Her iki olayda da karşı taraf Sayın Donald Trump´tır. Bu iki olay, ABD Başkanının sürekli olarak yarattığı bir dizi krizin sadece bir parçasıdır.
Birincisi, uluslararası bir kriz ve ABD´nin en yakın müttefikiyle yaşandı. İkincisi dahili bir kriz, Amerika´nın uyumlu mozaik yapısının- göçmenlerden farklı olarak- merkezinde yer alıyor. Temsilciler Meclisi Başkan Trump´ı ırkçılıkla suçlayarak kınadı.
Politik başıbozukluk olarak görebileceğimiz ve bazılarının rahatsız edici ve endişe verici bulduğu bu olaylar, buzdağının sadece görünen kısmı. Başkan Trump, müttefikleri ve düşmanlarıyla başka dış savaşlar da yürütüyor. Belki de Amerikan halkının yaygın olarak dillendirdiği şu söze de aykırı davranıyor: ?Savaşa girmeden önce bedelini hesaplaman gerekir!? Uzun vadeli politik maliyetler, Beyaz Saray sakininin en son düşündüğü şeyler gibi görünüyor!
Sayın Trump´ın konuşmalarını, kararlarını ve tweetlerini takip eden herhangi bir kimsenin, Başkan´ın "karakterini" ve takip ettiği yolu bildiğini iddia etmesi kolay değil. Bazı güncel ve tarihsel gerçekleri incelemeden önce yorumlanamayan, hatta tahmin edilemeyen politik ve kişisel bir karakterden bahsediyoruz. Bazıları bunun işadamı karakteri olduğu söyleyerek aceleci davrandı. Zira, herhangi bir "iş adamının" eylemleri rasyonel bir şekilde yorumlanabilir ve önceden tahmin edilebilir.
En makul açıklama iki veriye dayanılarak yapılabilir;
Birincisi, ABD´nin gücü dünyadaki "ivmesini" kaybediyor ve bir asırdan fazla bir süredir pazarladığı ve ülkesini onun üzerine inşa ettiği köklü demokratik değerlerden yavaş yavaş ve gizemli bir şekilde vazgeçiyor.
İkincisi, küresel istikrar sisteminin savunmasından vazgeçiyor. Trump´ın genel karakteri, "son yıllardaki kaba kuvvet kullanımındaki yetersizlik ve yumuşak güç kullanımındaki net eksiklik" denkleminde anlaşılabilir. Trump, bunun en açık bir örneğidir, ancak bunu tek başına yapmadı. On yıldan fazla bir süredir oluşan bu denklem, küresel zorlukların bir sonucudur. Günümüzün zorlukları öncekilerden ağır basmaktadır.
ABD en az dört büyük zorlukla karşı karşıya:
Bunlardan ilki, Çin´in büyük bir iktisadi güç olarak istikrarlı bir şekilde büyümesi ki, kısa sürede politik bir yön kazanacaktır.
İkincisi, İslami eğilimlere sahip şiddet hareketleri, ?Boko Haram?, IŞİD ve İran, Afganistan ve hatta Türkiye´deki benzer örgütler.
Üçüncüsü, dış arenada devam eden yarış?
Dördüncü ise, giderek daha tehlikeli bir hal alan siber savaşlar. Trump yönetimi, ?teröre karşı savaş? ilan etme ve Çin´e etkisi sınırlı ekonomik baskı uygulama dışında, diğer zorluklarla nasıl başa çıkılacağı konusunda net bir görüşe sahip görünmüyor.
Bu zorlukların üstesinden gelememenin temeli, ABD´nin uzun zamandır ?kaba kuvvet? kullanma konusundaki yetersizliği ve belki de isteksizliğidir. Sadece mevcut yönetimde olan bir durumdan bahsetmiyoruz, Obama yönetiminin ?Afganistan ve Irak Savaş Sendromu?nu da buna ekleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle Amerikan siyasi mirası bu başarısızlığa neden olmuştur.
Ancak bu problem, daha büyük bir problemle karşılaştırıldığında nispeten hafif kalmaktadır. Daha büyük bir problem ise, bir zamanlar ?derin Amerikan değerleri? olarak adlandırılan ?yumuşak gücün? kullanımındaki başarısızlıktır.
Bir yandan büyükelçi, diğer yandan kadın milletvekilleri hadisesi, hoşgörüsüzlük ve ötekileştirmenin ayak sesleri olduğu gibi yumuşak Amerikan değerlerinin çekiciliğinin yitirilmesine dair işaretlerdir.
Theodore Roosevelt, Eylül 1901´de (20. yüzyılın başlarında) başkan yardımcısı iken, kendisini destekleyen kalabalığa şöyle seslenmişti:
?Yumuşak konuş ve büyük bir sopa taşı?
Bu konuşmadan birkaç gün sonra Başkan William McKinley öldürüldü ve Roosevelt ABD Başkanı oldu. Ardından Amerikan askeri gücünü oluşturarak bu sloganı sahada uygulamaya başladı. Roosevelt, "Amerika büyük bir millet" sloganını bayraklaştırdı.
