Depremin yarattığı maddî ve manevî yıkımın ortasında, çok boyutlu ve hayli girift bir dizi sorunla cebelleşiyoruz. Konu, bir yönüyle pozitif bilimlerin ve teknolojinin alanına giriyor. Yerkürenin hareket yasalarını keşfedip, bunları insan gereksinimlerine uygun bir biçimde kontrol altına almayı amaçlıyoruz. Buna göre, depremin nerede ve nasıl olacağını bilme imkânımız var ve bu bilgi bize aynı zamanda bir depremi en az zararla atlatabilmek için nasıl hareket etmemiz gerektiğini de bildiriyor.
Depremin çok ağır kayıplarla yüzümüze vurduğu gerçeklik şu ki, yeryüzünde bâzı toplumlar bu bilgiyi gereği gibi kullanarak, depremlerin yıkıcı etkilerini asgarî düzeyde tutma becerisini gösterebiliyorlar, başka bâzı toplumlar ise bu becerinin çok uzağında bir yaşam sürmeye çalışıyorlar. Türkiye toplumu, ân îtibâriyle ikinci grupta yer alıyor. Acı ama gerçek ve bu gerçekliği kabûl etmemiz ve ona karşı mücâdele etmemiz, daha doğrusu bu gerçekliği dönüştürmemiz gerekiyor. Ama nasıl?
Belirli bir zaman diliminde, kabaca kendi öğrencilik yıllarımda hayli revaçta olan ama zaman içinde kullanımında büyük bir azalış gördüğüm bir kavramdan, yabancılaşma kavramından hareketle bu soruya bir cevap vermeye çalışacağım. Kavramı açıkladığımda, neden gündemegetirmek istediğim de kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır diye umuyorum.
YABANCILAŞMA KAVRAMININ İLK ANLAMLARI
Yabancılaşma ile ilgili önemli bir nokta, bu kavramın ağırlıklı olarak Marx ve Marxizm dolayımıyla tartışıldığıdır. Marx’ın ilk yazılarından başlayarak cebelleştiği bu kavram özünde idealist felsefeye ve bu felsefenin en büyük sistemleştiricisi olan Hegel düşüncesine âittir. Bu idealist anlamıyla yabancılaşma, insanın kendi içinde “yaradılış”tan gelen manevî bir potansiyele sâhiptir. İnsan, bu manevî potansiyelini yaşamı boyunca ortaya koyduğu eylemleriyle, eylemlerinin ürünleriyle gerçekleştirir.
Bu yaklaşımda yabancılaşma, olumsuz bir durum değil, insan varoluşunun normal bir sonucudur. Oysa Marx, yabancılaşma kavramını insanı insan olmaktan çıkaran olumsuz bir durumu ifâde etmek için kullanmıştır. Aradaki fark, Hegel’deki kavramın eleştirisinin sonucudur.
Marx’ın da, özellikle ilk yazılarında katıldığı bir Hegel eleştirisi, yabancılaşma kavramına Hegel’dekinin aksine, olumsuz bir anlam yüklemiştir. Hegel’e göre insanın kendi içindeki mânevî potansiyelin dışa vurumu diye tanımlanan yabancılaşma, bu eleştiride şu biçimi almıştır: İnsan, kendi düşünce ve eylemiyle kendi potansiyelini dışa vurarak bir ürün ortaya koymakta, yâni bir “şey” üretmekte ama daha sonra, bu “şey”i kendisi üretmemiş gibi, onun hâkimiyeti altına girmeye ve kendisini ona tâbî bir konuma sokmaya yönelmektedir. Hegel felsefesinin “sol” eleştirisi de denilen bu eleştirinin ilk hedefi dinî düşünce tarzı, ikinci hedefi ise, odağında “devlet” olan siyâset olmuştur. “Dinî yabancılaşma” diyebileceğimiz birinci anlamda Yabancılaşma, çok özet olarak, Tanrı’nın evreni ve insanı yarattığı yolundaki din inancını tam anlamıyla tersine çevirmekte ve insanın Tanrı’yı yarattığını ve sonra da Tanrı’ya tapınmaya ve onun hâkimiyeti altına girmeye başladığını ileri sürmektedir.
“Siyâsî yabancılaşma” da, bunun bir uzantısı olarak ve belki de modern düşüncede “yeryüzü Tanrısı” veyâ “ölümlü Tanrı” diye de anılan devletin eleştirisine yönelmektedir. Buna göre yabancılaşma, insanın kendi varoluşunun, kendi eyleminin bir yaratısı olan devleti kendi üzerinde bir güç hâline getirip ona âdetâ bir Tanrı gibi tapınmasını, onun hâkimiyeti altına girmesini ifâde etmektedir.
