Dr. Tarık Şarkavi(*)
5 Şubat 2003´te, dönemin ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, BM Güvenlik Konseyi´ne ülkesinin Irak´a savaş açmasının gerekçelerini sunmuştu. O dönemde Amerikan ana akım medyasında görev yapan gazetecilerin neredeyse çoğu, Saddam Hüseyin´in El-Kaide´yi destekleyip desteklemediğini veya kitle imha silahlarına sahip olup olmadığını sorgulamadı. Kamuoyunun kabullerini şekillendiren bu kişiler, Beyaz Saray´ın Irak Savaşı anlatısını sorgusuz sualsiz servis etme ve savaşın gerekçesi olarak "terörizmi bertaraf edip demokrasiyi destekleme" savını benimseme eğilimindeydi.
Irak Savaşının büyük bir hata oldu olduğu ortaya çıktı. Binlerce Amerikalının ölmesine, binlercesinin yaralanmasına sebep oldu ve sırf bir elin parmağını geçmeyecek sayıda şirketin menfaatine, ABD´li vergi mükelleflerinin milyarlarca dolarına kan doğradı. Irak halkına karşı da büyük bir cürümdü bu; ABD işgali milyonlarca hayatı yok etti, ayrıca ülkenin altyapısını ve ekonomisini o denli yıkıma uğrattı ki, yeniden inşa ve ihya çalışmaları on yıllarca sürecek. Bununla birlikte, ana akım ABD medya kuruluşlarının çoğu, bu düşünmeyen sorgulamayan vatanseverlik anaforuna ´hurra!´ diyerek kapıldılar ve askeri harekatların yolunu açan bilgi savaşına birer mecra olarak hizmet ettiler.
On altı yıl sonra, savaş davulları yeniden vuruyor. Caracas´taki Nicolas Maduro hükümetini devirme planları yapan ABD başkanlığı, hedef tahtasına bu sefer Venezuela´yı oturttu. Üstüne üstlük "demokrasi", Trump´ın bayıldığı temalar arasında olmasa da Beyaz Saray ?demokrasi repertuarını? yeniden masaya çıkarıyor. Bununla birlikte, Trump yönetiminin aslî suretlerinden olan Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton da Venezuela´ya karşı başlatılan hamleyi, ´Venezuela petrolünü ABD şirketlerinin çıkarları adına kontrol altına alma´ kampanyası olarak görerek pervasızca destekledi.
Trump yönetimi bir taşla iki kuş vurabilmek için bir çifte söylem geliştirdi: Bir yandan, ´demokrasiye destek´ anlatısı, Demokratların seçmen tabanına hitap ederken parti liderliğini de Venezuela konusunda Beyaz Saray´la yan yana durmaya zorluyor. Ancak, Demokratların içindeki ilerici kanattan yükseliş trendinde bulunan birkaç liderin denizaşırı ve çok masraflı savaşlara girilmesine genel olarak karşı olduğu bilindiğinden bu konu, Demokrat Parti´de çok büyük sürtüşmelere neden olacaktır.
Diğer yandan ise, ABD yönetimi ´ekonomik kâr devşirme´ dilini kullanarak çetin ceviz Cumhuriyetçileri hedef alıyor. ABD´nin 1980´lerde Orta Amerika´daki kirli savaşlarının planlayıcılarından olan Elliott Abrams´ın Venezuela´daki meşru iktidara karşı planlanan darbenin mimarı olarak atanması da Trump´ın tabanına, güç diplomasisinin ve Monroe Doktrini´nin geri döndüğüne ve bunların "Amerika´yı yeniden büyük yapacak" şeyler olduğuna dair verilen bir mesaj.
Her iki anlatıda da sayısız sorun var ama en büyük ironi, birincisinde. Trump yönetimi, son iki yılda demokrasinin ´d´sinden dahi bahsetmemişti. Mısır´da, ülke tarihinde demokratik yollardan seçilen ilk hükümet askeri bir darbeyle devrildiğinde, ABD ve diğer Batılı hükümetler darbeyi yapan cuntaya tam destek verdiler. Ordunun insan hakları ihlallerinin görülmemiş seviyelere vardığında dahi ABD genel yardımda bulundu, ayrıca finansman ve silah desteği sağladı. Nisan 2017´de General Abdülfettah el-Sisi´yi Beyaz Saray´da misafir edip kendisine kırmızı halı serdiren Trump, şöyle demişti: "Belki bu konuda akıllarda bir soru işareti falan vardır diye yeniden herkesin bilmesini istiyorum ki biz, Cumhurbaşkanı Sisi´nin tamamen arkasındayız." Sisi´nin Trump´la iki yılda beş kez buluşmuş olması bize ABD başkanının öncelikleriyle ilgili çok şey söylüyor ve bu önceliklerin arasında demokratik bir düzen tesis edilmesinin bulunmadığı çok açık.
Bir ironiden de öte bir hal olarak, ana akım ABD haber medyası, ABD yönetiminin Mısır´daki Sisi rejimine dair politikalarına nadiren meydan okudu. Darbeden sonra Mısır cuntasına dair yapılan destekleyici mahiyetteki haberlerde kullanılan motifler, bir kez daha, 1988 tarihli Herman ve Chomsky modelini yansıtıyor: bu model, ABD haber medyasındaki haberleri büyük ABD´li şirketlerin ve güçlü siyasi grupların çıkarlarına uygun olarak filtreleyen çeşitli katmanların varlığını ortaya koymuştu.
Ana akım medyanın Venezuela´ya atıp tuttuğu bu günlerde de ABD haber kaynakları, Beyaz Saray´ın söylemindeki boşluklara hitap etmekte büyük ölçüde başarısız kalıyor: Caracas´ta demokrasinin altını oyan kim? Venezuela´da seçilmemiş ve liderlik ehliyeti kendinden menkul "geçici bir başkana" kim arka çıkıyor? Kim ülke ekonomisini sabote etmeye çalışıyor? Caracas´a yıllardır dayanılmaz ekonomik yaptırımlar uygulayan kim?
Bu sorular gayet net sonuçlar çıkarmak için yeterli değilse, Elliott Abrams´ın ABD´nin Venezuela özel elçisi olarak tayin edilmesine baktığımızda, beklenen neticenin demokrasiyi yeniden tesis etmek olmadığını gayet aşikar bir şekilde görebiliriz. Geçtiğimiz on yıllar içinde ABD dış politikasının en korkunç hamlelerinden kimisinin içinde bizzat bulunmuş bir isim olan Abrams´ın bu vazifeye tayini, tek bir şey anlamına geliyor: Vahşet ve insan haklarının sistematik bir şekilde ihlali.
Ana akım ABD medyasının, icra etme peşinde olduğu gazeteciliğin ne tür bir gazetecilik olduğu konusunda ciddi bir tefekkür etmesinin zamanı geldi. Yüksek gazetecilik ahlakını idame ettiren ve siyasi ve ekonomik seçkinlerin propagandasını yaptığı yalanları, batılları halkın namına ifşa eden birer bekçiler mi yoksa savaş çığırtkanlığı yapanlara ve vurgunculara hizmet etmek için göz göre göre yanlış bilgi yayan yalaka birer süs köpeği mi? Hangi yolu izlemeye karar verirlerse versinler şunu anlamalılar ki, aynı anda ikisi birden olamazlar.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
(*)TRT World Araştırma Merkezi´nin müdürlüğünü yapan Dr. Tarek Cherkaoui "The News Media at War: The Clash of Western and Arab Networks in the Middle East" kitabının yazarıdır. Cherkaoui stratejik iletişim alanında uzmandır.