Daha önceki yazılarda küreselleşme sürecinin günümüzde aldığı biçime bakıp, ABD ile Çin ve Hindistan gibi ülkelerin küreselleşme karşısındaki tutumlarını ele almıştım. Genel olarak ABD’nin düşüş tartışmalarına rağmen dünya ekonomisi içinde vazgeçilemeyecek bir yere sahip olduğunu ve ona bu üstünlüğü veren unsurların halen devam etmekte olduğunu savunmuştum. Bu yazılarda son 20 yılın dünya ekonomi politiğindeki en önemli gelişmenin Çin’in yükselmesi değil kapitalistleşmesi, küreselleşmeyle kendisinin faydalanacağı şekilde bir entegrasyona gitmesi olduğunu ileri sürüyorum. Bu yazıda ise ABD’nin Çin’in küreselleşmeye dahil olması sürecinde bazı çok önemli beklentilerinin nasıl gerçekleşmediğini ve Çin’nin küreselleşme sürecini nasıl kendisi için avantajlı bir sürece dönüştürdüğünü yer elverdiğince göstermeye çalışacağım. Böylece son dönemde Trump yönetiminin neden küreselleşme karşıtı bir tutum aldığını ve neden Çin ile kendisine ve dünya ekonomisine zarar verecek şekilde bir ticaret savaşına girdiğini tartışacağım.
ABD’NİN ÇİN İLE PAZARLIĞI
1980’lere gelindiğinde Batı merkezli kapitalizm bir tıkanma yaşamaya başlamış, çözüm olarak kendisinde ve çevre ülkelerde neoliberal bir modele geçmişti. Bu süreçte alt ve orta sınıflardan sermayeye kaynak aktarmaya ve sermaye birikimi alanını daha da genişleten eğitim, sağlık, güvenlik gibi alanları bu birikim sürecine açılmış, mal ve sermaye hareketleri serbestleştirilmişti. Doğu Blokunun yıkılmasıyla bu modelin “şok terapi” adıyla bu geniş coğrafyaya yayılması sağlandı. Bu süreçte tek kapalı alan Çin kalmıştı ve Batı sistemi Çin ile bir pazarlık yaptı. Yazılı olmayan bu uzlaşıya göre o dönemde Batı’nın çevre ülkelerde zorladığı, siyasal liberalleşme, açıklık, şeffaflık, insan hakları ve demokratikleşme gibi hususlar konusunda ısrarcı olmayacak, karşılığında da Çin, ekonomisini yabancı yatırımlara açacak, Batılı yatırımcılar ucuz ve sendikasız işgücü sömürüsünden sonuna dek faydalanırken, Çin Komünist Partisi yönetimi altında istikrar korunacaktı. Ayrıca, Batı için artık çevreyi kirletmeye başlayan emek yoğun sektörlerden de kurtulma imkanı olacaktı. Bu sürecin devamı olarak Çin 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olabildi ve küresel ticaret sistemine kurallarıyla birlikte dahil olmayı kabul etti. Bu dönem boyunca Çin “Barışçıl Yükseliş” (peaceful rise) adı verilen bir doktrinle hareket edecek, yani hem bölgesel hem de küresel siyasette ABD’ye sorun çıkarmayacak, hegemonik meydan okumalara girmeyecekti. Ne var ki, bu düzenin işleyişinde 2010’lardan itibaren ama özellikle Şi’nin 2012’de Komünist Parti Genel Sekreteri olmasından sorunlar çıkmaya başladı.
ABD NEYİ HESAP EDEMEDİ?
