Ülke olarak zor ve istikrarsız bir coğrafyanın parçasıyız. Zorluğu bir yana, istikrarsızlığın adeta bilinçli ve öngörülebilir bir yönetim modeli olarak benimsendiği söylenebilir. Bu kadar istikrarsızlığın, despotik uygulamaların ve alt-üst oluşun yaşandığı bir coğrafyada milli ve dini hamasetin egemen olması da kaçınılmazdır. Farklı biçimlerle tezahür etse de siyasal yönetimlerin tamamında sorgulanamayan bir din ve milliyetçilik geleneği referans olarak kabul edilmektedir.
Müslüman dünyasının yüzlerce yıldır kronikleşen temel sorunlarından olan adalet ve özgürlük yoksunluğunun Kürt meselesinin çözümünde de önemli engel olduğunu düşünüyorum. Esas itibariyle Müslümanların, adalet ve özgürlüğün kutsallığına iman etmedikçe Emevi din anlayışından Muhammedi din inancına ulaşmalarının da mümkün olmadığına inanıyorum. Bu durumda Emevi geleneksel din anlayışından adalet ve özgürlük beklemenin beyhude bir uğraş olduğu da çok açıktır. Zaten bizim de bu anlayıştan bir beklentimiz de olamaz.
Yüzlerce yıldır değiştirilemeyen bu anlayışın coğrafyamıza ve Müslüman dünyasına maliyeti çok ağır olmuş, zülüm, katliam, kan, gözyaşı, yoksulluk, yoksunluk ve cehalet olarak günümüze taşınmıştır. Siyasal alanda kurumsallaştırılamayan değerler, toplumsal alanda yüzlerce yıl devam etmiş olsa da, bugün için ancak bireysel bazda sürdürülebilmektedir. İnsanı insan yapan değerler bir bir kayboldukça hem insanlığımız hem de Müslümanlığımız yerini barbarlığa ve dinbazlığa bırakmış, coğrafyamız da istikrarsızlığa, cehalet ve kaosa mahkûm olmuştur.
Yönetimde adalet arayışı yerine “ulu’l-emre itaati” esas alan Emevi din geleneği ve siyasal kültürü zihin dünyamızda kökleşmiş, siyasal hayatımıza modern dönemde de hâkim olmuştur. Bu nedenle de coğrafyamızda saltanat, cumhuriyet, monarşi, hatta demokrasi olarak tanımlanan sistemlerde dahi “itaat-teslimiyet-biat” esas alınmaya devam edilmektedir. Sistem yerine “lider” ve “tek adam” merkezli bir siyasal anlayış hüküm sürmektedir. İbn-i Haldun’un dediği gibi; “Halk, hükümdarın dinindendir. Hükümdarın alışkanlık ve huyları onlara da geçer.” Müslüman toplumların inanç ve dini anlayışlarını özetleyen bir tarif olduğunu düşünüyorum. Lidere itaat edenlere adalet değil ihsan, özgürlük değil sadakat gerekir.!
İtiraf etmeliyiz ki, ecdadıyla övünmeyi dindarlık ve üstünlük gören bu coğrafyanın insanları olarak bizler, değerleri tükenmiş, iktidarperest liderlerle yönetilen ve değerler yoksunu toplumlara dönüştük. Liderlere bağlanarak bizi birbirimize bağlayan değerlerden tamamıyla uzaklaştık. Amin Maalouf’un “değerlerine ihanet edenler ülkelerine de ihanet ederler..” tanımlamasıyla birbirimize, inançlarımıza, halklarımıza ve ülkelerimize ihanet eder duruma geldik.!
Kanaatime göre bu duruma düşmenin en önemli nedenlerinden olarak ‘özgürlük ve adalet’ ilkelerinin değerini bilmemektir. Özgürlük ve adaletin olmadığı her toplum ve ülke ilkeldir, kurak ve çoraktır. Böyle çölleşmiş bir ülke ve toplumda insanlık adına hiçbir değer üretilemez, en önemlisi Hürriyet-Barış ve ADALET asla tesis edilemez.!
