Otoriterlik son yıllarda Erdoğan’ın uygulamalarıyla bilinse de Türkiye siyaset tarihinde yeni bir şey değil. Osmanlı’nın son döneminden, Cumhuriyet’in çeşitli dönemlerine kadar hep var oldu. Gelecekte ise Türkiye’nin nasıl bir siyasal geleceği belirleyeceğini Tarık Çelenk yazdı.
Bir dostumun yıllar önce kulağıma fısıldadığı şu cümleyi hep hatırlarım “müstebidin-otoriterin camiye gitmeyenine ulusalcı, gidenine de milliyetçi diyorlar” Bu sözün her iki taraf açısından da abartıcılığı tartışmalıdır ancak şu an cami dışındaki ulusalcılar ve eski siyasal İslamcılar aynı davada buluşmuş gözükmekteler.
Eski bir CHP’li olan ve ulusalcı fikirleri ile maruf vekil Teğmen Sayın M. Ali Çelebi’nin AK partiye geçme kararına ilişkin tartışmalar gündemdeki yerini korumakta. Bu tartışmalar, kamuoyundaki İslamcı siyaset ile Avrasyacı seküler ulusalcı siyaset iş birlikteliğinin ortak doğal özüne ilişkin görüşleri de pekiştirmekte.
İşin ilginç ve tuhaf yanı, enternasyonal bir İslam ümmeti birliğini savunan İslamcı siyasetin, Türklüğü tek seküler ulus ve Avrasya halklarının bir parçası olarak kabullenen ulusalcılarla nasıl ortak bir siyasi gelecek tasarımı yapabildiğine ilişkindir.
Rivayet midir yoksa yakıştırma mıdır bilinmez ama Talat paşanın Abdülhamit hakkında birbirimizi geç ve yanlış tanımışız dediği söylenir. Bu da bize bu tartışmalara dair iki ana hususu öne çıkarmakta. İlki, her iki dönemde uygulanan İslamcı ve ulusalcı politikaların özde devletin bekası politikaları olduğunu. İkincisi ise Abdülhamit ve İttihatçı siyasetin, otoriterliği, kendi anlayışlarına göre, devletin bekasının korunması için kaçınılmaz bir yöntem kabul etmelerini.
Bu çıkarım bize ulusalcılar ve İslamcıların önemli bölümünün bugünkü ittifakının devlet, beka ve otoriterlik merkezli bir tarihsel arka planının da olduğunu anımsatmaktadır. Bu arada İttihatçıların 10 yıl içinde ülkeyi Mondros mütarekesi şartlarına getirdikleri ve beka sorununu da çözemediklerini, Abdülhamit ve İttihatçıların döneminde 1-2 başarı dışında hiçbir sonuç alıcı askeri başarı elde edemediklerini, dönemin bir kısım paşa ve bürokratlarının da tarihsel yolsuzluk rekorları kırdıklarını da ifade edelim.
Görünen tarafı ile bugünkü İslamcı siyaset maddi kazanımlarını koruma noktasında, ulusalcılarda ideolojik hedeflerinin yoluna koyulma noktasında ortak bir ergime noktasını yakalamış gözükmekteler. İslamcılar M. Kemal Atatürk’ün kurtuluş savaşı ve ulus inşası rolüne saygıda kusur etmezken, ulusalcılar da artık “2000’e doğru” dergisi sicillerini temizler gibi Peygamber (a.s) ve ritüellere ilişkin saygıya dikkat etmektedirler.
Bir görüşe göre de bu ittifak, maddi kazanımların korunması ve ideolojik tarihsel takıntılar üzerine değil de tamamen derinlerden gelen bir kanadın tarihsel bir devlet beka projesinin arzusu üzerine oluşturulmaktadır. Bu bakışa göre parlamenter sistem, güçler ayrılığı, hukuk ve demokrasi tarihsel coğrafyada ülkenin bekasına ilişkin mücadelede bir şekilde zafiyet yaratmaktadır. Bunun için sorunlu da olsa şu anki başkanlık sisteminden taviz verilmemelidir.
Bu durum aslında 1913’te bir hükümet darbesiyle tamamen otoriter bir yönetim kuran İttihatçıların retoriğine de oldukça benzeşim göstermektedir. 1912 balkan bozgunu deneyimli İttihatçılar, karşı karşıya kaldıkları gerçek beka sorununa karşılık, Türk-İslam sentezi esaslı tek bir ulus kimliği inşası için kollarını sıvamışlardı. Tehcir, varlık vergisi veya mübadele adı altında gayri-Müslim unsurların Anadolu’dan arındırılması başarılmıştı. Kurucu Müslüman anasır Balkan, Kafkas göçmenleri, Manav-Yörükler ve Kürtlerden oluşuyordu.
Cumhuriyetin kuruluşu ile laik devrimler Türk-İslam sentezli ulus inşasını, Sekülerize ederek Türk ulus inşasına çevirdi. Kürt sorunu hesapta yoktu.
