15. 08. 2018 Çarşamba
?Geçtiğimiz yıl boyunca, Türk yetkililer alacak-verecek konularında doğrudan bizimle muhatap olmaya yönelik tercihlerini zaman zaman ortaya koydular. Türkler, doğrudan bizimle muhatap oldukları takdirde bu meselelerde durdukları noktayı çok daha iyi tayin edebileceklerini, tam olarak kime borçlu olduklarını bileceklerini ve kendilerine gönderilen Amerikan malları üzerinde daha büyük bir kontrole sahip olacaklarını düşünmekteler. Türklerin gösterdiği bu tavrın diğer bir sebebi de şüphesiz ki şöyle veya böyle bir İngiliz sömürgesi veya mandası gibi muamele görüyor olduklarını hissetmeleriydi.? George V. Allen´ın Memorandumu, Yakın Doğu İlişkiler Dairesi, 16 Mart 1943, Amerika Birleşik Devletleri´nin Dışişleri Kayıtları
ABD´nin en muhteşem başkanlarından olan Franklin Delano Roosevelt, daha 1941 yılında Türkiye´nin gelecek dönemde ABD´nin küresel stratejisi açısından hayati öneme sahip olacağını teslim etmişti. Türkiye´nin ABD´nin SSCB´ye yönelik stratejisinin çok temel bir bileşeni olacağı ve dolayısıyla çok büyük miktarlarda ekonomik ve askeri yardıma ihtiyaç duyacağı neticesine ABD siyasetine yön verenlerin de varmaları için bir beş yıl daha geçmesi gerekiyordu ki bu beş yılda Bretton Woods konferansı olacak, İkinci Dünya Savaşı bitecek ve Soğuk Savaş başlayacaktı. Varılan bu neticenin nihai sonucu Truman Doktrini, Türkiye´nin Marshall Planı´na dâhil edilmesi ve Türkiye´nin 1952´de gerçekleşen NATO üyeliği oldu.
Türk-Amerikan ilişkilerinde mükerrer krizlerle geçen şu beş seneden sonra şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş yıllarının hadiseleri âdeta çağlar önce olmuş gibi duruyor. Meşhur Amerikalı gazeteci Tom Brokaw, Amerika´nın İkinci Dünya Savaşı´nda gösterdiği liderliği yere göğe sığdıramamış ve o yılların ABD vatandaşlarını "En Muhteşem Nesil" olarak adlandırmıştı. Tarihçiler Brokaw´ın bu değerlendirmesiyle ilgili ciddi çekinceler dile getirmiş olsalar da yaptığı bu tanım gerçekten de haklı olabilir. Fakat İkinci Dünya Savaşı neslinin yerini yeni yetişen gençlerin almasıyla birlikte Amerikalı yetkililer, Türkiye Cumhuriyetiyle ilgili doğru kaynaklardan beslenen, ferasetli ve yaratıcı politikalar ortaya koyma kabiliyetlerini yavaş yavaş kaybettiler. Harry Truman ve Dean Acheson´dan sonra, NATO üyeliği ışıltısının da sönmesiyle birlikte, Türkiye´nin ABD´li yetkililerin yaptığı tercihlerden kaynaklanan tipik tecrübesi hep felaketler olageldi.
Örnek mi lazım? Jüpiter Füzeleri ve Küba Füze Krizi. Johnson Mektubu. Kıbrıs ve silah ambargosu. ABD´nin Türkiye´nin demokratik siyasi sistemine mükerreren yapılan askeri müdahalelere gösterdiği resmi duruşların belirsizliği. İki Irak işgali. Fethullah Gülen´e oturum izni verilmesi. George W. Bush yönetiminin 1 Mart 2003´te TBMM´den çıkamayan tezkereye gösterdiği tepki ve Paul Wolfowitz. Robert Pearson ve Eric Edelman. ABD´nin, İran´a yönelik tek taraflı yaptırımlarına Türkiye´yi de uydurmaya yönelik teşebbüsleri; Reza Zarrab-Hakan Atilla-Halkbank intikam davası. Obama yönetiminin PKK ile işbirliği. Francis Ricciardone. Obama yönetiminin Gülen´in 15 Temmuz 2016 darbe girişimine gösterdiği mıymıntı ve cansız tepki ve akabinde Gülen´in iadesi konusunda gösterilen eylemsizlik. John Bass ve kapkaççı zihniyetiyle uygulamaya koyduğu vize yasağı. Trump yönetiminin 30 bin kişilik PKK ordusu. Ve şimdi de Trump´ın -kendi iç siyasetine yönelik mülahazalarla uygulamaya sokulan- Türkiye´nin İçişleri ve Adalet bakanlarına yönelik yaptırımları ve bunlara eşlik etmek üzere belli Türk ihraç ürünlerine getirilen ek vergiler.