YABANCILAŞMA VE KAPİTALİZM
Marx, gençlik döneminde bu din ve siyâset alanlarındaki yabancılaşma kavramını eleştirel bir biçimde ele alan yazılarında ve daha sonra da kapitalizm eleştirisinde, yabancılaşma kavramınabugün kullandığımız içeriğini kazandırmıştır. Buna göre yabancılaşmanın, daha doğrusu dinî ve siyâsî yabancılaşmanın temelinde, insanın kapitalist üretim sürecindeki yabancılaşması yatmaktadır.
Bilindiği gibi kapitalizmin diğer üretim biçimlerinden ayrıldığı en önemli husus, “emeğin metalaşması”, bir diğer deyişle insan emeğinin piyasada ücret karşılığı serbestçe alım- satım konusu yapılabilen bir mal (meta) hâline gelmesidir. Marx’a göre, bir yanıyla kölelik ve serflik tarzlarından farklı olarak, emeğin özgürleşmesini ifâde eden bu olgu diğer yanıyla insanı insan yapan en temel niteliğin, yâni insanın yaratıcı potansiyeli olan emek gücünün, yine insan tarafından bir başkasının emrine girmek üzere “satılması”dır. Kapitalizm, insanın yaşamak için kendisini insan yapan bu yaratıcı potansiyelini bir başkasının emrine satmak zorunda olduğu bir üretim tarzıdır ve bu niteliğiyle de “gayri insanî”dir. Çünkü, kapitalizmde insan, önce başkasının emrine göre hareket etmek üzere sattığı emek gücüne, sonra bu emek gücünün ortaya çıkardığı ürüne yabancılaşmaktadır; ne emek gücü ne de bu emek gücünün ürünü kendisine âit değildir.
Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak insan, bütün olarak üretim sürecine ve bu üretim süreci içindeki insan ilişkilerine de yabancılaşmakta, insanın insanla olan ilişkisi, insanlar üzerinden değil, emtia ya da şeyler üzerinden kurulmaktadır. Böylece, insan bir tür olarak insanlığa mensup olduğunu da idrâk edememekte, özetle insanlığına ve giderek tüm evrene, doğaya da yabancılaşmaktadır.
Bu çözümlemenin Marx’ın olgunluk dönemi eserlerindeki kavramsal karşılığı, kapitalizmde insanlar arasındaki ilişkilerin insan olarak değil de “şeyler” aracılığıyla kurulduğu ve “meta fetişizmi”nin geçerli olduğu yönündedir ki, özellikle meta fetişizmini yabancılaşmanın en ileri seviyesi olarak kabûl etmek yerinde olacaktır.
DEPREM VE YABANCILAŞMA
Deprem, toplumca nasıl bir yabancılaşma içinde olduğumuzu maalesef çok çarpıcı yüzleriyle ortaya koymuş durumda. Öncelikle dikkât çekici olan bir nokta, depremin neden olduğu yıkımın bir “tabiî âfet” olarak nitelenmesi. “Âfet” kelimesini sözlük, “önlenmesi elde olmayan büyük felâket, belâ, musîbet, bâdire” diye tanımlıyor. *
Bir bakıma doğru, depremi önlemek insanın elinde değil. Yâni, “insan dışındaki” bir gücün, tabiatın, doğanın hareketinden bahsediyoruz. Bununla birlikte, insan olarak bu hareketin nerede ve nasıl gerçekleşebileceğini, neredeyse kesine yakın bir biçimde biliyoruz. Ayrıca, “deprem” dediğimiz bu doğa olayının insan hayâtı üzerindeki etkilerini nasıl asgarî düzeye indirebileceğimizi de biliyoruz. Bilmediğimiz tek şey, bu hareketin ne zaman olacağı. Dolayısıyla, deprem denilen olayın bir “âfet” hâline gelmesini önlemek insan olarak elimizde. Nitekim, başka diyarlarda yaşayan başka toplumların insanları bu beceriyi göstermişler, deprem o ülkelerde böyle bir “âfet”e dönüşmüyor. Bu durumda, o toplumların “yabancılaşma”nın üstesinden gelmiş olduklarını mı ileri süreceğiz? Tabiî ki hayır.
