Tarih: 20.12.2019 15:24

Abdurrahman Arslan: ‘İnsanın arzuları bugün hakikatin kaynağı durumundadır’

Facebook Twitter Linked-in

30 Kasım Cumartesi günü İktibas’a konuk olan Abdurrahman Arslan,“Hakikat ve Gerçeklik” başlığını taşıyan sohbetinde, Müslümanların zihin dünyasını derinden etkileyen Modernizm ve ardından gelen post-modernizme karşılık temelden nasıl bir yaklaşım sahibi olunması gerektiği üzerinde durdu.

Konuşmasına, Ramazan hilalini gözetleme hususunda yaşanan, takvim mi yoksa takip mi tartışmasını hatırlatarak başlayan Abdurahman Arslan yaklaşık iki saat süren konuşmasında pek çok kritik noktaya değindi.

Abdurrahman Arslan’ın konuşmasının oldukça geniş bir özetini sunuyoruz:

Batıda bu iş nasıl başladı?

Geçenlerde bir hocamız bu her zamanki bizim –tırnak içinde diyorum- hikayemizden bahsetti, dedi ki; artık bu Müslümanlar Ramazan’ı böyle ayı gözetleyerek oruç tutmaktan vazgeçsinler, artık neticede takvimlerde hesaplanmıştır, matematiksel şeylere dökülmüştür. Dolayısıyla artık Ramazan’ın gelip gelmediğini takvimlerdeki tarihlerden öğrenebiliriz. Öyle demiyor ama şunu demeye getiriyor: Yani bu ilkel usullerden vazgeçelim diye bir yazı yazmıştı. Bunu bir-iki yerde konuşuyorum, şimdi burada da izninizi alarak konuşmak istiyorum. Şimdi Avrupa’da aşağı yukarı 16. asırda -ilgilenenler benden daha iyi bileceklerdir eminim ki tarihi de, hadiseleri de- Avrupalı’da bir tek din anlayışı söz konusu iken ki bu da biliyorsunuz Katoliklikti, aşağı yukarı 1517’den itibaren rivayete göre 525’in üzerinde mezhep ortaya çıkar ve bunlar birbirleriyle savaşırlar, çünkü dindar bir toplum. Benim yaptığım İncil yorumu doğrudur, seninki yanlıştır kavgası sonucunda, rivayete göre de Alman toplumunun üçte biri bu yüzden birbirini öldürürler bu 30 yıl savaşlarında.

Tam da bu dönemde Galileo denen bir adam şöyle bir öneride bulunuyor diyor ki; “Biliyorsunuz Tanrı bize diyor ki size iki tane kitap gönderdim. Biri İncil’dir, okunan bir kitaptır, sözeldir. Bir de size tabiatı gönderdim, o da Tanrı’nın ikinci kitabıdır”. Dolayısıyla eğer biz şimdi Tanrı’nın gönderdiği İncil üzerinde anlaşamıyorsak, o zaman biz Tanrı’nın ikinci kitabı olan tabiatla ilgili çalışmalar yapalım. Tanrı nasıl olsa hükümlerini, kanunlarını İncil’de bize göndermişti, fakat aynı hüküm ve kanunları da tabiata içkinleştirmişti, tabiat da o yüzden böyle dakik dakik çalışıyor, kanunlarına göre. Newton’un da dediği gibi mekanik bir dünya, yani kanunlarına göre işte mevsimler geliyor, yağmurlar yağıyor, bütün bunların hepsi Tanrı’nın koyduğu kanunlar içinde cereyan ediyor. Ve dolayısıyla biz Tanrı’nın tabiatta koyduğu, içkinleştirdiği kanunları-yasaları bulursak, onu da hayatımıza uygularsak bu da İncil’in hükümlerinin yerine geçmiş olur, hem kiliseden kurtuluruz, hem de neticede yine dindarca bir şey yaparız, yine Tanrı’nın kanunların uygulamış oluruz. Diyor ‘tamam’.

Yalnız tabiatı okumanın dili matematiktir, o matematik üzerinden okunur, İncil gibi sözel değil. dolayısıyla genel olarak, genel kabule göre Galileo’den itibaren fizik dediğimiz dünyayı okumanın dili matematik oldu. Tabii matematik çoğumuzun zihninde kesinlik bildiren bir şeydir, bugün artık matematiğin de bir ideoloji olduğunu, matematik sistemlerin öyle çok doğru sistemler olmayabileceğini de Batılılar yine konuşuyor, tartışıyorlar.