Yukarıdaki paragrafta Türk-Amerikan ilişkilerinin son 70 yılının en öne çıkan dip noktaları listelenmiştir. Bu ittifak, ABD´nin, kaçınılmaz jeostratejik zorunlulukları olan bir Süper Güç olarak müttefiklere muhtaç olduğu gerçeğini tanımasıyla başlamıştı; bu müttefikleri yetiştirmek ve ilişkileri sağlam zeminlere oturtmak için belli adımların atılması gerekecekti. ABD´li yetkililer bu adımların kendi sorumlulukları olduğu ve müttefiklerine saygı ve ihtiyatla yaklaşmaları gerektiği gerçeğini kabul ediyorlardı. İşte bu yüzden George Marshall´ın o meşhur konuşması, bir Harvard açılış konuşmasıydı ve işte bu yüzden o konuşmanın tonu ve içeriği özenle hazırlanmıştı.
Soğuk Savaş´ın sona ermesinden sonra, Türkiye´nin ABD´nin küresel stratejisindeki rolü daha da hayati hale geldi. Bu durum, ABD´nin diğer Avrupalı müttefiklerine karşı istikrarlı bir şekilde gösterdiği sorumluluk ve saygıyı Türkiye Cumhuriyeti´ne karşı neden aynı düzeyde tutamadığı sorusunu sormamızı salık veriyor. Bununla birlikte, mevcut ABD Başkanı Donald Trump, ABD´nin diğer tüm ortaklarını da otobüsün altına savurmuş durumda. Trump´ın geleneksel ABD müttefiklerine karşı ortaya koyduğu mide bulandırıcı davranışlar ancak, daha önce ortaya konmuş emsallerin zaten mantıken varacakları yere vardırılması olarak anlaşılabilir. Yani, diğer ABD müttefikleri de artık, Türkiye´nin 1960´lardan beri maruz kaldığı türden kaba saba bir muamele görüyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan´ın 4 Ağustos 2018 tarihinde AK Parti kadın kolları kongresinde söyledikleri, önceki dönemlerin Türk siyasetçilerinin, hiç yapıcı olmayan ve çok can sıkıcı ABD davranışları karşısında ifade ettikleri duygulara benzer duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk ve ABD yetkilileri arasındaki son görüşmelere değinirken, şunları söyledi:
"Söylenen ne? ´Türkiye ile bu alanda bu şekilde bir yaklaşım doğru değil. Eğer burada samimi hareket edeceksek, gerçekten stratejik ortaksak, ortaklığımızın gereğini yapalım.´ Biz sizlerle Somali´de beraber olmadık mı? Biz sizlerle Afganistan´da beraber değil miyiz? Biz sizlerle dünyanın değişik yerlerinde NATO´da bir ve beraber olduğumuz için ortak adımlar atmadık mı? Siz ortaklarınıza bu tür bir yaklaşım içerisinde olursanız, biz sizleri nasıl tanımlayacağız?"
Bu ifadeler mantıklı olmasına mantıklı, ama önceki Türk siyasetçilerin yaptığı benzer yorumlar da ABD siyasetine yön verenlerde pek bir tesir vücuda getirememişti. Sorun şuydu ki ABD´li yetkililer, ABD´yi İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye´yle bir araya getiren mantığı idrak edemediler yahut, düpedüz, bunun farkında bile değillerdi. Aynı zamanda, ABD´li yetkililer Türkiye´ye bir eşit olarak saygıyla yaklaşmanın gereğini unuttular. Bu haller, ABD´nin Türkiye´ye yönelik politika oluşturma süreçlerinin başına bela olmaya devam ediyor.
ABD´nin son 60 yılda Türkiye´ye yönelik sağlam bir politika geliştirememesi -en azından kısmen- Türk toplumuna, tarihine, siyasetine ve çıkarlarına yönelik anlayışın istikrarlı bir şekilde kıt kalmasına bağlanabilir. Ama ABD siyasetine etki edebilmek için sesini yükselten aktörlerin ve siyaset hesaplamalarını etkileyen faktörlerin sayısı da büyük ölçüde arttı.
Bu yorum yazısının başında alıntılanan George V. Allen´ın bildirisi, ABD´li yetkililerin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk yetkililer için önemli olduğunu teşhis ettikleri, fakat ABD´li siyaset yapıcılarının bu yılların akabinde ya ihmal ettikleri ya da unuttukları sorunları gündeme getiriyor. Mesela, Türk yetkililer hâlâ kendileriyle açık bir şekilde, doğrudan ve dürüstçe muhatap olan yabancı temsilcileri tercih ediyor. Ayrıca kendilerine, eşitlere gösterilmesi gereken saygıyla muamele eden yabancıları tercih ediyorlar.
