Türkiye’nin ekonomik ve politik olarak iflas ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu iflasa rağmen iktidarın yoluna devam ettiği de bir gerçektir. Normal olmayan bu durumu değiştirmek için ortaya konan çabaların hiç birisi de yeterli olamamaktadır. İflasa rağmen ve normal olmayan yollarla iktidarın ayakta kalması nasıl mümkün oluyor?
Özellikle uluslararası ilişkilerde yalnızlığa mahkûm olmuş bir iktidarın, saygınlık ve itibarını, en önemlisi de sorun çözme kabiliyetini kaybetmesine rağmen, birbirine karşı görünen ABD ve Rusya’nın liderleriyle dost olabilmesini bir politik maharet olarak değerlendirenler olduğu gibi, iki ülkenin de çıkarlarına hizmet edildiği ve iki lidere de çıkar sağlandığını da düşünenler vardır.
Bu iki lider ile ilişkilerde bir fikir eksersizi yapmayı denemekte fayda gördüm; dünyanın en çok tanıdığı ve uygulamalarını iyi bildiği, birbiriyle de gizli ve çıkar ilişkileri olduğu iddia edilen bu iki cambaz liderle Türkiye Cumhurbaşkanı’nın devlet temsili dışında nasıl bir ilişkisi olabilir?
Bugün itibariyle bölgemizde ve dünyada yaşanan vahşetin ve barbarlığın arkasında bu iki liderin olduğu çok açıktır. İşgalleri, yıkım ve tahribatı planlayan, terör örgütlerini dahi besleyen yine bunlar değil midir?
Filistin’de, Yemen’de, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, hatta Türkiye’de ve dünyanın he bölgesinde katliamlar yapan, yaşlı-genç, kadın-erkek, çocuk-bebek ayırımı yapmadan gerek doğrudan, gerekse de vekâlet yoluyla on binlerce sivili, masum insanı öldüren, yurtsuz bırakan yine bu haydutlardan başkası değildir.!
Bu noktada sormak istediğim şudur: Bir barışsever, yurtsever, milletsever, vatansever veya dindar, bu haydutlarla dost, sırdaş, yoldaş, paydaş olabilir mi?
CB Erdoğan’ın her ikisini de “dost” edinmesinin ve onlardan söz ederken ”dostum!” demesinin sırrını, hikmetini bilen var mı? Belki de Diyanet’e, fetvacı ulemaya, şeyh ve hoca efendilere veya Mücahit ve İslamcılara sormam gerekir ancak ben yine de sadece okurlarıma sormuş olayım: bileniniz var mı?
Birleşmiş Milletler, AB ve NATO yerine Trump ve Putin’in peşine takılan Türkiye’nin, Ortadoğu yangınında neler kaybedeceğini düşünmek dahi korkutucudur. Irak, Suriye ve Libya tuzağından sonra İran için de muhtemel gelişmeler mümkündür. Trump ve Puitn gibi haydutların peşinden yangına odun taşımak hangi aklın, ferasetin, vicdanın ürünüdür? Bölgemizde tutuşturulan ateşin ülkemizi de yakmayacağının güvencesi nedir? Trump ve Putin mi?
Irak ve Suriye iç savaşında taraf olmanın, özellikle Suriye’de terör unsurlarıyla “işbirliği” yapmanın GÖÇ dalgası başta olmak üzere siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik maliyeti çok ağır olmuştur. Kürtlere yönelik düşmanca politikanın iç barışımızı derinden nasıl tehdit ettiği ise örtbas edilmektedir. Bu yönüyle canımızın nasıl yanacağı ancak daha ilerde anlaşılacaktır.!
Buna rağmen Libya iç savaşında taraf olmayı ve terör savaşlarının ortasında rol almayı nasıl izah edebiliriz? Gönderilen askeri birlik içerisinde Suriye muhalif unsurlarından lejyoner militanların yer aldığı iddiası ise dehşet vericidir. Türkiye, bunu neden ve hangi amaçla yapmaktadır? Ne oldu Türkiye’nin “Yurtta sulh, cihanda sulh” siyasetine? Türkiye hangi gerekçelerle bu fitne, ifsat ve SAVAŞ rolünü üstlenmiştir? Yoksa karanlık dehlizlerde kurulan kirli ittifakların bir sonucu mudur?