Şimdi o günden bugüne kadar dünyayı matematiğin diliyle okumak gibi bir gelenek vardır. Bundan önce acaba matematik kullanılmıyor mu? Kullanılıyordu elbette. Biliyorsunuz rakamlar, matematik zaten Batıya ait değildir, Hint, Araplardan gelen bir şey. Şimdi buradaki sorun şuydu: Matematiğe hayatın neresinde nereye kadar yer verecektik? Dünya acaba matematiğe indirgenebilir miydi? Dünyanın dili matematik olduğundan beri elbette ki takvimlerdeki hesap kitap üzerinden dünyayı matematiksel okuyup Ramazan’ın gününü tespit edersiniz. Ama bir başka adam çıkıp diyor ki, ben dünyayı matematiğin diliyle okumak istemiyorum. Bunu çok öyle felsefi, tumturaklı, sistematik bir şekilde demiyor ama bir takım önsezileriyle Peygamberinden devraldığı bazı şeylerden dolayı diyor ki ‘ben gözetleyeceğim’. O Galileo’den haberdar değil. Burada iki tane, dünyaya farklı şekilde bakan bir bakma biçimiyle karşı karşıyayız. Benim naçizane fikrim; zihninize getirmek istediğim konulardan birisi bu.

‘Eğer siz matematiğin kesinliğinde söylerseniz, artık orada Allah ve onun yaratma fiili dışlanmıştır’

‘Takvim böyle dedi’ diyor ama takvimin arkasında, dünyanın matematiksel okunması vardır, Galileo vardır, Rönesans vardır, var oğlu vardır, o oradan geliyor buraya. Dolayısıyla bu iş öyle bizim vazettiğimiz gibi, hatta bazılarının da dediği gibi gericiler, yobazlar matematikle uğraşmak istemiyor filan… bu öyle değil, bu bir dünyaya bakma biçimidir. Bugün aslında çok zaman farkına varmadığımız bir biçimde, dünyaya bakma biçimimiz farklıdır bizim. Dünyayı okuma biçimimiz farklıdır bizim. Yani bugün bizim okuduğumuz okuma biçimi İslam’a ait değil. Ben Müslümanım ama ben Müslüman olduğum halde, ben öyle okuduğum halde bütünüyle bana ait değil. Bu demek değildir ki matematik kullanılmayacak, matematiği reddedelim; hayır o, o değil. Bir bakıma matematiğe nereye kadar yer vereceğimizle ilgilidir. Eğer siz matematiğin kesinliğinde söylerseniz, zaten artık orada Allah ve onun yaratma fiili dışlanmıştır. Bütün zaten modern fizik de, sosyal bilimler de bunun üzerine kurulmuştur. Yani burada Tanrı yok değil Tanrı vardır ama dünya bağımsızdır, insan bağımsızdır, o bağımsızdır, bu bağımsızdır, bu bağımsızlıklar üzerinden işleyen bir süreç bu. Yani Batı insanının sürekli olarak, Grek’ten beri, tanrı karşısında bağımsız olmak gibi bir huyu var, onu Prometheus hikayesinden biliyorsunuz.

Hakikat ile gerçeklik arasında bir mukayese yapmak bugün çağdaş dünyanın geldiği noktada kolay görünen bir şey değil. Çünkü artık deniyor ki, post-truth dedikleri işte hakikat sonrası bir dünyada yaşıyoruz. Bunu şimdi kavramsallaştırmaya çalışıyorlar Batılılar. Efendim, kelime anlamı için de hakikat sonrası anlamına geliyor ama bunları yeniden anlamlandırmaya çalışıyorlar, işte bu böyledir böyledir diye. Ama netice şu demektir: Anlamın buharlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Anlamın buharlaşması ne demektir? Hepimizin ortak paylaştığı bir şeyler hakkındaki anlam, artık herkes tarafından farklı şekilde anlamlandırıldığından dolayı her insan için bir şeyin anlamı farklılaşıyor. Bundan dolayı da bu kadar çok farklılaşan bir anlam dünyasında biz artık anlamdan bahsedemiyoruz. Anlam buharlaştı diyoruz. O ortak anlamlar kaybolmuştur. Mesela, ya terbiyesizlik etme dediğimizde, siz de o hareketi terbiyesiz olarak görürsünüz. Çünkü o ortak anlamımız bunun üzerine kurulmuştur. Fakat şimdi artık bu ortak anlam post-modernliğin dediği gibi patladı, çatladı, parçalandı. Dolayısıyla da herkes için kendine ait yeni bir anlam anlayışı çıktı ortaya, ben böyle görüyorum, ben böyle anlıyorum diyorsunuz. Şimdi post-modernizm bunu özgürlüğün gelişmesi olarak görüyor. Diyor ki; insanlar bunu yapınca çok daha özgür olurlar, dolayısıyla zihinleri daha özgür düşünür diyor, kendi kendisine karar verir diyor.

