Silâhsız Kürtlerin (Kürt halkı) silâha ve silâhlı Kürtlere (PKK) tavrının başlangıçtan bu yana hangi aşamalardan geçip kırmızı karta vardığını ele aldığım dizinin son bölümündeyiz.
2004’teki sarı karttan sonra Kürtlerin silâh karşıtı eğilimleri bir daha eskiye dönmemek üzere büyümeye devam etti. Bunda başlıca iki etmen temel rol oynadı: 2005’ten itibaren Kürt kimliği bağlamında o zamana kadar tabu sayılan bazı alanlarda önemli ilerlemeler sağlanması ve legal Kürt hareketinin güçlenerek siyasal talepte bulunma kapasitesinin artması.
Ne var ki bu gelişmeler PKK’da ontolojik endişelere yol açıyor, örgüt Kürt halkındaki silâh antipatisinin bir süre sonra PKK’nın silâhlı varlığını anlamsızlaştırabileceğini hissediyordu.
1999’da başlayan ateşkesin 2005’te bozulması kararını veren Abdullah Öcalan, 2011’de başlayan Arap baharının ilk dönemindeki silâhsız kitlesel eylemlerin verdiği ilhamla, silâh konusunda örgütünden farklı bir bakış açısı geliştirmeye başladı. Mısır’da Tahrir meydanındaki, yüz binlerce insanın katıldığı ve şiddetin her türünü dışlayan direniş sürerken, avukatları aracılığıyla dışarıya şu mesajı gönderdi:
“(…) Örneğin Diyarbakır’da halk, Mısır’daki gibi günlerce sokaklardan ayrılmazsa, taleplerini dile getirirse, işte o zaman barış gelir, bakın bakalım o zaman AKP kalır mı kalmaz mı, işte o zaman Erdoğan’ın kendisi bu sorunun çözümünü talep edecektir. Ayrıca Diyarbakır’da milyonlarca kişiyi biraraya toplayacak güçleri de vardır. Bu yöntem de bir özsavunmadır. Ben burada tahrikçilik yapmıyorum. Kürt sorununun demokratik-barışçıl çözümünün yollarını arıyorum.”
Öcalan’ın sözlerinden iki ay kadar sonra (Nisan 2011) Diyarbakır’da “demokratik çözüm çadırları” kuruldu ve halka “sivil itaatsizlik” çağrısı yapıldı… Ahmet Türk, “Panzerler bizi ezseler dahi hiçbir eyleme karşılık vermeyeceğiz” diyerek tipik bir “Tahrir direnişi” tarifi yaptı ama işler tam öyle gitmedi. Hattâ bir aşamada Abdullah Öcalan devreye girmek ve “Taşa sopaya gerek yok” demek zorunda kaldı.
Hiç kuşkusuz “sivil itaatsizlik”in “Tahrir tarzı”nda yürütülememesinde, devletin nasıl mücadele edeceğini bilmediği pasif direnişi çığırından çıkartıp, nasıl mücadele edeceğini çok iyi bildiği bir biçime büründürmek için giriştiği kışkırtıcı çabaların önemli bir rolü vardı. Bir fotoğrafı hiç unutamıyorum: Polisler “demokratik çözüm” çadırlarından birini boşaltmışlar, her nedense katlamadan, kazıklarından tutarak götürüyorlardı… “Çözüm çadırı” dört kişinin arasında tıpkı bir tabuta benzemişti… Çok düşündürücü, ürpertici bir fotoğraftı.
Fakat asıl düşündürücü olan, PKK’nın, Öcalan’ın çağrısıyla başlatılan sivil itaatsizlikten fazla hoşlanmadığını gösteren işaretlerdi. Eylül 2011’de kaleme aldığım bir yazıda PKK’nın tavrını şöyle değerlendirmiştim:
“Başbakan Erdoğan’ın ‘Sivil itaatsizlik değil, sivil iradesizlik’ diyerek direnişin gerçek sahibi olduğunu imâ ettiği PKK, aslında eylemlere şöyle gönülden, okkalı bir destek vermemişti. Sanki pek de hoşlanmamıştı bu işten… Ve eylemler söndü gitti…
“O günlerde sivil itaatsizliğin böyle bir akıbete uğraması, özellikle de PKK’nın tavrı üzerine çok düşündüm… Sonunda, PKK’nın AK Parti’yi, devleti ve hükümeti gerçekten de çok zor duruma düşürecek bu mücadeleye ‘soğuk’ durmasının kendisi açısından ‘makul’ bir nedenini buldum: Düşünün; PKK’nın silâhla bir türlü ulaşamadığı hedeflere Diyarbakır Tahriri’yle ulaşılıyor… PKK’nın böyle bir sonuçla çok ciddi bir inisiyatif kaybına uğrayacağı açık değil mi?
“Bilmiyorum, belki de Öcalan ‘Tahrir’ önerisi ile böyle bir şeyi (de) hedeflemişti… Ve belki PKK da tam bu nedenle eylemlere ‘soğuk’ durmuştu. (Öcalan’ın PKK’yı tümden devre dışına itecek bir stratejisi olduğundan söz etmiyorum; Öcalan’ın PKK’sız, PKK’nın da Öcalan’sız yapamayacağını biliyorum.)