Eğer bütün bunlar, karşılığında iktidar kalabilmek ise beyhude bir uğraş olmaktan öteye gitmeyecektir. Artık yolun sonu görünüyor! Tünelin çıkışında derin bir kanalda boğulmak mukadder görünüyor! Evlatlarımızı, Anaların kınalı kuzularını Irak’ta, Suriye’de, Libya’da kurban verebilirsiniz ancak iktidarınızı kurban etmekten kurtulamayacağınızı bilmeniz gerekir!
Yine bilmelisiniz ki, makuliyeti kaybetmiş, hırsına, arzularına, tahtına, iktidarına yenilmiş bir yönetimin yeniden doğru istikamet bulması mümkün olmayabilir. Çünkü “makuliyet bir kez kaybedildiğinde aynı ölçüyü tekrar kurmak ve ayar bulmak zorlaşıyor.” Bu durumda Trump ve Putin gibi haydutlarla tarihin aynı sayfasında yer almak büyük bir utanç ve bahtsızlık olmayacak mı?
Bu gidişin dönüşü olmadığı açık. Zalimlerle “yoldaş ve dost” olmak da çözüm olmayacaktır. Yıkım ve izmihlal yaşanmadan, komşularımızın yangınından nasibimizi daha fazla almadan istikametimizi hakka, hukuka, barış ve beraberliğe çevirmeliyiz. Belki bu sayede komşularımızdaki yangını da söndürebiliriz.
Bu nedenle bir iktidar değişimine, yeni bir akla, yeni bir siyasete, dürüst ve ehil siyasetçilere ihtiyacımız vardır. Unutmayalım ki "siyasette ehil olmak, zorlu ve sıkıntılı süreçlere teslim olmadan bir çıkış yolu bulmaktır."
Müslümanların çoğunluğunu oluşturduğu coğrafyamızda, asırlardır bir kaos, karanlık ve cehalet geleneği hakimiyetini sürdürmektedir. Oysa uzunca bir dönem, aklın, hikmetin, bilimin, sanatın, inkişafın ve entelektüel birikimin yurdu olan Müslüman coğrafyası, ne yazık ki birkaç yüz yıldır kurak, çorak bir çöle dönmüş durumdadır.
Medenileşmenin ve bilimin referansı olan İslam, zaman içerisinde cehaletin, itaatin, dinbazlığın, savaş ve terörün, işgal ve yağmanın referanslarına dönüştürüldü. Doğal olarak, akıl ve bilim itibarsızlaştırılınca İslam’ın ruhundan da uzaklaşmak mukadder oldu.! Akıl işlemeyince vicdan da mahpus ve mahkum oldu.!
Böylece "Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir" ilkesi çiğnendi, tahrip edildi ve Müslüman vicdanını aydınlatan ışık söndü, dünyasını imar eden medeniyet de yıkılmış oldu. Bu durumda, düşüşü engellemek nasıl mümkün olabilirdi ki?
Medeniyet ışığının sönmesiyle karanlığa ve cehalete gömülen Müslümanlar, din adamları, din bezirgânları ve zorba yöneticilerin tekelinde, yeniden cahiliye toplumuna dönüşmeye başladılar. Çağlar boyunca değişimin, insanlığın ve insanlık değerlerinin öncülüğünü yapmış İslam da, asli kaynağından koparılarak siyasetin, egemenliğin, işgal ve yağmanın aracı haline getirilmiş oldu.! Az sayıda alimin, aydın ve düşünürün bütün gayretlerine rağmen süreci tersine çevirmek bir daha mümkün olmadı..!
Çağları ıskalayan Müslümanlar, özellikle son iki yüz yıldır Modernizm ve Batı aydınlanması karşısında rekabetçi bir gelişme ve medeniyet geliştiremedikleri gibi aydınlanmanın getirdiği değişimi de ya anlamadılar veya görmezden geldiler. Bununla da yetinmeyip “Batı düşmanlığı” yayarak Müslüman toplumların istikametini ve gelecek arayışlarını geçmişte, ecdad dininde, tarih geleneğinde aramaya başladılar.
Hak ve hakikatin tanınmadığı, barış ve emniyetin olmadığı, hürriyet ve adaletin yeşermediği, eşitlik ve insanlığın kaybolduğu bir coğrafyada, mücadele ve kavga artık tamamıyla siyaset, yönetim, iktidar ve devlet üzerine kurgulanmaya başlanmıştır. Ayrışmalar, kutuplaşmalar, çatışmalar derinleştikçe dinin siyaset için araçsallaşması da giderek toplumsal ve siyasal meşruiyet kazanmıştır!