Allen´ın bildirisi şu şekilde nihayete eriyor:
?Türkler Büyük Britanya´nın Rusya´ya bazı taahhütlerde bulunduğuna ve bu taahhütlerin Britanya´yı savaştan sonra Rusya´ya yönelik kısıtlayıcı bir nüfuz icra etmekten alıkoyacağına inanıyor. Türkler, Birleşik Devletler´in Türkiye´nin yüksek bir refah seviyesine sahip olmasına yönelik duyduğu alakayı sürdürdüğüne ikna olsalar bundan büyük cesaret alırlardı. Britanya´nın Türkiye´yle ilgili taleplerine rıza göstermeyi sürdürürken [Türklerde] böyle bir kanıyı oluşturmak zor.?
Muhakkak ki bu son 20 seneden, ama özellikle de son beş yıkıcı seneden sonra, elimizde olan delillere bakarak ABD´nin "Türkiye´nin yüksek bir refah seviyesine sahip olmasına yönelik duyduğu alakayı sürdürdüğüne" dair inandırıcı bir argüman ortaya koyabilir miyiz? Her geçen ay, her yeni kriz böyle bir argümanın ortaya konulmasını daha da zorlaştırdı.
Aslında ABD Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Philip Kosnett´in geçtiğimiz günlerde Karadeniz´e yaptığı ziyareti yazmaya niyet etmiştim. Trabzon Ticaret ve Sanayi odalarına gerçekleştirdiği ziyaret esnasında Kosnett basına, Türk-Amerikan ilişkileri hakkında yorumlar yaptı. Türk ve ABD hükümetlerinin arasında süregiden meselelerle ilgili olarak "Önemli olan iletişim kanallarını açık tutmaktır" dedi. Sonra da Türk-ABD ilişkilerinin sadece hükümetler arası ilişkilerden ibaret olmadığı ve ABD´nin Türkiye´deki temsilciğinin sadece Türk yetkililerle değil, Türk toplumuyla da açık bir diyalog kurabilmek için daha yapıcı olması gerektiği önermesinde bulunmayı planladım. Böyle bir diyalog, "iletişim kanallarını açık tutmanın" diğer bir önemli yolu olurdu.
Ancak ABD Ankara Büyükelçiliği, sürekli olarak, Türk vatandaşlarının hissiyatından ve kaygılandığı konulardan habersizmiş gibi davranıyor .Geçtiğimiz 15 Temmuz´da ABD Ankara Büyükelçiliği ABD Dışişleri Bakanlığı´nın 2016´daki başarısız darbe girişimini anan basın açıklamasının orijinalini ve Türkçe tercümesini Twitter hesabından duyurmaktan öte bir şey yapmadı. ABD hükümetinin Türkiye´deki temsilcisi olarak Büyükelçiliğin birazcık empati göstermek için ekleyebileceği hiç mi bir şey yoktu?
1 Ağustos´ta, yani Türkiye´nin güneydoğusunda yaşanan bir PKK saldırısında bir anne ve bebeğinin öldürülmesinden bir gün sonra, İngiltere´nin Türkiye misyonunun başkan yardımcısı Jennifer Anderson bu olayı hem İngilizce hem de Türkçe bir Twitter mesajıyla kınadı. Peki Ankara´daki ABD Büyükelçiliği? Aralarında Kosnett´in Trabzon´a yaptığı gezi hakkında da bir tweet bulunan, kendi reklamını yaptığı Twitter mesajları haricinde sessizlik... İşte bu, tam da Türk toplumu için önemli olan meselelerle doğrudan ve samimi bir şekilde ilgilenme konusunda gösterilen bir acziyet; bu ise Türklerin ABD´nin niyetlerine karşı taşıdığı güvensizliği derinleştirip büyüten bir hal.
Böylelikle, Türkiye´deki ABD temsilciğinin Türk toplumuna yönelik hassasiyeti ve onlara dair anlayışında son beş senede hiçbir şey değişmedi; Dışişleri Bakanı ister John Kerry, ister Rex Tillerson veya Mike Pompeo olsun ve Kuğulu Park´taki ABD Büyükelçiliğinin en önemli mukimi ister Francis Ricciardone, ister John Bass olsun, hatta hiç kimse olmasın... Diğer taraftan, İngiltere´nin Türkiye´deki temsilciği artık Türk vatandaşları nezdinde önemli olan konulara daha büyük dikkat gösteriyor.
