Kanımca Sedat Peker, Türkiye’de devletin işleyiş çarkıyla ilgili konuşacağını söyleyip de konuşan ilk kişidir. Daha önce, devletin işleyin çarkında şu veya bu şekilde yer alan pek çok kimse “eğer konuşursam yer yerinden oynar” mealinde açıklamalarda bulundu, ancak hiç biri konuşmadı. Bu “eğer konuşursam listesine” eski başbakanlardan sayın Ahmet Davutoğlu da dâhildir.
Peker’in söylediklerinin tamamı yeni ve bilinmeyen şeyler değil, ancak her şeye rağmen son otuz yılda yaşanmış pek çok karanlık olaya ve kimi faili meçhul cinayetlere, nokta atışı delillerle ışık tutar niteliktedir. Kıbrıs’ta Kutlu Adalı cinayeti ve 1990’larda Kürt iş adamlarının infaz edilmesi, bu kapsamda değerlendirilebilir. İyi ama bütün bu açıklamalardan sonra ne olacak veya ne değişecek? Kısacası, şimdi ne olacak sorusu herkesin kafasını meşgul etmektedir.
(1) Dünyanın neresinde olursa olsun, bu türden açıklamalar siyasi iktidarı derinden etkiler. Kimi ülkelerde siyasi istifalar yaşanır ve/ya seçimler yoluyla meşruiyetin tazelenmesi yoluna gidilir. Peker olayının Türkiye iç siyasetinde böyle bir sonuca yol açmayacağını, Susurluk hadisesinden biliyoruz. Ancak iç siyaset bağlamında olmasa da, dış politikada Türkiye’nin başını ciddi anlamda ağrıtacak bir durum var. Zira Peker’in kimi açıklamaları meseleyi uluslararası alana taşımaktadır.
(2) Türkiye’de kimi suç örgütlerinin devlete yakınlığı, âdetâ devletle içiçe geçmiş olduğu yönündeki iddialar (belki de gerçekler demek daha doğru), Cumhuriyetin ilk yıllarına, hattâ kuruluş sürecine kadar uzanmaktadır. Bu meseleyi sadece AK Parti iktidarları bağlamında ele alıp, AK Parti’nin iktidardan düşmesiyle biteceğini beklemek adil bir yaklaşım ve gerçekçi bir beklenti değildir.
(3) Türkiye tarihinin en şeffaf ve en demokratik yönetim uygulamaları, AK Parti’nin Kürt meselesini çözümünü merkezi bir politika olarak önüne koyduğu Barış Süreci döneminde oldu. AK Parti, daha önceki hiçbir iktidarın kolayca göze alamayacağı bir cesaret ve kararlılıkla, organize suçlarla mücadele etti. Hukuk dışına çıkmış generalleri ve bakanlık yapmış siyasileri bile yargı önüne çıkardı.
(4) Kısacası, Türkiye’de askeri vesayet AK Parti döneminde son buldu. Ancak vesayet meselesi, yapısal olarak Kürt sorunundan beslendiği için farklı şekillerde zuhur etmeye başladı.
(5) Barış sürecinin akamete uğraması ve AK Parti’nin MHP ile koalisyona gitmesi, AK Partini, iktidarda kalmak uğruna liberal-muhafazakâr kimliğini bir tarafa bırakıp eski Türkiye siyasetine dönüş yapmasına yol açtı. Eski Türkiye siyasetini belirleyen, eski Türkiye’deki siyasal sistemin yapısıydı. Bu sistem, ülkenin en önemli sorunu Kürt meselesinin varlığını ve diyalog temelinde barışçıl çözümünü reddetme politikasına dayanmaktaydı.
(6) Kürt meselesi devam ettiği sürece Türkiye eski sisteme mahkûmdur ve bu kıskaçtan çıkamaz; her yeni gelen iktidar, bir müddet sonra gideni aratmak durumunda kalır. Çünkü bu mesele, yeni iktidarların iyi niyetiyle de çözülemez. Sistemin yapısı aktörlerin davranışlarını belirler. Aktörlerin değiştiği, ancak sistemin varlığını sürdürdüğü bir ortamda, yeni gelenlerin mucizeler yaratması beklenemez.