Tarihi referanslar meşruiyetin kaynağı olarak kabul gördükçe, Emevi iktidarıyla birlikte şekillenen din anlayışı da Müslüman hayatının her alanında kendisini yeniden güncellemeye başlamıştır. Referansları asıl kaynağından öğrenmeyi terk eden Müslümanlar, aklı, hikmeti, bilgiyi, irfanı unutup olup bitenleri de doğru anlamadan din ve devlet adamlarının peşinden yürümeyi kurtuluş seçeneği olarak gördüler. Böylece Emevi geleneği ile kurumsallaşan “lidere biat ve itaat” çizgisine yönelerek karanlığa gömüldükçe daha derinlerde, zifiri karanlıklarda kalmaya devam ettiler.
Bugün de Müslüman siyasetçilerin, bu kadar yaşanmışlığa ve deneyime rağmen bir Emevi siyaset geleneği olan “biat-itaat- ulul-emir” gibi referansların etkisinde kalmaya devam ettiklerini gözlemlemek mümkündür. Oysa Irkçı, jakoben, otoriter, ayırımcı, laikçi, devletçi siyaset kadar Müslümanların tarihsel siyaseti de bugün için insan ve insanlık değerleri için bir tehdit ve tehlikedir. Bu gerçeği de bütün örnekleriyle Asya’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de Müslümanlık üzerinden tasarlanmış bir siyasetin vahim sonuçlarında görmekteyiz.
Yaşananlar karşısında silkelenemeyen, kendisiyle yüzleşemeyen, din-siyaset, din-devlet ilişkilerinin sonuçlarından bir ders almayan ve yeni bir yol bulamayan biz Müslümanların siyaset-devlet-yönetim alanlarında kafa karışıklığı ne yazık ki devam ediyor!
Başkalarına değil, kendimize soruyorum: Bugünden geriye doğru bakıldığında Muaviye ile başlayan devlet sürecinde, söz konusu “biat-itaat- ulul-emir” gibi ilkelerle Müslümanların inşa ettikleri bir tek adalet devleti var mıdır? Laikçi, dayatmacı, inkârcı modern siyaset kadar bu ilkelerle şekillenen gelenekçi siyasetin de en azından akıl, bilim, insan hakları, hukuk, özgürlük, eşitlik gibi çağın insanının beklentilerine cevap vermesi mümkün müdür?
Kanaatime göre biz Müslümanların devlet ve yönetim başarısızlığında bu tarihi sürecin doğru anlaşılmamasının etkisi vardır. Siyaset ve yönetimin “biat-itaat-ul’ul-emir ve hilafet” gibi ilkelerin iman derecesinde meşruiyet için referans alması başka türlü nasıl izah edilebilir? Bu kabul, cehaletimiz, ilkelliğimiz, çağdışılığımız için yeterli değil midir?
Biliyoruz ki bunların hiç birisi İslam ilkesi değil, Müslümanların tarih içinde İslam’a dayandırdıkları yorumlardan ibarettir. İslam’ın; devlet, siyaset ve yönetim için esas aldığı ilkelerin ‘ADALET-Ortak Akıl ve Ehliyet’ olduğunu bilmek için âlim, bilge, filozof olmak mı gerekir?
Siyaseti, yönetimi, iktidarı, devleti ve egemen olmayı amaç edinen bir din, İslam olabilir mi? Olsa olsa ecdad dinidir, Emevi geleneğidir, Saltanat sevdasıdır, dünya-iktidarperestliktir, dinbazlık ve dinciliktir..!
Muaviye sırf iktidar olmak için Hz. Ali’ye savaş açmadı mı? Meşru, ehil, adil, bilge bir halifeye isyan etmedi mi? Siyaset-iktidar uğruna binlerce ashap öldürülmedi mi? Peygamber’in (a.s.) Ehl-i Beyt-i kılıçtan geçirilmedi mi? Kadın, çocuk, bebekler dahi hunharca katledilmedi mi?
Ne yazık ki tarih boyunca bu geleneğin bir uzantısı olarak bütün siyasi kavgalar da, iktidar ve saltanat kurmak için yapılmıştır. İktidar ve devlet iddiası da, mücadelesi de İslam’ın değil, bu geleneğin İslam adına bize bıraktığı kanlı bir mirasıdır.