Şimdi uzun zamandan beri, bilhassa İslam dünyasının Ortadoğu’daki sınırlarının değiştiği-değişmediği üzerinde süren bir tartışma yaşıyoruz. Bunu, trajik bir şekilde, ümmetçiyim diyenlerin de çok ciddiye alarak tartışmasını hayretle karşılıyoruz. Çünkü o sınırlar aşağı yukarı 1900’lerde falan yoktu. Elbette ki o sınırların başkaları tarafından çizilmesi hiçbir Müslüman’ın kabul edeceği bir şey değil. Dolayısıyla sınırlar üzerindeki bir hegemonyanın başkaları tarafından yaratılmış olması elbette kabul edilmez. Fakat benim naçizane fikrim, sınırların ötesinde bugün İslam’ın değerleri deforme ediliyor, böyle bir ciddi sorunla karşı karşıyayız. Yani Ortadoğu sorununu, ben Suriye’yi kastetmiyorum sadece, bütün İslam dünyasını kastediyorum. Bütün bu kargaşa, kavga, dışarıdan müdahaleleri, genel olarak Müslümanlar petrol üzerinden düşündükleri için petrol paradigmasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Naçizane fikrim 21. asırda bunlar çok açıklayıcı fikirler değil, çünkü artık yeni enerji kaynakları bulundu, öyle çok petrol için savaş yapılmıyor.

‘Tüm kavganın nedeni İslam’ın küresel dünyaya yaptığı itiraz’

Benim kanaatime göre buradaki esas temel şey; İslam’ın küresel dünyaya yaptığı itirazdır, Batı uygarlığına yaptığı itirazdır. Tam da öyle bir itiraz ki batı uygarlığı kendine olan güvenini kaybettiği bir dönemde. Çünkü post-modernizm aynı zamanda bir güven kaybını da beraberinde getiriyor felsefi anlamı içinde. Teknolojik olarak güçlü olabilirler ama biraz da bu tabii bizim güç tanımımızla ilgili bir şeydir. Allah’ı dışladığınızda elbette ki sizin sadece askerlere, işte bombalara ihtiyacınız vardır, doğrudur, ama tabii ki “o okları siz atmadınız” ayetini de okuyup böyle gevşediğimiz zamanlar da oluyor, ama onu bugünle nedense irtibatlayamıyoruz. Haşa sanki Allah o gün müdahildi her şeye, fakat bugün müdahil değil gibi öyle bir zihinsel yapımız var, bana göre bu zihin kirlenmiştir.

Acaba bugün gerçekten İslam dünyasındaki kaosun sonucunda Batı ne bekliyor? Yani yeni devletçikler mi bekliyor, yoksa iğdiş edilmiş bir İslam mı ortaya çıkacağını bekliyor? Bana sorarsanız, bence iğdiş edilmiş bir İslam çıkacak ortaya diyor. Bunu aşağı yukarı uygulamalarında görüyoruz. Suudilerdeki kadın üzerinden, Türkiye’de kadın üzerinden Müslüman bir toplumun değiştirilmesi, Türkiyelileştirilen bir İslam uygulamalarının olması ya da Malezyalılaştırılan bir İslam’ın bizim gibi ülkelere örnek olarak sunulmaya başlanması; bütün bunlar aslında bu coğrafya üzerinde başka bir planın da işlemekte olduğunu söylüyor. Ama dediğim gibi biz gerçekten de o kadar çok anti-Batıcı vs. olduk ki bunları göremiyoruz. Elbette ki olalım, olmayalım demiyorum da ama işin içinde ya da alttan alta akıp giden bir şey var ortada, gözden kaçan, Müslümanların bence gözümüzden kaçırdığımız bir şey var ortada; buna naçizane dikkatinizi çekmek istedim.

