girdi ve ardından 18. yüzyılda askeri olmayan konularda da tatbik edilmeye başlanan bu “taklit siyaseti” sayesinde Osmanlı artık tamamlanmış görünen ömrüne iki asır daha katabildi.

Evet, Osmanlı toplumunun seçkinleri ölüm haberi beklenen devletlerini iki asır daha yaşattılar. Yalnızca ve yalnızca “Biz nerede hata yaptık” sorusunu kendi kendilerine sorabildikleri için…