“Hatırlayın: Sivil itaatsizlik eylemlerinden birkaç ay sonra Öcalan “Devletle anlaştım, savaşa gerek yok” dediğinde PKK –benim tam emin olamadığım bir teoriye göre– ‘örgütsel beka korkusu’na kapılmış, Öcalan’ı ‘İmralı’ya gömmek’ pahasına savaşı hızlandırmıştı.
“Bu teori doğruysa, PKK’nın Diyarbakır Tahrir’ine soğuk davranmasını da ‘örgütsel beka korkusu’yla açıklayabiliriz…”
Silah konusunda Öcalan adım adım örgütünden ayrışırken, 2015’te kart kırmızıya dönüyor
Çözüm çadırlarının dağıtılmasından iki ay kadar sonra, Temmuz 2011’den itibaren yeni bir çatışmalı süreç başladı, ta ki 2013’teki Çözüm Süreci’ne kadar…
Fakat silâha karşı yaklaşım konusunda Kürt tarafında tablo artık netleşmişti: Bir yanda Silâhsız Kürtler, Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP ve Öcalan, öbür tarafta PKK…
Çözüm Süreci’nin PKK’dan ve Erdoğan’dan gelen karşılıklı volelerle ekarte edilmesinden bir süre sonra (ki Çözüm Süreci’nin gömülmesi, gerek devlet-iktidar, gerek PKK için bir kazan-kazan operasyonuydu), PKK Güneydoğu’daki Kürt şehirlerinde alan tutmayı ve orada kalıp devlete karşı direnmeyi hedefleyen Hendek çatışmalarını başlattı. Bu da Kürtlerin silâha ve silâhlı direnişte ısrar ettiği sürece PKK’ya geri dönüşsüz bir kırmızı kart göstermesi sonucunu doğurdu.
O günlere biraz bakalım…
PKK şehir savaşlarını başlatırken sıradan Kürtleri militanlaştırabileceğini ummuştu. Ne var ki bütün çağrılara rağmen bu gerçekleşmedi.
PKK-KCK’nın çağrıları cevapsız kaldıkça, her yeni çağrıya bir hayret ifadesi siniyor; 30 yıldır dağda savaşan militanların diline, “uğruna mücadele ettikleri” halkın “ilgisizliğini” anlayamadıklarını imâ eden sitemkâr, duygusal bir ton yerleşiyordu. Mesela, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı tarafından yayımlanan “Göçertme politikasına karşı direnelim” başlıklı çağrıda şöyle deniyordu:
“Türk devletinin bu göçertme politikasına karşı tüm Kürt halkı var olma direnişi göstermelidir. En büyük var olma direnişi tüm baskılara rağmen toprağına, taşına sarılmaktır. Soykırımcılara inat evimizi, sokağımızı, mahallemizi terk etmemek bir var olma direnişidir. (…) Yaşanılacaksa da mahallemizde, ilimizde ve ilçemizde yaşanılmalıdır. Evimizi ve barkımızı terk etmek, daha baştan ölümü kabullenmektir. Sevilecek, yaşanılacak yaşam, ölümsüz şehidimiz Kemal Pir’in dediği gibi ‘uğruna ölünecek yaşam’dır. (…) Her çiçek toprağında güzeldir. Her çiçek toprağında kendi yaşamını var edebilir; en güzel renklerini ve kokusunu verir. Hiçbir zalim elin ve psikolojik savaşın bizleri toprağımızdan koparmasına izin vermeyelim. Gül gibi dikenlerimizle, direnişimizle varlığımızı koruyalım!’’
Ne var ki olmadı, hiçbir çağrı sonuç getirmedi.
Sırrı Süreyya Önder 2017’de, o günlerde Öcalan’ın da PKK’nın çağrısına karşı geldiğini ve bunu dışarıya ilettiğini açıklayacaktı:
“Sayın Öcalan İmralı’da dedi ki: ‘Bir devlet hendeği kabul edemez. Bu onun direkt egemenlik hakkına bir tecavüzdür.’ Sayın İdris Baluken, Sayın Pervin Buldan’a da özel olarak rica etti: ‘Gidin bunu araştırın ve benim tarafımdan kabul edilemez olduğunu her kim yapıyorsa söyleyin.’”
‘Hendek’ tecrübesi Kürtlerin PKK’nın ayaklanma çağrılarına ve silâhlı mücadeleye muhtemelen hiçbir zaman icabet etmeyeceğini ve geri dönüşsüz bir kırmızı kartı ima ediyordu.
Aslında silâh çok uzun bir zamandır devletin silâhsız Kürtlerin ve onların partilerinin üzerinde kurduğu baskının meşruiyet aracından başka bir şey değildi. Yani çoktan terk edilmeliydi.
Bu yazıyı 2012’de kaleme aldığım “PKK’da olmayan şey: Şehâmet” başlıklı yazının giriş cümlesiyle noktalıyorum:
“Haklı bir isyanı başlatmak için ‘celâdet’ yeter, fakat onu tarihsel olarak doğru bir noktada durdurmak için ‘şehâmet’ sahibi olmak gerekir, PKK’da olmayan da bu galiba.” (Celâdet: bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik… Şehâmet: zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik – Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.)