Çin küresel kapitalizme açıldıkça yeni bir kapitalist sınıf oluşacağı, bunun da tıpkı diğer kapitalistleşen ve küreselleşmeye entegre olan ülkelerde olduğu gibi ulusaşırı (transnational) bir niteliğe kavuşacağı, devlet, siyaset ve bürokratik yapıda da dönüşüm yaratılacağı düşünülüyordu. Fakat Çin Komünist Partisi bu yeni oluşan kapitalist sınıf üzerindeki etki ve nüfuzunu korudu, hatta organik bir bütünlük oluşturmaya başladı. Parti üyesi olan bir tür “Kızıl Kapitalist” sınıf oluştu. Yatırım konusunda ABD ile işbirliği yapan ama ABD’ye bağlı bir burjuva sınıfı oluşmasını Çin yönetimi otoriter yapısı ve komünist parti üyeliği gibi mekanizmalarla engelledi. Çin devleti küresel sermaye ile Çin kapitalistleri arasına girdi. Sermaye birikim dinamiklerinin devlet kontrolü dışına çıkmasına izin vermedi. ABD ve Batı kapitalizmi, birçok ülkede görülen Batı’ya eğilimli bir sermaye sınıfı yaratamadı.
İkinci olarak, köyden kente göç ve hızlı kentleşme sonucu orta sınıfların oluşması, bunların giderek bireyselleşmesi, yeni kuşakların Batı tipi hayat tarzını benimsemesi gibi süreçlerin, Çin’de yönetim ile toplumları karşı karşıya getireceği beklentisi de şimdilik gerçekleşmedi. Robert Kaplan’ın “orta sınıfları manipüle etmek daha zordur” tarzı beklentisinin tutmadığı görüldü. Çin yönetimi burada Çin milliyetçiliği retoriğine başvurarak, dünya gücü olan ve ABD’ye kafa tutan Çin imgesini, gerekli tarihsel göndermeleri de yaparak etkili bir şekilde kullanmaya başladı. Yeni, kentli genç kuşağın yalnızca tüketime yönelik ihtiyaçlarının karşılanmasının yeterli olmayacağı, bunların daha fazla özgürlük, daha liberal bir siyasal düzeni talep edecekleri ve bunun da yönetim ile toplum arasında, belki günümüzde Hong Kong’da gördüğümüz türden, toplumsal patlamalara yol açacağı beklendi. ABD sistemi, muhtemelen 1989 gibi erken bir tarihte ortaya çıkan Tianenmen gösterilerinin benzerini bekledi ama toplumsal dinamiklerin nasıl işleyeceğini her zaman öngörmek mümkün değildi ve şimdiye dek bu beklenti gerçekleşmedi.
Üçüncü olarak, Çin’in küresel ekonomik iş bölümündeki yeri çoğunlukla emek yoğun ve çevreyi kirleten sanayilerde dünyanın üretim bandı olmasıydı. Fakat Çin zaman içinde, sahip olduğu ölçeğin avantajını iyi kullanarak teknoloji alanında da hızla ilerleme kaydetti. Çin şu anda dünyada en çok patent başvurusu yapan ülke. Ayın karanlık yüzeyine uzay aracı indirdi, Huawei hem G5 teknolojik altyapısında hem de cep telefonunu satışında Iphone’nun önüne geçti. Çin şirketleri kendi markalarını oluşturma konusunda hala sıkıntıda olsalar da, Çinli şirketler ABD’de IBM’in kişisel bilgisayar üretimini (Lenovo), General Electric firmasının dayanıklı tüketim aletleri bölümünü, AMC sinemalarını, çok sayıda ünlü oteli, Motorola’nın cep telefonu şirketini satın aldılar. Avrupa’da ise başta Volvo ve Pirelli olmak üzere son on yılda 360 şirketin Çinliler tarafından satın alındığı ya da Mercedes Benz’in yüzde 9 hissesini almasında olduğu gibi ortak olunduğu görülüyor. Bunlar arasında İngiltere’de nükleer santral, Pire limanı, havaalanları, hatta futbol takımları da var. Çin ayrıca, Avustralya, Endonezya, Malezya gibi ülkelerde de yatırım ve şirket almalar yoluyla giderek daha faal hale geldi.