1913’ten itibaren başlayan güvenlik-beka endeksli otoriter yönetim ancak 1950’ye kadar devam edebildi. II. Dünya savaşından sonra yeni bir soğuk savaş düzeni kuruluyordu. Türkiye yine bir yönüyle güvenlik-beka endeksli tercihini Hür dünya yanında NATO ile kullanıp demokrasiye geçebildi. 1990’larda ise artık Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte yeni bir istikrarsızlık dönemi baş gösteriyordu.
Yugoslavya iç savaşı ve Ortadoğu’daki karışıklıklar bir göstergeydi. Kürt sorunu iç ve dış boyutlarıyla kendini artık farklı veçhelerle Türkiye için kendini hissettiriyordu. Devlet güvenlik bürokrasisi bu aşamada kendini Batı ile veya demokrasi ile yönetilen ülkeler arasında konumunu güvenlik bazlı sorgulamaya başladı. AB modeli ve ABD’nin yeni Ortadoğu haritaları Kürt sorununa ilişkin, devlet tarafından tedirginlikle karşılanıyordu. Rusya ve Çin gibi Avrasya ülkelerinin ayrılıkçı hareketlere karşı uyguladığı sert, pratik ve hızlı yöntemler cazip gelmeye başlamıştı. Bu durum, ulusalcı Avrasyacı eğilimi, devlet bürokrasisi içinde güçlendirmeye başladı.
Bugün de rıza üretmeden tepeden otoriterlikle devam ettirilmeye çalışılan model sorunludur. Problemleri teşhis ve tedavi edebilecek bir özgüven ve milli düşünce birikiminden yoksundur. Çözüm odaklı değil erteleme odaklıdır.
Toplumda ve devletin bir kanadında hâlâ Yunanlıların batı Anadolu ve İstanbul’da gözü olduğu, Kürt ayrılıkçılığının toplumda ciddi karşılığının bulunduğu, Ermenilerin toprak taleplerinin gündemde olduğu savları ciddi kabul edilmektedir. Hatta buna ilaveten ABD’nin Dedeağaç’ta ülkemizi işgal edebilmek için ciddi tank taburlarını oluşturduğuna dikkat çekilmektedir. Ama ne hikmetse defalarca Yeşilköy’e gelmiş yıllarca Kars ve Erzurum’u işgal etmiş Rusya hakkında ise mahallede herhangi bir suizan da bulunmamaktadır.
Uluslararası hukuk ve taraflarca tartışmalı olan Mavi Vatan, hangi hükümetçe yönetildiği tartışmalı Libya ile münhasır ekonomik alan anlaşmaları ve bunların anonsları bu dönemin ruhuna uygun düşmekte. Suriye’de Kürt koridorunun denize açılmasının engellenmesine yönelik kararlı ve başarılı operasyonları, Karabağ’daki başarılarımızı da bir gerçek olarak bu anlatıma ilave edebiliriz. Bu süreçlerde etkili olan savunma sanayi yatırımları ve lider diplomasisi de kamuoyunun ilgisini çekmekte.
İşin bir başka tarihsel ilginç yanı, İttihatçıların katıldıkları seçimlerde başta Hürriyet ve itilaf fırkası olmak üzere, muhalif partilere karşı yaptıkları cephe politikaları ve bekaya ihanet suçlamaları bugünkü İslamcı-ulusalcı ittifakının retoriğine de bayağı uygun düşmekte.
Zafiyetleri ve sorunlarına karşı altılı masanın varlığı bu ittifakı bayağı rahatsız etmekte. Suçlamalar ise tamamen 1912 güvenlik paradigma modelinde.
Bugün de rıza üretmeden tepeden otoriterlikle devam ettirilmeye çalışılan model sorunludur. Problemleri teşhis ve tedavi edebilecek bir özgüven ve milli düşünce birikiminden yoksundur. Çözüm odaklı değil erteleme odaklıdır. Sorunun esası Türk modernleşme düşüncesindeki eksikliklere dayanır. Türk modernleşme düşüncesi evrensel bir felsefi sorgulama ve yüzleşmeyle başlayamadı. Devlet nasıl yeniden onarılır ve kurtarılır ile başladı. İttihatçılar acilci ve eylemciydiler. Şansızlıkları hep savaşın içinde olmalarıydı. İcraat önden fikir arkadan gelirdi. Duygusal ve romantiktiler.
Bugün için tartışmaların gizli gündem olarak odağında, 6’lı grup pek dikkat etmese de devlet mi yoksa insan merkezli mi bir güvenlik ve beka politikası uygulanacağı var. Karşımızda AB, ABD, Rusya ve Çin örnekleriyle durmakta. Şu ana kadar hiçbir ulusalcı veya batıya muhalif siyasal İslamcının kendilerinin veya ailelerinin yaşamak için, model verdikleri otoriter ülkeleri tercih ettikleri görülemedi.
Önümüzdeki seçim ülkemiz tarihinin içindeki belki de en kritik seçim olacaktır.
Türkiye, otoriterlik ile ancak sağlanabilecek 1912 güvenlik modeline mi, yoksa demokrasi ile pekiştirilecek aidiyet ve refahın sağlayabileceği 21. Yüzyılın güvenlik modeliyle mi yönetileceğinin kararını kendisi verecektir.
Kahnak: Farklı Bakış