(7) Türkiye’de, demokratik bir hukuk devletinin yolu Kürt meselesinin çözümümden geçer. Türkiye Kürt meselesinde yeni bir toplum sözleşmesini hayata geçirmeden, ülkede âdil bir yönetim tesis edilemez. Zira Kürt meselesi devam ettikçe, her tür haksız ve hukuksuz uygulamalar vatan, millet, bayrak, şehadet ve bekanın devamı adına yerdeki Kürt halısının altına süpürülebilir ve karşı çıkanlar çeşitli bahanelerle ötekileştirilip, kimisi FETÖ’yle, kimisi başka terör örgütleriyle ilişkilendirilebilir.
(8) Türkiye’de Kürt meselesi devam ettikçe, temiz toplum – temiz siyaset çağrıları asla hayat bulamaz. Öyle savcıların harekete geçmesiyle de temiz toplum inşa edilemez. Arkasında güçlü ve kararlı bir siyasi irade olmadıkça, yargı mensuplarının yapabileceği şeyler sınırlıdır. Türkiye’nin bugünkü şartlarında savcılar daha fazlasını yapamaz; onlara da haksızlık etmemek gerekir. Zira sistemin yapısı buna olanak tanımaz.
(9) Peker’in açıklamaları, muhalefet cephesinde erken seçim çağrılarını gündeme taşıdı. Ancak ben bugünkü koşullarda erken seçim ihtimalini, AK Parti’nin iktidarı bırakması ihtimalinden bile daha düşük görüyorum. AK Parti iktidarı hattâ siyaseti bırakır, ancak erken seçime gitmez. Zaten AKP açısından en iyimser kamuoyu yoklamaları bile, bir erken seçim durumunda Cumhur ve Millet İttifaklarının %38 ve %37 bandına oturduğunu gösteriyor. Bu da şu anlama gelir: Cumhurbaşkanı seçiminin kaderini Kürtler ve HDP’li seçmen belirleyecek. Ancak ne Cumhur ne de Millet İttifakı, hâlihazırda HDP ile açık ve ilkeli bir işbirliğine yanaşmamaktadır.
(10) 2002 seçimleri sonrasında %35 oy oranıyla ülkeyi yönetmiş AK Parti, bugün MHP ittifakıyla en az %40’ın üzerinde oy desteğine sahipken, erken seçim söz konusu edilemez.
(11) Meral Akşener, Cumhur ve Millet İttifaklarının kendi adaylarıyla, HDP’nin de kendi adayıyla seçimlere girmesini önermektedir. Açık ki böyle bir durumda seçim ikinci tura kalacak ve ikinci turda Kürtlerin desteklediği aday kazanacaktır. Galiba sayın Akşener, Kürtler nasıl yerel seçimlerde İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nu desteklediyse, genel seçimler ikinci tura kaldığında da Millet İttifakı adayını kerhen de olsa destekleyeceklerini düşünüyor. Ancak bu kez şartlar kesinlikle aynı olmayacaktır.
(12) Her siyasi iktidar, bir sonraki seçimlerde de iktidarını koruma hesapları yapar. Zaten siyasetin doğasında bu var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2019 yerel seçimleri sürecindeki dil ve söylemi, sıradan Kürtler bir yana, kendisine sempati duyan ve gönül bağı olan mütedeyyin Kürtleri dahi küstürdü. Aslında işler İstanbul’da öyle bir hal aldı ki, CHP kimi aday gösterse seçilecekti. Zira İstanbul Kürtleri çoktan, “kim olursa olsun, yeter ki AK Parti olmasın” seçeneğinde karar kılmıştı.
(13) Hâlihazırda ne AK Parti’nin ne de CHP’nin, Kürt meselesinin adil ve demokratik bir eksende çözümü hususunda bir plan ve yol haritası bulunmakta. AK Parti, Barış Süreci döneminde böyle bir yol haritası oluşturdu ve gerçekleşmesi yönünde önemli adımlar attı. Ancak CHP’nin birkaç rapor dışında, bugüne kadar Kürt meselesinin kapsamlı çözümü yolunda bir önerisi olmadı. Diyelim ki seçimlerden makul bir süre önce AK Parti, bir zamanlar “buzdolabına attık” dedikleri Kürt meselesinin demokratik çözümü politikasına dönüş yaptı ve somut birkaç adım attı. O zaman ne olur? Meselâ AK Parti, Kürt halkının en haklı ve en masum talebi olan anadilde eğitim hakkını tanıma yoluna gitti ve iyi niyet jesti olarak, bir vuruşta 3-5 bin Kürtçe öğretmenini atayıp siyasi tutukluları da serbest bırakarak ortamı yumuşattı. Bence o zaman Kürtler ikinci turda AK Parti adayını destekler. Çünkü siyaset bir sonuç alma sanatıdır ve Kürtler de akıl sahibi mahlûklardır. HDP’nin Barış sürecindeki basiretsizliğinin neye mal olduğunu, Kürtler büyük acılar yaşayarak öğrendi.