Trump´ın sloganı (Önce Amerika) yeni değil. Trump ve Roosevelt arasındaki fark, ikincisinin sloganının, yurtiçi ve yurtdışında siyasi bir yöntem haline gelmesi, 20. yüzyılın bir "Amerikan yüzyılı" olmasına yol açmasıdır. Kuruluşundan sonuna kadar Amerika, Güney Amerika´ya askeri olarak müdahale etti ve sonra büyük savaşlara daldı.
Egemenlik yüzyılı, yitirilen hayatlar ve para açısından pahalıya mal oldu. Amerika 700 bin vatandaşını kaybetti. İki dünya savaşı, Vietnam ve Afganistan savaşları gibi pek çok savaşta neredeyse bir milyon kişi yaralandı. Bütün bunlar, Ronald Reagan döneminde gelişen yeni bir siyasi düşünce ile sonuçlandı: "Kuvvet kullanma gereği duymayacak kadar muazzam bir askeri ve teknik güç oluştur."
O zamanlar bizlerin "Yıldız Savaşları? olarak bildiği "büyük sopa" politikası Sovyetler Birliği´nin çöküşüne neden oldu. Fakat özellikle devasa ekonomik güçlerin (Çin ve Hindistan) kontrolsüz bir şekilde geliştiği bir alanda savaşlar bitmedi. Trump´ın emrettiği askeri harcamalardaki artışa rağmen, onu baskı unsuru olarak bile kullanabilecek bir irade ortada gözükmüyor! En azından son on yılda (Obama ve Trump dönemleri sırasında) Amerika, başlangıçta karşılaştığı aynı ikilemle karşı karşıya kaldı.
Amerikalıların ataları, zulüm ve katliamlardan kaçmak için adaletsizlik ve savaşların başını çektiği Avrupa´dan göç ettiler, ancak kendini bir şeylerden soyutlamanın istikrarlı bir dünya anlamına gelmediğini çabucak öğrendiler. Avrupa savaşlarına ya da kendi savaşlarına tekrar katıldılar. Ancak bazıları -özellikle Vietnam, Afganistan ve nihayet Irak ?savaşa işaret edenlerin parmaklarını yaktı. Bazı Amerikan çalışmalarının "savaş sendromu" olarak isimlendirdiği bir şey oluştu, yani ?mümkün olduğu kadarıyla savaştan kaçının´ düşüncesi yaygınlaştı.
Kaba kuvvetin kullanılmaması, ABD´nin saygınlığında bir düşüş anlamına geliyor, ?büyük değerlerden? geri çekilmesi ise, yumuşak güç kaybı anlamına gelmektedir ve geriye sadece ?demokratik zulüm? olarak isimlendirilebilecek bir şey kaldı. Kavramda bir çelişki olduğu doğrudur, ancak güçlü Amerika´yı geri getirmek için kullanılan popülizmi ifade ediyor. Ancak bu sefer büyüklüğün bedeli, savaşta zafer veya asil insani değerleri savunmak değil popülizmdir. Dünyamızın ve dünyanın geri kalanının karşı karşıya kaldığı ikilemin bir parçası da, küresel barışın ya savaş ya da silahlı barış aracılığıyla korunması gerektiğidir. Yani, ya ulusal devlete saygıya dayanan, uluslararası hukukun işlediği, uluslararası oyun kurallarının BM kuralları çerçevesinde şekillendiği, barış kurabilen bir dünya düzeni oluşacak ya da kaos hakim olacak. Bay Trump´ın "sözleri" işte bundan dolayı endişe yaratıyor. Liderlik farklı biçimler alabilir, her liderliğin kendine özgü bir özelliği vardır ve ABD liderliği bunun dışında değildir. Ancak liderliğin her zaman önemli bir aktör olması için "askeri güce" ihtiyacı vardır.
Trump ve yönetiminin yaşadığı tereddütler ve içe kapanmalar ?iradenin? bulunmadığının bir kanıtıdır. Kuzey Suriye´den geri çekilme, Kuzey Kore´yle ilgili çelişkili tutumlar -ki belki de modern tarihin en iyi savunma bakanlarından birini kaybetmesine mal oldu- (makam yedi ay boyunca boş kaldı) yönetimdeki istikrarsızlığı ortaya koymaktadır. ABD yönetimin istediği ?Amerikan çıkarlarını korumak? ile tüm dünyanın arzu ettiği ?dünya barışını korumak?, bir ayrım noktasını oluşturmaktadır. İdare, dünya barışının korunmasının Amerikan menfaatlerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve iç içe geçmiş olduğunu anladığında, un helvaya dönüşecek!
Son söz: BM eski Genel Sekreteri Ban Ki-Moon´dan şu ifadeyi duymuştum: ?Ülkelere uygulanan yaptırımlar politik hedeflerlere ulaştırmıyor, nüfuz sahibi tek bir devletin ambargoyu delmesi yaptırımın sonuçsuz kalması için yeterlidir. Zira bu hamle, yaptırım duvarında büyük bir kara delik haline gelebilmektedir.? Şu ana kadarki deliller adamın haklılığını ortaya koymaktadır!
Kaynak: .independentturkish.com