21. asır bize şunu söylemeye çalışıyor: Yaklaşık Rönesans’tan itibaren insan veya insanlığın önüne koyulan ideallerin artık anlamsız hale geldiğini söylüyor. Bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek başta Batı, sonra da Batı harici toplumlar bu ideallerin şekillendirdiği bir gerçekliğin dünyasında yaşamaktadırlar artık ve bu tarihte, yazılı tarihte, bildiğimiz tarihte ilk defa olan bir hadisedir. İlk defa küresel çapta –tırnak içinde diyorum- bir düşünce, bir yaşam biçimi, ne derseniz deyiniz, bir mimari anlayış, bir toplum anlayışı, bir hakikat anlayışı, bir gerçeklik anlayışı bütün bir küreyi sardı ve kendine göre şekillendirdi. Dolayısıyla bu mücadeleyi sadece Müslümanlar vermiyor, yani Batıya karşı ya da modernliğe karşı mücadeleyi vermiyor; Hindular da veriyor, Taocular da veriyor, Şintoistler de veriyor, yani dini geleneklerin adamları da veriyor. Fakat bunların bir kısmının üstü örtülüyor, bize ulaşmıyor. Bizim entelijansiya da bunun üstünü örtüyor uzun zamandan beri. Hatta bakıyorum bizim Müslüman entelijansiya da aynen laikler gibi bunun üstünü örtmeye başladı. Fakat öyle değil, orada da direnç noktaları vardır. Bu son dönemlerde mesela Hindularda, Budistlerde ciddi şekilde direnç noktaları var, Şintoistlerde var. Yani bizim tabiatla olan ilişkimizi bu Batı uygarlığı bozdu diyen ciddi makaleler, yazılar yazıyorlar. Sayıları az ama yine de bu tür şeyler de vardır yani.

 

‘1840’larda kullanılan bir kavramla İslam tarihi açıklanamaz’

Ancak bu ideallerin bu kadar kolayca benimsenir yayınlamasının esas önemli sebeplerinden birisi teknolojik kuvvettir, bunu hemen söyleyelim. Eğer gerçekten bu teknoloji olmasaydı modernleşme de, bu Batı kültürü de diğer insanlar üzerinde bu kadar etkili olamazdı. Çünkü diğer kültürler de güçlü kültürlerdir, öyle sıradan kültürler değildir. Kültür kavramını borç olarak kullanıyorum burada, onu size söyleyeyim efendim. Medeniyet kavramını kullanmamaya çalışıyorum, kullansam bile borç almış oluyorum, onu da söylemek istiyorum. Hiçbir dinin tarihteki tecrübesi medeniyete indirgenemez. Hele bunu Müslümanların medeniyet tapıcılığı olarak yapmış olmaları bence onların bir ayıbıdır. Medeniyet çok seküler bir kavramdır. 1756’da Fransa’da ortaya çıkmış ki ana yurdu da Fransa’dır bu kavramın. Bu kavramın bizde kullanıldığı ilk tarih 1839’da sivilizasyon olarak kullanılmıştır. 1840 yılında Sadık Rıfat Paşa medeniyet kavramını ilk defa kullanıyor. Bundan önce İkinci Mahmut’a “hadariyet” kavramını kullanalım diye teklifte bulunulmuştur, o da bunu kabul etmemiştir. Dolayısıyla 1840’larda kullanılan bir kavramla siz bir İslam tarihini açıklamaya kalkıyorsanız, buradan entelektüel bir şey çıkmaz. Ne çıkar? Şu çıkar: İslam’ın tarihi, medeniyet kavramına indirgenmiş olur, Müslümanların tarihi de Osmanlı’ya indirgenmiş olur. Benim Osmanlıyla bir alıp vereceğim yoktur, her zaman söylüyorum; kim bu dine hizmet ettiyse hepsinden Allah razı olsun, ama bu tarih bir bütündür, bunu böyle parçaladınız mı o pis ırkçılığın tuzağına düşersiniz. Çünkü bu da ideolojik bir tarih okumasıdır, başka bir şey değil. Çünkü her zaman geçmişe bakmak ideolojik bir bakışı getirir beraberinde. Biz Müslümanız, Kur’an’daki kıssalardan bakarak mümkün olduğu kadar çağdaş ideolojilerin tesirinde kalmadan geçmişi okumaya çalışırız ya da çalışmaktayız. Yoksa geçmişe bakmak öyle masum bir olay değildir yani. Üstelik de ayette diyor; onlar geldiler geçtiler, siz kendinize bakın.