Ancak, dünyâ üzerinde öyle toplumlar var ki, o toplumlarda insanlar daha insanî bir vâroluşu mümkün kılmak için belirli bir çaba gösteriyorlar ve başarılı oluyorlar. Bir doğal âfetin yıkıcı etkilerinden korunmayı başarabilmek, o toplumların insana verdikleri değerin çok ileri bir seviyede olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin farkı, bu “tabiî âfet” yaklaşımında, konuyu insanüstü güçlerin önlenemez tahribâtı olarak açıklamaya çalışmanın hâlâ çok revaçta olması.
Bu, referansı din olan bir düşünce tarzının içinde anlamlandırılması gereken bir tavır. Bununla birlikte, çoğu kez “tevekkül” kavramıyla birlikte anılan bu tavrın geçerli olabilmesi için, öncelikle gerekli olan hususlardan biri, insanın kendi aklıyla, kendi irâdesiyle, kendisine yaraşırolanı gerçekleştirebilmek için yapabileceğinin âzâmîsini yapması, ancak bundan sonra birmüsîbet başına gelirse bunu “tevekkül” ile karşılaması mümkündür. Musîbeti önlemek için hiçbir şey yapmamış olmak, sorumluluğu Tanrı’ya havâle etmeyi de imkânsızlaştırıyor.
Bu durumda, depremin bir “âfet” hâline gelmesinde temel sorumluluğun yöneleceği adres, kaçınılmaz olarak, “devlet” oluyor. Hem gerekli tedbirleri almakta yetersiz kaldığı, hem de deprem sonrasındaki müdahale, arama-kurtarma ve insan hayatı için gerekli asgarî koşulları sağlama konularında da yetersizliği ortaya çıkan “devlet”. Fakat, burada da yaygın bir “siyâsî yabancılaşma” içinde olduğumuz gözleniyor. Bir tarafta “devletin her zaman ve her yerde hazır ve nâzır olduğu”nu ileri süren, bir anlamda devleti bir yeryüzü Tanrısı gibi görenler var, diğer yanda ise, devlet ile “hükûmet”i birbirinden ayırıp, suçu hükûmete yükleyerek devleti sorumluluktan kurtarmaya çalışanlar yer alıyor.
İktidar, yâni hükûmet yanlıları daha çok birinci grupta yer alırken, özellikle resmî muhalefetin ikinci grupta yoğunlaştığı gözleniyor. Birinci grupta açıkça, ikinci grupta ise zımnen vâr olan tavır, devletin her türlü eleştiriden münezzeh tutulması. İktidar yanlıları devlet ile hükûmeti özdeş kabul ettikleri için, devleti tenzih ettiğinizde hükûmeti de tenzih edip, âfetin sorumluluğunu Doğa’ya, Tanrı’ya, Kader’e ve bilemediniz birkaç “yozlaşmış” müteahhide atfederek konuyu geçiştirmek eğilimindeler.
Oysa, dramatik sonuçlarına ân be ân tanıklık ettiğimiz hâdiseler zinciri bize gösteriyor ki, Türkiye toplumunda devletin her kurumu artık yabancılaşmanın en ileri düzeyi olan “meta fetişizmi”ne batacak ölçüde bir değişim geçirmiş. Kapitalist düzende, insanın bir tür olarak insanlığa âidiyetinin belki küçük de olsa bir işâreti, belki bir kırıntısı sayılması gereken kamusal iyilik kurumları dahi, kâr peşinde koşan işletmelere dönüştürülmüş. Kızılay Çadır ve Tekstil Şirketi’nin durumu bize, “yabancılaşma”nın ne düzeye varmış olduğunu artık en çarpıcı biçimde göstermiş olmalı.
Ezcümle, “kader plânı”, “helâllik”, “kutsal devlet-kötü hükûmet” gibi kavramların belirleyici olduğu bir zihniyet içinde sorunların üstesinden gelmemiz mümkün görünmüyor. Aslolan, her düzeyde beşerî vâr oluşumuzu belirleyen yabancılaşmanın üstesinden gelebilmektir ki, “siyâsî yabancılaşma” ile mücadele ederek anlamlı bir başlangıç yapabiliriz sanıyorum. Bunun da anlamı devletin, Türkiye toplumunda yaşayan bireylerin ve halkların kurduğu ve onların irâdesine tâbi olan bir siyâsî örgütlenme hâlinde yeniden inşâ edilmesi gerektiğidir.
* İlhan Avyerdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı Lügâtı.
Kaynak: Farklı Bakış