(14) Zaman zaman CHP’den ve diğer partilerden kimi dostlar bana şu soruyu soruyor: “Bundan sonra da Kürtler AKP’ye oy verir mi?” Bu soruya genellikle şöyle cevabı veririm: Siyaset bir güven meselesinden ziyade bir hesap işidir. Siyasi tercihler güven üzerine değil hesap üzerine yapılır. Güven, siyasetin “duygusal alanıyla” ilgilidir ve siyasette güven kadar kaygan ve kaypak bir zemin yoktur. Ancak hesap işinde sonuç önemlidir. Her türlü siyasi demagoji, hesap ile ortaya çıkar. Akıllı olan, hesaplı davranır ve sonuca bakar. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu kişi olarak dürüst, samimi, alçak gönüllü, demokrat ve güven verici bir insandır, ancak partisinin Kürt politikasını CHP içindeki ulusalcı kanat belirlediği sürece Kürtler CHP’ye güvenmez. Kısacası Kürtler, Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimi gibi zorunlu bir tercih durumunda, kendi meselelerinin çözümüne kimin daha yakın durduğunu hesaba katarak hareket edecektir.
(15) Kürt toplumunun dehşetli bir asimilasyon süreciyle yüz yüze olduğu böylesi hassas bir ortamda, Kürtlerin en önemli talebi ana dilde eğitim ve Kürtçenin adım adım resmi bir statüye kavuşturulması şeklinde olacaktır. DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin ana dilde eğitim hakkını parti programlarına almış olmaları demokrasi açısından umut vericidir. Eğer CHP de ana dilde eğitim hakkını parti programına alır, Kürt meselesinin demokratik bir eksende çözümünü samimi bir şekilde savunur ve geçmişte AK Parti’nin yaptığı gibi çözüm için bir yol haritası hazırlarsa, Kürt halkı nezdinde teveccüh kazanır ve bölgede bir tabela partisi olmaktan çıkar. Ancak CHP ısrarla 1930’lu yılların faşizminden kalma “Andımız”ı savunma vizyonuyla Kürtlere giderse, tekrar eli boş döner.
(16) Gelinen noktada, Millet İttifakının iki ana partisi olan CHP ve İYİ Parti, Kürt meselesinin çözümü konusunda, özünde katı milliyetçiliğe dayalı ideolojik çizgilerini halen ısrarla devam ettiriyor. Oysa Kürtler daha demokratik bir perspektife ve somut bazı adımların atıldığına şahit olmadıkça, bir kez daha İttihatçı-Kemalist cendereye sıkışmak istemeyecektir. Geçmişte AK Parti’nin bu konuda esnek ve pragmatik davrandığı dönemler oldu. Seçimi kaybetmek istemeyen bir AK Parti, tekrar kuruluş felsefesine dönebilir.
(17) Gerek Cumhur ve gerekse Millet İttifakından, Kürt meselesinin demokratik çözümüne yönelik bir yol haritası ortaya çıkmadığı an, Kürtler asla umutsuzluğa kapılmadan ve şiddete meyletmeden, sivil siyaset zemininde bir üçüncü çıkış yolu arayışına girmelidir. Türkiye nüfusunun en az üçte birini oluşturan Kürtler için her durumda, böylesi bir üçüncü yol mutlaka vardır.
(18) Türkiye yerkürenin en pahalı mülkü üzerinde oturmaktadır. Ancak Kürt meselesi gibi, nerdeyse bütün sorunların ana kaynağı haline gelmiş bir mesele, âdil ve demokratik bir çözüme kavuşmadan, bu ülkenin yüksek potansiyelinden istifade etmek mümkün değildir. Buna karşılık refah düzeyimizi artırmamız, hukuk devleti olmamız, insan hakları alanındaki karnemizi düzeltmemiz, adamakıllı bir basına sahip olmamız ve dünya devletleri arasındaki saygınlığımızı yükseltmemiz, Kürt meselesinin çözümüne bağlıdır.
Kaynak: Farklı Bakış