Bizler ya da sizler bu idealleri benimsememiş olabiliriz, hatta paylaşmadığımızı da söyleyerek kendimizi bunlardan ayrı da tutabiliriz. Ama bu bizimle sınırlı kalan bir durum, bir hadise değildir. Zira bu idealler bir bilgi evreni, bir iktidar evreni, bir toplum evreni, bir iktisat evreni, hülasa bir hayat evreni olarak artık kendini çoktan inşa etmiş haldedir ve biz de onun içinde yaşıyoruz.

Zaman olarak bu idealler günümüzde internette, mekan olarak da gökdelenlerde yerleşmiş durumdadır zaten. Bir de gördüğünüz eğitimin, edindiğiniz bilginin esasında bu ideallere ait olduğunu unutmamamız lazım. Sizi ana okulundan ya da dördüncü sınıftan itibaren Kur’an kursuna tabi tutabilirler, çocuklarımıza Kur’an okuturlar. Ama bu demek değildir ki bu idealleri inşa eden bilgiden azadedir, kendimizi kandırmayalım. Çocuklara Kur’an okutulduğunda biz bu ideallerden ya da bu bilgiden azade değiliz. Modern bilgi, eğitimde kullanılan bilgi, bilgi dediğimiz modern bilgi bütün bu ideallerin taşıyıcısıdır, isteseniz de istemeseniz de bu bilgi bu idealleri taşır. Dolayısıyla da çocuklarımızın zihnini bu bilgi formatlamaktadır. Enteresan bir şey, iki, üç yaşından itibaren çocuklar artık devlet tarafından da eğitiliyor değil mi? İlk mümin Hristiyanların Atina, Sparta gibi ülkelerde şehir devletleriyle yaptığı kavgalardan birisi de odur. Dediler ki; biz çocuklarımızdan sorumluyuz, Allah bizi sorumlu tutuyor, biz çocuklarımızı size vermeyiz. Çünkü orada çocuk anaya bağımlılığı bittikten sonra devlet alıp eğitiyordu. Dediler ki vermeyiz, onlarca yüzlerce insan öldü. Ve bu onlarca sene sürdü, en sonunda o hakkı elde ettiler. Ama onların o günkü bilincine bakıyorum da, biz bu bilincin sahipleri değiliz. Allah onlardan razı olsun.

‘Her inanç, her ideoloji ya da dünya görüşünde ‘hakikat’ telakkisi merkezi bir yer tutar’

Hakikat Arapça bir tabir olup köken olarak hakk kavramından geliyor. Allah Hakk’tır, Hakk Allah’ın sıfatıdır. Hakikat, bir şeyin aslı, esası, özü anlamına gelir. Duyu verilerinin akılla kavramanın ötesinde varlığın ne olduğunu, neyi gösterdiğinin bilinmesi demektir. Her inanç, her ideoloji ya da dünya görüşünde hakikat telakkisi merkezi bir yer tutar. Hakikat dil, anlam ve düşünce üzerinde daima kurucu bir role sahiptir; biz bunun farkında olmayız, ama öyle bir rolü vardır yani.

Hakikat, ölüm ya da ahiret karşısında aradığımız bir cevap değildir. Daha ziyade varoluş ve dünyevi gerçeklikle alakalıdır. Zira dünyayı bir hakikatin aracılığıyla anlar ve anlamlandırırız. İnsan yapısı gereği daima bir hakikat arayışı içindeki bir varlık olmuştur. Bu niçin yaşadığımıza da aslında verilen bir cevap sayılır. İnsanın yaşamını anlamlı kılan ve bir bütün haline getiren inandığı hakikat telakkisidir. Hakikat telakkisi dediğimiz şey de, herhangi bir düşünce, kanaat veya doğru değildir. Tam tersine, bizim doğruyu bulmak için kendisine teslim olduğumuz şeydir. Şöyle de diyebiliriz: Hakikat doğruyu bulmamıza imkan verdiğine inandığımız, doğrudur. Yani doğrunun üstündeki bir doğrudur. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden onun vasıtasıyla ayrıştırır veya tayin ederiz. Onu temel alarak kararlar verir, mukayese yapar, düşünce ve amellerimizi kurarken niyetimize temel yaparız. Geleceği aslında ondan hareketle düşünür ve tasarlarız. Bugün Müslümanların geleceklerini, ahiret ahiret diyoruz, ben de dahilim buna, ama geleceklerini hiçbir zaman İslam’ın hakikatine göre tasarlamıyoruz. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bir hadisinde buyuruyor; uzun emeller beslemeyiniz diyor, imanınızı zayıflatır. Bizim bugün en kısa emelimizin ömrü 10 yıldır. 20 yıllık, 30 yıllık, 40 yıllık emellerimiz var bizim yani.