Peki, adalet ve özgürlüğün kutsanmadığı bir toplum ve coğrafyada Kürt meselesi başta olmak üzere siyasal sorunlarımızı çözmek mümkün müdür? Kuşkusuz mümkün görünmemektedir ancak Victor Hugo’nun da dediği gibi “Dünyada hiçbir şey, zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü değildir” ilkesini dikkate aldığımızda, bize rağmen de bazı gelişmelerin olması kuvvetle muhtemeldir. Çok açıktır ki Kürt meselesi artık dünyanın gündemine kalıcı bir şekilde oturmuş ve sırasını beklemektedir.
Türkiye de bu sorunu, ya kendi dinamiklerini harekete geçirerek evrensel bir anlayışla çözecek veya dış dinamiklerin müdahalesine maruz kalarak daha karmaşık ve derin bir krize çevirecek..! Ne yazık ki Türkiye’nin Kürt sorunu üzerinden demokrasiye ve Batı uygarlığına ve evrensel değerlere karşı bir direniş gösterdiğini düşünüyorum. “Kızıl Elma” ittifakının asıl hedefinin de bu olduğuna inanıyorum.
Oysa ülkemizi tehdit eden ne Kürt sorunudur, ne hak, adalet ve özgürlük talepleridir, ne de evrensel değerlerdir. Kanaatime göre asıl tehdit ve tehlike yüz yıllık dayatmacı politikalar da ısrar edilmesi, “Kızıl Elma” ittifakı ve Emevi despotizmine imandır..!
Ayrıca Batıdan başlayarak dalga dalga yayılan İslam ve yabancı düşmanlığı, Müslüman coğrafyasında, özelde ülkemizde zaten var olan dinbazlığı, milliyetçiliği ve ayırımcılığı daha da güçlendirmiştir. Kuşkusuz bu durum dışarda Batı düşmanlığı, içerde de Kürt kimliği aleyhtarlığı üzerinden tahkim edilmektedir. Siyasal iktidar ve müttefikleri, ülkede hiç sorun yokmuş gibi iç ve dış tehdit algısıyla gerçekte iktidar için söz konusu olan “beka” sorunu, Türkiye için varmış gibi “bölücülük ve terör” olarak göstererek toplumsal öfkeyi Batıya ve Kürtlere yönlendirmeye çalışmaktadır.
Makul Türkler ve Kürtler, ayırımcı Türklerden ve dinci-milliyetçi yerel unsurlardan çok daha iyi biliyorlar ki Kürt meselesinde, ülke bütünlüğünü temel almayan bir çözüm etrafında toplumsal barış sağlamak mümkün değildir. Yine adalet ve özgürlük arayışı herkes için eşit ve ortak bir talebe dönüşmedikçe, Kürt meselesi gibi siyasal sorunlarımızın tamamı her iktidar tarafından dini istismar, popülizm, pragmatizm ve ilkesiz politikalar marifetiyle çözümsüz kalmaya mahkumdur.
Bizler, Batı ve Doğu değerlerini ayırt etmeden evrensel değerlerde buluşmak ve ortaklaşmak zorunda olduğumuza inanmalıyız. Türkler ve Kürtler aynı coğrafyanın, müşterek bir tarihin ortak halklarıdır. Kürtleri kuşatmayan bir adalet ve özgürlük projesinin Türkleri kuşatmasının imkânı yoktur. Birlikteliği ortak değerlerde aramak zorunda olduğumuza inanıyorum. Ortak bir gelecek de ancak bu değerlerin hayat bulmasıyla mümkündür olacaktır.
Bütün bunlar için de öncelikle adalet ve özgürlük temelinde yeni bir SİYASET, iktidar değişimi ve Türkiye’nin siyasal rotasının demokrasi ve hukuk devletine çevrilmesi gerekir, diye düşünüyorum.
Sivil Siyaset Hareketi