Yasin Aktay yazdı;
Bugün 11 Eylül, ABD’nin ve kapitalizmin sembolü Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerinin saldırıya uğrayarak yıkılışının 20. yıldönümü. Bu saldırının boyutu, sembolik ağırlığı, yol açtığı ölümler ve zararlar itibariyle sadece ABD’yi değil, koca bir dünyayı kalbinden vurmuş olduğu ilk andan itibaren hissedildi. O saldırıdan itibaren merkezinde ABD’nin bulunduğu, sözüm ona tek kutuplu dünyanın sadece can çekişmelerini izlemiş olduk. Bu can çekişmeleri hala devam ediyor ama kendi halinde sadece cürmünü yakan bir düzeyde yaşanmıyor, bütün dünyaya çektiriyor.
ABD’nin bu saldırıya karşı verdiği cevap büyüklüğüyle mütenasip bir cevap olmadı. Belki saldırının can yakıcı niteliği dolayısıylaydı bu. Aklı baştan alan, can yakan saldırıya akılla değil acının verdiği tepkilerle cevap verdi ABD. Öfkeyle kalktı, büyüklüğüne yapılan saldırıya karşı büyüklüğünü akıllı davranışıyla değil hacmiyle, fiziki gücüyle göstermeye ve intikam almaya kalkıştı.
Ancak saldırının failleri hiçbir şekilde kendisiyle kıyaslanabilir değildi. Daha kıyaslanabilir, görünür bir hedef tayin etti ve önce Afganistan’ı, hemen sonra da Irak’ı işgal etti. Bu işgallerin bu saldırının hemen ardından gelmesi ile saldırı arasında doğal olarak her türlü komplo düşüncesi için uygun bir alan oluştu: Saldırılar bizatihi ABD’nin işiydi ve amacı ABD’yi Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek üzere harekete geçirecekti.
Bizzat ABD’nin böyle bir hedefe ulaşması için önce kendisini bu kadar trajik biçimde bütün aleme rezil edecek, imajını yerle bir edecek, kendi kutsallarını hak ile yeksan edecek şekilde vurması doğrusu gereğinden çok fazla büyük bir bedeldi. Aynı zamanda gereksiz bir bedel olmalıydı, çünkü ABD istediği hedeflere ulaşabilmek için hiçbir zaman o kadar büyük bedeller ödemeye alışık değildi. Her şeyi en ucuzuna hatta bedavaya mal edecek araçları ve bahaneleri üretmek için yeterince güçlü ve kabiliyetliydi. Bu saldırılara maruz kalmış bir ABD’nin bundan sonra dünyadaki itibarını, saygınlığını, heybetini, imajını eskisi gibi toparlayıp sürdürebilmesi çok zor olurdu ki, öyle oldu.
ABD’yi böyle bir savaşa ikna edebilmek için ABD içindeki başka güçlerin böyle bir maceraya girişmesi ise hiç de yabana atılır bir düşünce değildi tabi. Ancak şu ana kadar ileri sürülen hiçbir senaryoya dair yeterince ikna edici bir delil ortaya konulamadı. Bu şimdilik o kadar da önemli değil. Neticede bu saldırının ardından ABD’nin ne yaptığına, bundan ne tür çıkarsamalar yapıp siyasetini nasıl yönlendirdiğine bakmak lazım.
ABD’nin ilk anda giriştiği Afganistan işgali daha ilk yıllarından itibaren kendisi için pişmanlıklarla dolu bir maceraya dönüştü. ABD’ye çok pahalıya mal olan bir macera oldu. ABD’nin devasa büyüklükteki ne askeri ne istihbarat ne de bilimsel kurumları burada başarı getiremedi. Bir trilyon doların üstünde harcama yapıldı. Kimileri bunun karşılığını bazı madenler veya uyuşturucu trafiği yoluyla fazlasıyla aldığından söz ediyor. Onların komplocu hayallerini kırmak istemem ama Afganistan coğrafyası hiçbir şekilde bu kısa süre içinde bu kadar maddi değer üretebilecek bir coğrafya değil. Tabi bu, ABD eliyle ciddi bir uyuşturucu ve başka türlü ticaretlerin yürütülmediği anlamına gelmiyor, ancak sırf bunlar için de bu maceraya değmezdi. Değmediği için de 11 Eylül’ün 20. Yıl dönümünde apar topar, kaçar gibi, zararın neresinden dönülürse kâr olduğu düşüncesiyle Afganistan’dan çekildi.
Yine 11 Eylül atmosferinde mazereti üretilen Irak işgalini daha önce sonlandırmıştı ABD. Oradaki varlığı hakkında da aynı senaryolar geçerli olsa da akıbeti farklı olmadı. Fazladan olarak Irak’a demokrasi götürme gibi bir misyon da yüklemişti. 11 Eylül saldırılarını ABD değerlerine, demokrasiye bir saldırı olarak nitelemişti çünkü ve Irak halkının demokrasiye ihtiyaç duyduğunu, ABD değerlerini oraya taşımanın bu saldırıya verilecek en iyi cevap olduğunu ilan etmişti. Böylece Irak’a saldırganlardan intikam alır gibi demokrasi götürüldü. İroni bizatihi gerçekliğin kendisinden. İntikam gibi demokrasi, cezalandırır gibi işlev gören demokrasi doğal olarak Irak halkına hiç de demokratik olmayan bir yolla yaşatılan bir azaba dönüştü. Daha da ironik olanı günün sonunda ABD de bu azaptan payını aldı, almaya da devam ediyor. Afganistan macerası gibi Irak macerası da ABD efsanesini 20 yıl içinde adeta eritti tüketti.
Bugün varılan noktadan, elde edilen hasıladan yola çıkarak, kimin ne kazanıp ne kaybettiğine baktıktan sonra tekrar geriye dönüp 11 Eylül saldırısını ABD’nin kendi kendine yapmış olma ihtimali üzerinde kim nasıl durabilir?
Saldırıya verdiği ilk tepkide oğul Bush “neden bizden bu kadar nefret ediyorlar?” sorusunu sormuştu. O zamana kadar ABD’nin dünya için iyilikten başka bir şey istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Belki gerçekten de ona göre niyeti öyleydi, ama bu niyetle yaptıkları tüm müdahaleler bizim Kemalistlerin “halka rağmen halk için” anlayışına uygun olduğu için bir sempati uyandırması mümkün olamazdı. ABD’nin İsrail’e Filistin aleyhine kayıtsız şartsız verdiği destek bütün İslam dünyasında halkların nefretini kazanmaya ve sürekli beslemeye yeter bir sebepti mesela. İslam dünyasında bilhassa otokratik-despotik rejimlere verdiği destekler cabası.
Yine de o gün bu soruyla başlayarak alınan tedbirlerle, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali, İsrail’e devam eden sınırsız destekle dünyanın her tarafında insanların Amerika’dan çok daha fazla nefret etmesini sağladı.
11 Eylül’ün 20. yıldönümünde ABD’nin kendine ve dünyaya kazandırdıkları ve kaybettirdikleri üzerinde daha sağduyulu bir değerlendirme yapılması gereken noktadayız.