İhtiyacımız olan; devlette/yönetimde adaleti, siyasette ise aklı, bilimi, hikmeti, liyakat ve emaneti/ dürüstlüğü esas almaktır. Müslüman coğrafyasının ve ülkemizin öncelikli meselelerinden birisinin, bu anlamda yeni bir SİYASET ve Yönetim inşa etmek olduğuna inanıyorum..!
Bulanık bir zihin ve kafa karışıklığı ile sivil-demokratik ve Yeni bir Siyaset inşa etmenin mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Yeni siyaset aktörlerinin bu konuda da zihinlerinin açık ve net olduğunu umuyorum. Zira buna sadece Türkiye’nin değil, Müslüman coğrafyasının ihtiyacı olduğu kanaatindeyim.
Müslümanlar sivil ve demokratik siyaseti, çoğulculuğu, eşitliği, hak ve özgürlükleri, adil olmayı doğru anlayıp içselleştirmedikçe, hangi referans ve iddialarla ortaya çıkarlarsa çıksınlar, adaleti, hukuku, barışı tesis etmeleri mümkün olmayacaktır. Umarım Yeni Siyaset, zamanın ruhuna uygun olarak şekillenecek ve muazzez İslam’ın masumiyetine halel getirmeden rahmetinden gereği gibi yararlanmasını bilecektir..!
Şüphesiz medeni bir toplum, iktidar, yönetim veya devlet kan ve katliamlarla tesis edilmez, ortak akıl, bilgi, hikmet ve doğru bir siyaset ile ancak tesis edilebilir. Meşruiyet kaynağı adalet olmadıkça bir siyasetin, iktidarın, yönetimin ve devletin meşruiyeti de olmaz.
Diyebilirim ki Adalet, bir devletin/yönetimin omurgasıdır. Takdir edersiniz ki omurgasız insan gibi omurgasız bir devletin de itibarı, saygınlığı, güvenirliliği ve inanılırlığı yoktur. Esas itibariyle hukuk yoksa insana saygı da yoktur. Adil olmayanın herhangi bir dine veya etnik unsura ait olmasının da hiçbir önemi yoktur. Bütün dinler, özellikle de İslam; hayatın bütün alanlarında adaletin tahakkukunu ister. Çünkü yaratılış yasalarının kurucu ilkesi adalettir.
Hukuk devletinde yöneticilerin de özelliklerini belirleyen dini, inancı, etnik aidiyeti, mezhep ve meşrebi değil ehliyet ve adaletidir. Ehil ve Adil olmayanın yönetme hakkı yoktur, tersi zorbalık ve zulümdür ve buna rıza gösteren herkes de sorumludur. Ali Şeriati’nin ifadesiyle “İbadetinden kul kendi sorumludur ama adaletsizlikten tüm insanlık.”
İslam; siyaset, iktidar, yönetim, devlet kurmak için mücadele etmeyi öngörmez ancak adil olmayı ve adaletle yönetmeyi emreder:
“Siz ey imana ermiş olanlar! İnsaf ile hakikate şahitlik yaparak Allaha bağlılığınızda sıkı durun; ve herhangi bir kimseye karşı nefretiniz, sizi adaletten sapma günahına itmesin. Adil olun: bu, Allaha karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)tır. Ve Allaha karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide/5:8)
“Onlar, her türlü yalanı can kulağıyla dinleyenler, kötü olan her şeyi aç gözlülükle yutanlardır! Öyleyse (bir karar vermen için) sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin, ister kendi hallerine bırakırsın: Çünkü eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen, onlar arasında adaletle karar ver: Allah adil davrananları bilir.” (Maide/5:42)
Hz. Ali’nin: “devletin dini adalettir” ifadesinden de açıkça anlaşılıyor ki, İslam’a göre bir devlet için birinci koşul; yönetim sisteminin adalete dayanması ve yöneticinin adil olmasıdır. Buna göre siyaset de adalet ve erdemle yönetmektir. Bu durumda devlet de, siyaset de adalet ile meşruluk kazanır. Hilmi Ziya Ülken’e göre de adalet, bütün erdemleri kendisinde barındıran kurucu değerdir.