‘Hakikatin kaynağının vahiy olması Müslümanların modernlikle uyuşmasını imkansız kılar’

Hakikat bir bilgi, bir kabul, bir inanç olabilir ama bunun dini olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Bu ancak hakikatin kaynağıyla ilgili bir soru sorulduğunda gündeme gelebilir. Bundan sonra ancak hakikatin dini ya da sekülerliğini söz konusu edebiliriz. Müslümanlar için elbette ki burada hakikatin kaynağının vahiy olması önem taşır. Bu da Müslümanların modernlikle uyuşmalarını imkansız kılan sebeplerden biridir aslında.

İslam’da hakikatin kökeni vahye dayanırken modern hakikat telakkisinin kökeni tabiata dayanır. Modernliğin bizzat bilgisiyle İslam uyuşamaz, kişisel iddiam odur. Çünkü hakikat kaynağı anlamında, bilginin kökeni anlamında, epistomolojik olarak İslam’la modernliğin uyuşması mümkün değildir. Onun için bizim teologlarımız bu uyuşturma işinden vazgeçsinler. Aşağı yukarı evet 70 seneden beri bunu yapıyorduk, doğru. Ama bugün artık dünyada bir kırılma alanı doğdu. İkinci husus, biz artık modernliğin ne olduğunu biliyoruz, iyi-kötü hakikatin ne olduğunu biliyoruz, öğrendik, bütün bunları göz önüne alarak konuşmamız lazım efendim.

‘Hakikat anlamın da kaynağıdır’

Hakikat sadece doğrunun değil anlamın da kaynağıdır. Onun aracılığıyla harici dünyayı anlamlandırır ya da anlam çıkararak anlamaya çalışırız. İnsan düşünebilmek veya faaliyette bulunabilmek için daima bir başlangıç noktası ya da hareket noktasına ihtiyaç vardır. Gerçekten de insan zihni, yani insan düşüncesi ve insan amelleri bir başlangıç noktası olmadan var edilemez. Biz çok farkında değiliz ama her zaman insan bir düşünce serdettiğinde ondan önce bir başlangıç, bir kabulden hareket ederek yapar.

Efendimiz buyuruyor (aleyhissalatu vesselam), hani “ameller niyetlere göredir”, niyetleri de kuran bir bilgidir aslında ya da köken olarak bir bilgidir. Dolayısıyla hakikatin kökeninde de ister dini, ister dinsiz olsun, ama daima bir bilgi biçimi vardır. Zaten o bilgi biçimi bizi ilgilendiriyor burada. Çünkü hakikat kendi başına bir hakikat olarak gelmiyor, bir bilgi biçimi olarak geliyor, o hakikate içkin bir bilgi biçimi olarak önümüze geliyor.

İnsan neyi düşüncesine temel yapmışsa, o insanın hakikat telakkisini ya da onun açılımı olan bir parçayı yansıtır aslında. Aslında hakikat telakkisi dediğimiz şeye inanç dememiz lazım. Zira hakikat dediğimiz şey bizde inanç haline gelmiş şeydir. Diğer bir ifadeyle, zaten bir şey inanç haline geldiğinde hakikat telakkisi olma vasfı kazanıyor ya da o an için, düşüncelerinizi onun üzerinden kurmuşsanız o an için o temel düşünceniz ve temel anlayışınız sizin hakikatiniz olur. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’in de, genel olarak Müslüman alimlerinin de söylediği gibi dinsiz bir insan yoktur. Evet, çünkü hakikaten bir insan amelde bulunması için, düşünce serdetmesi için bir hakikati onlara temel yapması lazım, yaptığı andan itibaren de o onun hakikatidir, yani o onun dinini temsil eder.