Dördüncü olarak, Çin kendisi başta finans ve satın almalar olmak üzere bütün dünyada küreselleşmenin verdiği imkanlarla birkaç istisna dışında rahat hareket ederken, küresel sermayenin kendi ülkesindeki faaliyetini daha çok sanayi üretimiyle sınırlı tutmaya çalıştı. Bunda da başarılı oldu. Örneğin, Çinli bankalar başta ABD (hatta ICBC örneğinde olduğu gibi Türkiye’de de) olmak üzere bütün dünyada faaliyet gösterirken, Çin finansal olarak dışa açılmadı. Şu anda Çinli bir şirket Chicago Borsasını satın alma görüşmeleri yaparken, Çin yabancı finans kuruluşlarının borsasındaki faaliyetlerine çok sıkı düzenlemeler getiriyor. Trump yönetiminin baskı yaptığı alanlardan biri buydu ve Çin daha bu yıl içinde yabancı bankaların ülkesinde faaliyet göstermesine izin vereceğini açıkladı. Yalnızca bankacılık değil, sigorta şirketleri, aracı kurumların girişine de izin verme görüşmeleri daha yeni yapılıyor. Yine Çin yönetimi, Visa, Mastercard ve American Express gibi bütün dünyada yaygın ödeme şirketlerini, 2006’da kabul edeceği sözüne rağmen hala ülkeye sokmadı. Kendi bankalarının kurduğu UnionPay sistemini tekel haline getirerek büyük zaman kazandı. Bu saatten sonra bu şirketler Çin’e girseler bile pazar payları çok küçük kalacak.
Ve tabii ABD ve diğer ülkelerle dış ticaretinde sürekli fazla veren bir ticaret politikası izledi. 2018 verileri Çin’in ABD’ye 539 milyar dolarlık ihracat ve 120 milyar dolarlık ithalat yaptığını gösteriyor. Tek bir yıllık dış ticaret fazlası yaklaşık 420 milyar dolar. Bu dış ticaretin yaklaşık yarısının Apple gibi ABD’li şirketlerin Çin’de yaptıkları üretimi ABD’ye göndermelerinden kaynaklandığı tahmin ediliyor. Yine de uzun yıllardır bu dış ticaret fazlası artarak sürüyor ve Trump yönetimi bunu en azından azaltmaya, Çin’in kapalı birçok sektörünü açmaya, fikri mülkiyet haklarına uymaya, ABD’den yaptığı ithalatı artırmaya zorluyor.
ABD açısından Çin yalnızca ekonomik açıdan yarattığı sorunlardan oluşmuyor. Konunun bir de stratejik ve askeri boyutu var. Çin’in hızla silahlanması, savunma harcamalarını artırması, Bir Kuşak Bir Yol gibi son derece hırslı ve kapsamlı projelere girişmesi, Rusya ile yakınlaşması, Asya Yatırım Bankası gibi alternatif finansal kaynaklar yaratması ve bunu cazip kılması gibi çok sayıda gelişme var. Bunlardan özellikle silahlanma ve Bir Kuşak Bir Yol girişimi özel bir önem taşıyor ve bu konuları daha sonraki yazılarda detaylı ele almak gerekecek.
Sonuç olarak Çin, küreselleşme sürecini kendince çok akıllıca bir şekilde yöneterek büyük bir kazanç sağladı, şimdilik ihtiyatlı sayılabilecek bir politikayla gücünü artırabildi. Bu yüzden Foreign Policy dergisi 26 Şubat 2018 tarihli sayısında küreselleşme Çin canavarını yarattı başlığını attı. Bununla birlikte Çin’in Komünist Parti’nin sıkı kontrolü altında kapitalistleşmesi bazı içsel sorunlardan muaf olduğu, her şeyin yolunda gittiği anlamına gelmiyor. Çin bundan sonra, şimdiye kadar izlediği ticaret politikasını izlemekte zorlanacak, daha fazla baskıya maruz kalacak. Daha şimdiden 2019’un ilk altı ayında ABD ile ticaretinde ticaret savaşının etkisiyle yüzde 14 düşüş yaşandı. Ekonomisinde zaten birikmiş olan sorunlar ileride kendisini daha fazla göstermeye başlayacak.