Coğrafyamız ve ülkemizin de öncelikli sorunu ‘hukuk’ olduğuna göre Yeni Siyasetin kurucu ilkesi de ‘Önce Adalet/Önce Hukuk’ olmalıdır diye düşünüyorum. Toplumun adalet/hukuk ihtiyacını gideremeyen hiçbir siyasetin kalıcı barış, hakkaniyet, refah, gelişme ve kalkınma gerçekleştirebileceğini düşünmüyorum. Konfuçyus da “devletin hazinesi adalettir" demiştir.
Siyasette dillendirilen ve bildiğim kadarıyla sosyal demokratların ilk defa kullandıkları “önce insan” söylemini çok önemli ve anlamlı buluyorum. Ancak kamusal alan için aynı derecede bir anlam yüklemediğimi ve aynı önemi atfetmediğimi belirtmeliyim. Çünkü insanın öncelenmesi gereken durumların daha çok insan-insan ilişkilerinde, sosyal, toplumsal ve sivil alanda zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığını düşünüyorum.
Siyaset, yönetim, iktidar ve devlet gibi alanlarda öncelenmesi gereken ilkenin insandan önce ‘Adalet’ olduğuna inanıyorum. Adalet varsa ancak insan öncelenir. Varlıklar arasında insanın konumu da adalete göre belirlenmiştir. Çünkü adalet, her şeyin olması gereken yerde olmasını esas alır.
İnsan, değerlere ve yaptıklarına göre farklılaşır ve farklı muameleye tabi tutulabilir. İyi-kötü, medeni-ilkel, adil-zalim, bilge-cahil, güvenilir-güvensiz, yararlı-yararsız, sorumlu-sorumsuz gibi özellikleriyle yüceltilmeyi veya aşağılanmayı hak eder. Oysa Adalet hep yücedir ve hep de öyle kalacaktır. İnsan da adaletle yücelir, adaletsizlikle de aşağılanır.!
Ayrıca adalet farklılaştırılamaz, ayrıştırılamaz, bölünemez, parçalanamaz, dinlere, inançlara, etnik unsurlara, sınıflara bakılmaksızın her alanda, her yerde, herkes ve her kesim için olmazsa olmaz temel bir ilkedir. Ayırımcılığı ortadan kaldırmak, farklı olanın haklarını tanımak, zayıfı, ezileni, yoksulu korumak ancak adalet sistemi ile mümkündür.
Afrika ve Amerika’nın, Asya ve Avrupa’nın, Müslüman ve gayri Müslim’in, dinli ve dinsizin, siyah ve beyazın, zengin ve yoksulun, kadın ve erkeğin, Türkün ve Kürdün, Alevi ve Sünni’nin, eşit derecede adalete ihtiyacı vardır. Adalet; emaneti ehline, hakkı sahibine teslim etmektir.!
Ayrıca bütün canlılar ve tabiatın kendisi insanlar kadar adalete muhtaçtır. Nesli tükenen canlıların veya yaşam hakkı tanınmayan varlıkların sorunu adaletsizlik değil midir? İnsan olsun, hayvan olsun, hak ihlallerinin nedeni adaletsizlik değil midir? Çevre kirliliğinin dahi nedeni, tabiata yönelik adaletsizlik değil midir?
Dilediğini yapmaya muktedir olan Cenab-ı Allah da, gücünü ve iradesini ‘Adalet’ ile sınırlandırmıştır. Dilediği gibi değil, adaletle hüküm vereceğine söz vermiştir:
“Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiya 21/47)
Kanaatime göre Adalet; dinlerden, inançlardan bağımsız olarak iman edilmesi gereken bir ilkedir. Adalet; İnsan dahil hiç bir varlığa değiştirilemez, din, devlet, millet, ümmet, cemaat, iktidar veya toprak için feda edilemez.!
İnsanların bir dine, Tanrıya inanma, iman etme zorunluluğu yoktur ancak her insanın adalete inanma, iman etme zorunluluğunda olduğuna, inanmıyorsa teslim olması aksi halde zorla boyun eğdirilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü her varlığın ortak ilkesi ve ortak ihtiyacı adalettir. “Adalet göğün direğidir, yıkılırsa gökyüzü yerinde durmaz” Kutadgu Bilig
Sadece ülkemiz değil, insanlık adalete muhtaç, en çok da hukuk tanımayan coğrafyamız adalete muhtaç! Bu nedenle yeni siyaset arayışında olanlara, özellikle de sivil-demokratik siyaset iddiasında olanlara diyorum ki, kurucu ilkeniz ‘Önce Adalet/Önce Hukuk’ olmalı…! Hukuk tesis edilmeden “önce insan” demek fantezi gelebilir..!