‘Her hakikat telakkisinin kendi anlam dünyası vardır’

Her hakikat telakkisi kendi müntesibinin karşılaştığı sorunları kendi anlam dünyasının içine çeker, zihinsel olarak biz bunu yaşarız. Bu, değerli ya da değersizleştirme sürecidir aslında. Mesela bugün Müslümanların zihninde değerli olan şeyler 100 yıl, 50 yıl öncesinin Müslümanlarının gözünde değerli şeyler değildi. Yani Müslüman zihin değersizleştiremiyor bugün. Kapitalizmin ya da modernliğin değer verdiği şeyleri, reklamları ya da her neyse, o da aynı nispette değer veriyor. Değersizleştiremiyoruz zihinlerimizde. Belki değersizleştirdiğimizde onun bizim üstümüzdeki hükmünü asgariye indirebiliriz, ama bunu başaramıyoruz, çünkü zihinsel yapımız, zihinsel inşamız buna elverişli değil, elvermiyor.

Ama her hakikat telakkisi, her sorunu kendi terimleri, kavramları, kalıpları, mantığı ve bunların oluşturduğu bağlamlar içinde ele alır. Önce kendi hakikat telakkimizin bu kavramlarını, kalıplarını, mantığını, bağlamları zihinde inşa edeceğiz, sonrada da Müslümanın sorunlarını çözeceğiz. Bu çok kolay bir iş değil. Ama biz başka bir şey yapıyoruz, biz bu kapitalizmi ya da modernliğin kavramları, kalıpları, bağlamlarının içine İslam’ı oradan alıp şak diye getirip koyuyoruz. Aşağı yukarı bizim son 60-70 yıldan fazladır yaptığımız budur. Sürekli olarak İslam başka hakikat ya da gerçekliklerin bağlamları içerisinde anlamlandıran bir din haline geldi.

Bunları tahlil yapar ve bu bağlamlar içinde çözümler üretecek entelektüel imkanlar açar. Çünkü bir de ayrıca çözüm öneriyor. Çözüm için siz her aracı kullanamazsınız. İşte biz araçları kullandık, o araçlar geldi bizim amacımız haline dönüştü bugün.

Hakikat kendine ait olmayan, farklı hakikat telakkilerine ait sorunlarla karşılaştığında ise yine aynı yolu takip eder. Ama bugün bizim yapmakta olduğumuzun aksine, bu meselelere kendi bağlamları içinde kendini açar. Yani kendi bağlamları içinde o meseleyi alır, o meselenin bağlamlarını dışlayarak alır, çünkü onu iyi değerlendirip anlamlandırabilmesi için onu bağlamlarından soyutlayıp bizzat kendi bağlamlarının içine yerleştirerek değerlendirecektir, ona bir cevap verecektir ya da değersizleştirecektir, her ne ise. Biz bugün tersini yaşıyoruz onu söyleyeyim.

‘İnsanın arzuları artık bugün hakikatin kaynağı durumundadır’

Hakikati öldüren şüphedir, şüpheyle hakikat bir arada olmaz. Yani bugün post-modernizmin geldiği nokta bu, şüpheyle beraber hakikat de ortadan kalktı. Post-truth dediğimiz bir hadiseyle bugün karşı karşıyayız, herkes istediğini yapar halde. Ha burada da sizin de bildiğiniz gibi, mademki ortak bir hakikat yoktur, herkese göre bir hakikat varsa, herkesin kendine göre bir hakikati varsa, bu hakikatin hakikat olduğunu bize kim söyleyecek? Beden söyleyecek yani insan bedeni, daha doğrusu arzu söyleyecek. İnsan arzuları hakikati temsil eder, gerçekliği temsil eder bugün insan için. Dolayısıyla da insanın arzuları artık bugün hakikatin kaynağı durumundadır. İnsanın gündelik hayatını düzenleyen otorite halindedir ve bu aslına bakarsanız bedenin öne çıkmasıdır.

