ABD 1946’dan beri fiilen, 1952’de bu yana da hukuken müttefikimiz ama ikili ilişkilerde çok sorun var.
En ciddi olanını da Suriye’de yaşıyoruz. Amerika müttefiki olan, yani bir savaş, hatta bir tehdit durumunda yardımına koşacağı Türkiye’nin hasmı kabul ettiği bir örgütü, kendisinin terör listesine aldığı PKK’nın bir yan kuruluşunu destekliyor. Bunu da teröre karşı mücadele gerekçesiyle yapıyor.
Önceleri desteğini meşrulaştırmak için PKK ile PYD’nin aynı olmadığını iddia etti, aynı olduğu ortaya çıkınca paravan bir örgüt kurdurdu. Bu örgüte kamyonlar dolusu askeri ve sivil malzeme yardımında bulundu. Şimdi de para kazansın, ayakları üstüne dikilsin diye bir şirketi aracılığıyla petrol çıkartıp satmasına destek oluyor. Hatta çıkartılan petrolün Türkiye’ye satılacağını bile düşünüyor.
***
Bu ne ahlaken, ne de siyaseten kabul edilir bir teşebbüs. Üstelik hukuken de tartışmalı. Petrol çıkarma ve belli ki satma hakkı verilen şirkete bu imtiyazı Suriye hükümeti değil SDG yönetimi veriyor. Amerika’nın uygun mecralarda kınanması, ayıplanması gerekiyor. Ki zaten Türkiye de bunu yapıyor. Fakat kınama, ayıplama yeterli değil. Yıllardır kınadık, hala bir yere varamadık. Tehdit de çok işe yarayacak bir yöntem gibi görünmüyor.
Askeri olarak tehdit edemeyeceğimize göre prensipte yapabileceğimiz saf değiştirme iması olur. Onun da işe yaraması için öncelikle NATO’nun, sonra da NATO içinde Türkiye’nin değerine inanılması gerekir. Oysa var olan siyasi konjonktürde koparız, çıkarız iması tam tersine geri tepebilir, çözdüğünden daha çok sorun yaratabilir. S-400 alımının yol açtığı F-35 ve diğer komplikasyonları henüz aşamamışken, yeni bir tehdit teşebbüsünde bulunmak akılcı olmayabilir.
Kaldı ki, bizim ABD’ye ihtiyacımız da var. Ödemeler dengesinde karşılaşabileceğimiz krizlerin aşılmasında da, tarafı olduğumuz pek çok sorunda Washington’un yanımızda durmasının sağlanması için de. Unutmayalım ki, Amerikalılar kadar Ruslarla da sorunlarımız mevcut. Suriye’de, Libya’da karşı cephelerde yer alıyoruz, vekillerimiz vasıtasıyla savaşıyoruz. Coğrafi olarak yakınız, Rusya gibi dev bir ülke bizim için her zaman risk unsuru.
Avrupa’yla da ilişkilerimizin mükemmel olduğunu söylemek zor. Fransa bizi küresel ve bölgesel çıkarları için tehdit olarak görüyor. Almanya karşımızda değil ama yanımızda da sayılmaz. Yunanistan’ı saymıyorum bile. Arap dünyası derseniz Katar ve bir ölçüde Tunus ve Libya’nın bir kısmı dışında işbirliği geliştirebileceğimiz ülke benim görebildiğim kadarıyla pek yok. Zaten onlar da güvenlik üreten değil tüketen ülkeler.
Ve ne yazık ki kendi kendimize de yetmiyoruz. Tıpkı refahımızı artırmak, daha doğrusu düzeyini korumak için ekonomide ihracata ihtiyacımız olduğu gibi güvenlikte de “dostlara”, sorun olduğunda yanınızda duracak ülkelere, bir tehdit oluştuğunda yardımınıza koşacaklara, güç dengelerini değiştireceklere, caydırıcılığımız üstünde çarpan etkisi yaratacaklara ihtiyacımız var. Çin de sanırım hiçbir anlamda seçenek olamaz.
Evet, artık mutlak dostlukların ve düşmanlıkların olmadığı, çıkarların örtüştüğü ve zaman zaman da çatıştığı bir sistem içinde yaşıyoruz. Bu yüzden de kendimizi esnek parametreler içinde hayal etmemiz gerekiyor. Yine de bir yerlere dayanmak, dayandığımız yere de güvenmek zorundayız. Şu an elimizin altındaki iyi ya da kötü tek dayanak noktası NATO. Orada hiç olmazsa eşit söz hakkına sahibiz.
***
Ayrıca Amerika kınanacaksa en kolay bu platformda kınanır, en büyük etki hala NATO’da üretilebilir. Bir de Türkiye’nin Amerika’yı başkanının ötesinde görmesinde, salgın kontrol edilebilir boyutlara geldiğinde Senatosu’na, Temsilciler Meclisi’ne, düşünce kuruluşlarına, gazetelerine, kanaat önderlerine sorunlar yerine iki ülkenin ortak çıkarlarının kesişme noktalarını anlatmasında yarar var. Her alanda uzlaşamayacağımızı ama bazı alanlardaki uzlaşmaların hayati çıkarlara tehdit oluşturmasının önüne geçilebileceğini vurgulayabiliriz.
Tecrübem Amerikalıların anlattığınızda dinledikleri, tehdit ettiğinizde ciddiye almadıkları yönünde. Biz Suriye ve başka yerlerdeki çıkarlarımızı Türkiye algısı değişmeden, ortak noktaların varlığı idrak edilmeden de koruruz. Ama gereksiz yere zorlanırız. Elimizde daha iyi bir imkan varken, sistemi başka ülkelerin ve aslında bizim de yaptığımız gibi içinden etkilemek mümkünken, neden karşımıza alalım, diğer alanlardaki menfaatlerimizi niçin riske atalım? Maksat üzüm yemek, çıkarlarımızı ve güvenliğimizi korumak olmalı, bağcıyı dövmek değil…