Dünyada bir siyasal kaos, karmaşa ve krizin yaşandığı doğrudur. Ancak coğrafyamızda ve ülkemizde yaşananlar, dünyadan farklı ve ayrı olarak yaşanmaktadır. Coğrafyamızda kanlı bir hesaplaşma ve barbarlık yaşanırken ülkemizde de ceberut bir siyasetin, zorba bir yönetimin, jakoben bir hukukun, ayırımcı ve ötekileştirici uygulamaların ve karanlık bir zihniyetin kuşatması sürmektedir.! Bunların dünya kriziyle ne ilgisi olabilir ki?
Sömürü ve işgal vebali Batı’nın olsa da, Müslüman coğrafyasına egemen olan istibdadın müsebbibi neden Batı olsun? Coğrafyamızda yaşanan yoksulluğun, cehaletin, ilkellik ve barbarlığın nedeni neden Kâfirlerdir!? Ülkemizi yöneten iktidar ve yöneticileri, yerli, milli ve Müslüman değil mi?
Olumsuzlukların nedeni olarak öncelikle aynaya, kendimize bakmamız gerekmez mi? İstibdat siyasetini meşru kılan, itaat etmemizi vacip gören bizim din anlayışımız, kültürümüz olamaz mı? Bu istibdatı kimler bize reva görüyor? Din-Ezan-Bayrak-Vatan-Millet-Ulus diye bağıranlar değil mi? İstibdatı meşrulaştıran bu söylemler değil mi?
İstibdat nedir? Sorusunu Bediuzzaman şöyle cevaplandırır: “İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir.”
Bu tanıma göre en büyük istibdat siyasette ve yönetimde yaşanmıyor mu? Liderlerini “ulu’i-emir-imam-halife-mehdi” gibi tanımlarla kutsayan, dokunulmaz ve la-yüs’el kılan, adeta ilahlaştıran toplumlardan biri, belki de en başında geleni biz Müslümanlar değil miyiz? Müslüman tarihçi-filozof İbn-i Haldun’un şu ifadesi ne kadar da yerindedir:
“Bir siyasetin başına gelebilecek en büyük felaket, yöneticilerin ilahlaşmasıdır ki, ilahların kavgası, herkesi ifsat eder. Siyasette sorun, güç sahibi olmak değil gücü paylaşamamaktır.” Başka söze gerek var mı?
Elbette kokuşmuş ve çürümüşlüğü son 20 yıl ile sınırlandırmak haksızlık olur. Defalarca darbe ve muhtıralarla kirletilmiş bir siyasi geçmişi var bu sürecin. Ancak dinbazlık karşımı bir siyaset, özellikle son yıllarda dayanılmaz bir koku yaymış ve baştanbaşa ülkeyi sarmış durumdadır. Sadece siyasal alan değil, kamusal ve toplumsal alanın tümü dinbazlık politikalarıyla kirletilmiştir.
Oysa siyaset alanı, din ve inanç ile belirlenemez ve dini ve ideolojik kurallarla sınırlandırılamaz. Çünkü siyaset ortak alandır ve bütün kesimleri kapsar. Bu alanda insanlar farklılıklarıyla ve haklarıyla var olurlar. Hiç bir ideoloji, din veya dindar, kendi inanç ve dini değerlerini siyasetin meşruiyet kaynağı olarak dayatamaz.
Kuşkusuz her insan inandığı dinin değerlerini başka alanlarda olduğu gibi siyaset alanında da yaşayabilir ve yaşamalıdır da. Müslümanlar da, değerlerini tabi ki yaşayacaklardır. Ancak bu değerlerini siyasetin odağı, hedefi, aracı haline getirdiklerinde kaçınılmaz olarak süreç, dinbazlığa ve istibdata dönüşmeye mahkûm olur. Bugün tam da bunu yaşamıyor muyuz?