Bu kadar dar elbiseleri kadınlara ve erkeklere giydirmeleri sizce bu modanın arkasında böyle bir düşünce yok mudur? Çünkü moda her zaman arkada bir felsefeyle birlikte gelir, blue jeans’ten tutun da diğerlerine kadar. Evet, eğer beden hakikati bize bildiriyorsa, bedenin arzuları gerçekten önemliyse… çünkü bugün gündelik politik dili de bu inşa etmektedir artık. Bugün politikada düzeni değiştirelim o bu falan, hayır, bütün bunların hiçbirisi kabul edilmiyor, reddediliyor, zaten önemsizleştirildi. Önemli olan, toplumun arzularının karşılanmasıdır. Fakat burada da temel bir sorun ortaya çıktı. Bir grup insan diyor ki, bu normal arzu değil insanlarda, sadece emtia üretilmiyor tüketmeleri için, bir de diyorlar bu çağdaş araçlardan dolayı arzu üretiliyor. Dolayısıyla önce arzu üretiliyor, ondan sonra da araba, lastik her neyse bir şeyler üretiliyor. Dolayısıyla arzuyla beraber onu da tüketiyorsunuz. Çünkü dün eskiden sadece bir emtia üretiliyordu. İnsanların ihtiyaçları vardı gidip alıyorlardı. Ama çağdaş dünyada bir de bunun karşılığı olarak bir arzu üretiliyor, özellikle de giyim kuşam hususunda falan. Obeziteyle bunun arasında bir ilişki olmadığı tabi ki söylenemez.

‘Post-modern felsefe, hudutları ortadan kaldırıyor’

Şimdi buradaki temel sorun şu: İyiyle-kötüyü, adalet-zulüm, ahlaklı-ahlaksız arasındaki çağdaş dünyanın hakikat anlayışının ortadan kalkması ile sınırlar eriyor. Ama post-modern düşünce, post-modern felsefe, post-modern siyaset diyor ki, bunlar arasındaki hudutlar erirse çatışma ortadan kalkar, çünkü diyor çatışmayı yaratan, bu sınırların keskinliğidir, ayrışmadır. Oysa diyor sulandırırsak işi, yani hakikatin tekilliğinden çoğulluğuna geçebilirsek diyor, dolayısıyla herkesin kendine göre hakikati olacağı için, dolayısıyla da insanların birbiriyle savaşmaları, mücadele etmesi, kavga etmesi gereksiz olacaktır büyük bir nispette. Bu da tabii ki hakikatin ve ona ait bilginin çoğullaştırılmasıyla ilgilidir.

Amerikalı akademisyenlerin vardığı sonuç şudur: Medreselerden türetilen bilgi, bu çatışmayı yaratan bilgidir. Türkiye 2005 yılında yanılmıyorsam Pakistan’a İmam-Hatip tecrübesini anlatan resmi bir gözlem sırasında bu söz konusu edildi.

‘İslam’da kamusal alan-özel alan ayrımı pek yoktur’

Size bir de gerçeklikten bahsetmek istiyorum. Gerçeklik, insanın düşünce ve faaliyetleriyle her türlü malzemeyi kullanarak meydana getirdiği şeydir. Yani hangi sebeple olursa olsun, insanın içinde yaşamayı sürdürdüğü kültürel, fiziksel dünyadır. İnsan bunu düşünce ve amelleriyle inşa ediyor ve insanlar arası ilişkilerle her defasında yeniden üretilir bu gerçeklik. Buna hayat alanı diyoruz, içinde hayatımızı sürdürdüğümüz. Özel ve kamusal diyeceğim, özel ve kamusalı içine alan bir ayrım ama yine de bir not olarak söyleyeyim, İslam’da kanaatime göre özel ve kamusal alan ayırımı pek yoktur, yani bu Batılı sosyal teorinin bize verdiği ve Müslümanların da düşünmeden üzerine atladıkları bu teori, çok İslam’a uygun bir şey değil diye düşünüyorum. Çünkü kamusallık nedir İslam’a göre? Daha doğrusu şöyle söyleyelim: İslami bir kamusallık üzerinden konuşabilir miyiz? Bu neye tekabül eder? Ya da bir caminin kamusallığını söz konusu edebilir miyiz eğer biz bir kamusallık konuşacaksak? Bir kamu fikri var mı İslam’da? Çünkü çok soyut bir kavramdır bence. Bütün bunlar size az önce dediğim gibi yaşadığımız gerçekliğin zihinlerimiz üzerindeki egemenliğini ifade ediyor.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —