Esas itibariyle demokratik-sivil siyaset denilince, devamlı bir yenilenme, özgürleşme, değişim ve ilerleme akla gelmektedir. Geçmişin deneyimlerinden ders çıkarmak yerine geleceğini geçmişte arayanların yenilenme ve ilerleme imkânları olmaz. Birincisi, akıl-bilgi, deneyim ve öngörü ister. İkincisi için ise hamaset ve ecdat (geçmiş) ile övünmek ve kitleleri algı yönetimi ile yönlendirmek yeterlidir.
Hamaset ve kutsiyet ile yönetilen ülkelerin hiç birisinde çağın ruhuna ve insan onuruna uygun bir gelişme ve terakkiden söz edilemez. Bunun sonucudur ki, bugün Türkiye, uçurumun eşiğini geçmiş aşağı doğru yol alıyor. Bu düşüşü, hamaset ve algı siyaseti ile yukarıya doğru bir çıkış olarak göstermeyi başarmış bir siyaset mühendisliği ile karşı karşıyayız. Muhalefet ise, iktidarın peşine takıldığı için geri dönüşü olmayan bir uçurumdan iktidarla birlikte yuvarlandığının farkında dahi olmadığı görülmektedir.
Oysa muhalefet, iktidar ile birlikte Türkiye’nin yuvarlandığı bu uçurumun yolunu “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile inşa etmiştir. Artık dönüşü de, toparlanması ve istikamet bulması da çok zor görünmektedir. Bu durumda, yeni partilere mi, yeni siyasete mi ihtiyaç var? Her ikisinin de, yani partilerin ve siyasetin yeni paradigmaya ihtiyaçları olduğu kanaatindeyim. Mevcut siyasete eklemlenecek yeni partilerin ülkeyi selamete çıkarmaları mümkün olabilir mi?
Şiddeti bir yöntem olarak seçmeyen, demokrasi ve hukuk içinde faaliyet gösteren statükocu, milliyetçi, dinci partiler dâhil her oluşum ve kuruluş önemlidir ve çoğulculuğa katkı sağlayacaktır. Ancak bizim talebimiz ve gayretimiz, evrensel ilkelerin içselleştirildiği ve bu ilkeleri hayata geçirmeyi hedefleyen oluşum ve partilerin kurulması yönündedir.
Yurtta sulh cihanda sulh, hak ve özgürlükler, çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, eşitlik ve adalet bu ilkelerin başında gelmektedir. İhtiyacımız olan bu ilkelerin ancak “Çoğulcu Parlamenter Sistem” ile hayat bulacağına inanıyorum. “Güçlendirilmiş bir parlamento” söylem ve iddiasını yanıltıcı ve aldatıcı görüyorum.
Medeni dünyanın kurumsallaştırdığı çoğulculuk, bizim tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal bir gerçekliğimizdir. Yani özümüzde var olanı ve ülkemiz için gerekli olanı talep ediyoruz. Bu talepten dolayı insanların dışlanması, tehdit olarak görülmesi, ayırımcılığa maruz kalması kabul edilebilir mi? Bu taleplerin bastırılması, siyaset ve ahlak ile açıklamak mümkün mü?
Bu konuda düşüncemi açık ve net bir şekilde paylaşmak istiyorum: Farklılıklarımızın ve haklarımızın çoğulculuk temelinde ve hukuk (anayasa) güvencesinde korunması, geliştirilmesi bir tercih değil, bir zorunluluktur. Unutulmamalıdır ki çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, siyasal temsilde adalet, hakların ve özgürlüklerin güvence altına alınması, kuvvetler ayrılığı, sivil örgütlülük, demokratik siyaset sadece eşitlik ve adaletin tesisi için değil, ülkemizin bekası ve toplumsal barışımız için de bir zarurettir.
Bu bağlamda, siyaset ve demokrasi zemininde hak-hukuk-özgürlük-çoğulculuk-eşitlik ve adalet mücadelesi vermek bizim için politik bir ikbal meselesi değil, coğrafyamıza, tarihimize, ülkemize ve insanlarımıza karşı onur, haysiyet, şeref, izzet, ahlak ve insanlık görevidir. Siyasi çabalarımız ve “ortak akıl” arayışımız böyle bir sorumluluğun gereğidir.
600 milletvekili ve çok sayıda partinin varlığına rağmen siyasetin tıkanmış olması ülkemizin yararına değildir. Demokratik siyasetin ve TBMM’nin işlevsizleştirilmesi, önemsizleştirilmesi ihtiyaç duyduğumuz “ortak akıl siyasetini” imkânsız hale getirmiştir. Bu nedenle çoğulcu siyasete katkı sunacak her parti ve sivil-siyasi oluşumu değerli buluyorum ve ceberut yönetime, tekçiliğe, otoriterizme karşı birbirleriyle dayanışma ve ittifak içinde olmalarını önemsiyorum. Yeni kurulan partinin de bu anlayışla hareket edeceğini umuyorum. Ancak kaygı ve endişeleri “ülke” olan bizler, yeni partilere değil, yeni siyasete ve yeni paradigmalara ihtiyaç duyuyoruz. Bizim açımızdan parti, “ortak akıl” siyasetini işlevsel hale getirmek için sadece bir araçtan ibarettir. Ülkemiz, partilerle değil, “ortak akıl” siyaseti ile ancak krizlerden çıkabilir, inancındayım.
Bu düşünceden yola çıkarak ifade etmeliyim ki, parti kurmak ve parti yönetmek hiç de zor değildir. Zor olan; siyaset geliştirmek ve siyaseti yönetebilmektir. İtiraz etmeye dahi cesareti, bilgisi, deneyimi ve kişiliği olmayanlarla kurulacak partilerin “ortak akıl” ve gerçek siyaset üretmeleri mümkün olmadığı gibi, bu tür kadroları yönetmek de asla “liderlik” değildir. En iyi yöneticiye “lider” denseydi, sürüyü güdene de ÇOBAN değil, “lider” denirdi.
Liderlik; özgür, bağımsız, bilgili, deneyimli ve kendisine öz güveni olan bir takımı/gurubu yönetmekle ancak gerçekleşir. Parti genel başkanlığı ile lider olunsaydı, ülkemizde liderlerden geçilmezdi. Oysa siyasi lider denilince akla gelen C. Bayar, S. Demirel, B. Ecevit, N. Erbakan, A. Türkeş, T. Özal ve E. İnönü gelmektedir. Bugüne kadar bunların dışında liderlik özellikleriyle öne geçen başka bir siyaset adamı var mı? Gücünü ve otoritesini kabul ettirene de “lider” değil ancak “Reis” denilebilmiştir. Her bürokrat “devlet adamı”, her hukukçu “hukuk adamı” vasfını hak etmediği gibi, her siyasetçi de “siyaset adamı” olarak tanımlanmayı hak etmez. Yeni siyaset adamları ve liderlere ihtiyacımız vardır. Sıradan parti başkanı olmak yerine, siyaset adamlarını ve siyaseti yöneten “lider” olmayı öneriyorum.
SivilSiyasetHareketi