Siyaset; sözlü, yazılı bir tebliğ ve irşad alanı ve aracı değildir. Siyasetçinin davranış biçimi, uygulama ve icraatlarındaki doğruluk ve adalet hassasiyeti, ilişkileri, çabaları, onun değerlerine bağlılık derecesini de ortaya koyacaktır. Bu nedenle örnek bir siyaset adamı olmak, tebliğ için yeterli olacaktır. Kanaatimi açıkça ifade etmeliyim ki, siyasi söylemlerini din üzerine bina etmek dindarlık değildir, dini siyasete aracı yapmaktır, din istismarıdır, din tacirliğidir ve dinbazlıktır!
Topluma yön vermek, yol göstermek, eğitmek, irşad etmek, nesiller yetiştirmek siyasetin ve siyasetçinin görevi değildir. Siyaset ve siyasetçi, nitelikli bireyler ve bilgi toplumu için zemin ve imkân hazırlar, toplumu ve ülkeyi BARIŞ ve adaletle yönetir, kamuyu denetler ve yanlış yapılmasını önler. Yol göstermek, yeni nesiller yetiştirmek, irşad etmek bilge insanların, aydınların görevidir, siyasetçilerin değil…!..
Siyasetin temelini evrensel ilkeler oluşturmadıkça bir ülkenin gelişmesi, kalkınması, medenileşmesi mümkün değildir. Siyasetçiler de bu gerçeği içselleştirmedikçe ülkelerine hizmet etmeleri söz konusu olamaz. Çünkü değişim, dönüşüm, yenilenme, ilerleme ancak evrensel ilkelerle mümkün olabilir.
Milli, Yerel, Dinci, Mezhepçi ilkelerle evrenselleşmeyi gerçekleştirmiş bir ülke var mıdır? Evrenselleşmeden medenileşen bir toplum mümkün müdür? Evrenselleşmeyen bir fikir, din, inanç veya sosyal yaşamın medeniyet içinde yer bulması nasıl mümkün olacaktır?
Ülkemizde, geçmişten günümüze farklı biçimlerde temsil edilen din ve milliyet eksenli siyasi geleneğin sürdürülmesi durumunda, yeni partilere veya oluşumlara gerek de, ihtiyaç da yoktur. Militarist, İdeolojik ve kimlik siyaseti yapan yeterince partiler de, milliyetçi, muhafazakâr, ulusçu veya din referanslı partilerimiz de vardır, muhtemelen yenileri de olacaktır. Yeteri kadar otoriter, totaliter, muhafazakâr, dinbaz liderlerimiz de vardır.
Bugün, mevcut partilere veya iktidara alternatif bir parti değil, mevcut köhnemiş siyasete ve Otokratik Siyasal sisteme alternatif olacak yeni bir siyasetin öncü partisine ihtiyaç vardır. Bir parti kurmak kolaydır, yeni bir siyaset inşa etmek ise zordur. Akıl, fikir, emek, bilgi, birikim ve cesaret ister. Çünkü Otokrasiden demokrasiye geçmek için risk almak, belki de ağır bedeller ödemek gerekecektir!
Ayrıca Otokrasiden demokrasiye geçmek için bir parti kurmak yeterli değil, başta partiler olmak üzere demokrasi unsurlarının tamamıyla ‘Demokrasi’de İttifak’ kurmak gerekir. Bunun için de bir partiyi oldu-bitti ile aceleyle kurmak yerine demokratik siyaseti ve çoğulcu demokratik sistemi geniş kitlelerle ve demokratik unsurlarla müzakere etmek, farklı kesimlerle konuşmak, ilkeler temelinde katılım ve mutabakat sağlamak bir tedbir değil bir gerekliliktir, demokrasi yolunda bir zorunluluktur.
‘Herkes ve her kesim için demokrasi, herkes için refah, eşitlik, hukuk ve adalet’ ancak farklı olanlarla demokrasi ve adalet temelinde İttifak ve birliktelikle, yan yana ve omuz omuza durarak başarmak mümkündür. Bu bağlamda aklı, bilgiyi, teknolojiyi, üretimi, hikmeti, ehliyeti, adalet ve eşitliği referans alacak, çağın ruhuna uygun, hatta çağın ötesinde bir ufuk sunacak yeni ve makul-sivil ve demokratik bir siyaset inşa etmeye ihtiyacımız var!
Baharla birlikte başlamasını umut ettiğim Yeni SİYASET ve demokrasi yolculuğunun ülkemize demokrasi baharını da getireceğine inanıyorum..!
Sivil Siyaset Hareketi