Hatta Brexit oylamasından bu yana Türk-İngiliz ilişkileri bir canlanma dönemi yaşıyor. En önemlisi, İngiltere hükümeti Fethullah Gülen kültünün üst düzey bir elemanı olan Akın İpek´i ev hapsine aldı ve iadesi de ihtimaller arasında. Bu ise, ABD hükümetinin -hem mevcut hem de önceki yönetimler eliyle- Fethullah Gülen´in iadesiyle neticelenebilecek hukuki prosedürlere doğru bir başlangıç adımı dahi atmayı reddetmesiyle çok büyük bir tezat teşkil ediyor.
George Allen´ın notlarında bulunan diğer bir şey, 1943´te İngiliz tarafından "taleplerin" geldiği önermesiydi. O zaman en önemli talepler, Balkanlarda İngiliz askerleri yerine Türk askerlerinin savaşmasını isteyen İngiliz Başkanı Winston Churchill´den geliyordu. Fakat şimdi, Trump yönetimi zamanında, talepler ABD´den ama özellikle de Trump´ın kulağı kimdeyse, ondan geliyor. Dikkat süresinin kısalığıyla adı çıkmış Trump´ın Beyaz Saray´ı, kendisinin dikkatini çekebilmek ve ihsanlarına nail olabilmek için çekişip duran ´ruspanti´ (küçük sikkeler) tarafından işgal edilmiş durumda. Bu sıralar Trump´ın vaktini domine edenler Başkan Yardımcısı Pence ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton gibi duruyor, zira Kasım 2018 ara seçimleri hızla yaklaşmakta. Bu sebeple İran yaptırımları ve Brunson davası, Trump´ın görüş alanında -sırasıyla- ön ve orta alanları işgal ediyor.
Ancak Trump´ın tavrı o kadar değişken ki kimse bir günden diğerine nasıl bir değişiklik gösterebileceğini kestiremiyor. Ayrıca Trump´ın zihnini, müstakilen Türkiye´ye odaklanmasını imkansız kılacak kadar çok sayıda problem işgal ediyor; dolayısıyla Türkiye konusundaki ABD siyasetini görünüşe göre (her iki tarafın da, kuzey Suriye´deki askeri meselelerin Brunson davasından tamamen ayrı olduğunu kuvvetle öne süren son açıklamalarının da delalet ettiği gibi) askerlere terk etmiş durumda. Bu da taleplerin birden çok alandan gelebileceği ve siyaset oluşturulma süreçlerinin daha da dağınıklaştığı ve karmaşa içinde olduğu anlamına geliyor. Allen´ın notu İngilizleri buna benzer bir durumu oluşturmakla suçluyordu; demek ki görünüşe göre bizler de Anglo-Amerikan-Türk ilişkilerinde İkinci Dünya Savaşı´ndan beri tam bir tersine dönüş yaşadık.
Son olarak, 7 Ağusots 2018´de ABD Ankara Büyükelçiliği Türk toplumuna hitap eden iki ayrı Twitter mesajı yayınladı. Biri Türk-Amerikan işbirliğinin gücünü yeniden teyit ederken diğeri Türk basınında çıkan bir söylentiyi yalanlıyordu. Bu tweetler en azından Türk kamuoyunu nazar-ı itibara alıyor.
Ama işin hakikati; bu tür tweetlerin atılmasını Türk basınında çıkan provokatif söylentilerin tetiklemiyor olması gerekir. ABD Büyükelçiliği Türk toplumuyla açık, olumlu ve yapıcı bir iletişim geliştirmeye ön ayak olma konusunda daha gayretli olmalı. Bu gayretler pek çok biçimde olabilir, ama sosyal medya çağında Twitter, ABD Büyükelçiliğinin daha iyi "iletişim kanalları" kurmaya başlamasının önemli bir yolu. Örnek verecek olursak, ABD Ankara Büyükelçiliği işe, kendi Twitter sayfasının arka planına daha Türkiye dostu bir resim koymakla başlayabilir (İngiliz Büyükelçiliğinin Twitter sayfasındaki resimle mukayese edin). Bu ve benzeri çabalar, uzun vadede, Türk vatandaşlarına Türkiye´deki ABD temsilciliğinin kendilerine, kültürlerine ve demokratik yollardan seçilmiş temsilcilerine saygı duyduğunu ve onları bir "sömürge veya manda" olarak görmediğini göstermeye yarayabilir.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[1999 yılından bu yana İstanbul´da yaşayan Adam McConnel, Sabancı Üniversitesi´nde Türk tarihi dersleri vermektedir. Tarih alanındaki yüksek lisans ve doktora derecelerini de aynı üniversiteden almıştır]