Avrupa'daki mezhep savaşlarının bir ürünü olan ve bu açıdan bir ölçüde mazur görülebilecek olan demokrasilerin laisizmle koşullu anlayışı belli bir geçiş evresinde makul olsa da, kamusal alanı ilanihaye bu tür bir baskı içerisinde tutmanın yol açtığı olumsuzluklar zaman içerisinde belirginlik kazanmış ve ortaya çıkan sorunların giderilmesi için farklı stratejilerin müzakeresi sürdürülmektedir.
Başlangıcı itibarıyla kamusal alanı kilisenin baskısından kurtararak tarafsızlaştırmayı amaçlayan bu yaklaşım, süreç içerisinde toplumun bir kesimini kamusal alandan uzaklaştırırken, diğer kesimlere haksız bir avantaj kazandıran; bu durumda ise demokratik çoğulculuk kadar rekabeti de imkânsızlaştıran bir vasata yol açmıştır.
Demokratik rekabeti eşit koşullara getirme çabasının bir yöntemi olarak ileri sürülen laiklik, giderek belli bir toplumsal kesimin iktidar aracı haline geldiğinden, bu kez karşı bir dinî tutum, yani pozitivizmin dinselleştirilmesine dayanan başka bir baskıcı ideolojiye dönüşmüştür.
Toplumu olağanlaştırmanın bu yöntemi, kilisenin veya günümüzde Fransa'da Müslümanlara karşı uygulanmaya çalışılan dışlayıcı bir yolla genel olarak dinin demokratik süreç üzerindeki baskısını ortadan kaldırmaya çalışırken, toplumun belli bir kesimini demokratik "oyun"dan dışlamanın bir mekanizması ve cumhuriyetçi ideolojilerin bir iktidar aracı haline gelerek, yeni bir toplumsal travmaya yol açmıştır.
Tabi benzeri bir süreç İran'da, Cezayir'de, Mısır'da veya Çin'de rejimi koruma adına muhalifleri veya farklı aidiyetleri sindirmenin bir yöntemine de dönüşmüş durumda.
Bu durumda en olumlu yol, doğrudan bu tip (cumhuriyetçi) ve otoriter geleneklere eklemlenmek yerine (elbette ki olumlu tecrübelerden yararlanılabilir), siyasal süreçlere toplumsal katılımı artırmayı amaçlamaktır.
Bu ise doğrudan demokrasi tartışmaları üzerinden sürdürüleceği gibi, kendi tarihimizdeki unutulmaya yüz tutmuş deneyimlere de başvurulabilir.
Sözgelimi Ebu Hanife'nin (ve benzeri birçok şahsiyetin) kendi hayatları pahasına savunmaya çalıştıkları, günümüzde iktidara ait kılınmış olan birçok kamusal ve sivil uğraşın (eğitim, ticaret, din, siyaset ve hatta hukuk) toplumsallaştırılması; yani toplumun aktifleştirilerek, devletinse görece olarak daha kısıtlı bir konuma çekildiği bir "sivil" anlayışın canlandırılması gibi.
Bu anlayış aslında Kur'an'ın temel düsturlarından birisi olan "iyiliğin savunulması ve kötülüğün önlenmesi" (emri bil maruf, nehyi anil münker) faaliyetinin de bir yöntemidir.
Dolayısıyla ve özellikle İslam dünyasının temel sorunu, bir iktidar aklı ya da çıkarı uğruna aklını kullanma kapasitesinden yoksunlaştırılarak veya dışlanarak zaafa düşürülmüş olan toplumun yeniden etkinleştirilmesidir.
Ama orada da kalınmamalı, İslam dünyası kendisine uygun olan ama özellikle özgürleşme, çoğulculuk, içtihad, istişare ve adalet gibi temel ilkeleri esas alan yeni bir siyasal anlayışı geliştirmelidir.
Son yıllarda bu bağlamdaki bazı farklı yollar, Batı'ya daha yakın olan Bosna ve Tunus tecrübelerinde denenmeye çalışılmaktadır.
Bu çabalar, İslam dünyasının tarihsel tecrübeleri yanında, Batı modernleşmesinin tecrübesini de esas alarak ama Kemalizm'in ilk kuşak tecrübesi gibi bunu doğrudan katı bir Batılılaşma yoluyla değil de, kendilerince (özgün) bir modernleşme yolu olarak uygulamaya çalışmaktadırlar.
Aliya kadar Gannuşi'nin de bu konudaki kararlılıkları ve demokrasiyi geleneksel "hilafet yönetimi"ne tercihlerindeki saik oldukça açıktır: çoğulculuk ve özgürlük.
Nitekim bu vurgu, Aliya'nın "diktatörlük günahları yasaklasa da ahlaksız, demokrasi ise ona izin verse de ahlaklıdır" sözünde oldukça çarpıcı bir biçimde ifade edilir.
Dolayısıyla da Ömer bin Abdülaziz'in de sözünü ettiği ama orada kalan "şura sistemi" ideali ve oldukça zor şartlarda da olsa ortaya koyduğu adaletli toplum pratiği, geleneksel hilafet anlayışındansa, günümüz demokrasilerine daha yakın bulunmaktadır.
Mustafa Kemal veya takipçisi Muhammed Ali Cinnah gibi siyasiler tarafından oluşturulan ve gayrimüslimlerle Müslümanların mübadelesiyle ülke nüfusunun homojenleştirilmesine dayandırılan "Müslüman Ulus" telakkisi ise İslam'a, Osmanlıların veya günümüzde Aliya'nın gayrimüslimlerle Müslümanların bir arada yaşamasını esas aldıkları anlayıştan daha fazla yakın değildir.
Zira Müslüman bir "ümmet" kavramı, nüfusun bütünüyle Müslümanlaştırıldığı (homojenize edildiği) bir toplumsallıktan ziyade, farklılıklarla bir arada yaşayabilme becerisinin gösterildiği bir anlayışa daha uygundur.
Gerçi bu yaşama biçiminde de, bazı başka eşitsizlikler ve haksızlıklar çıkmamış değildir. Osmanlı modernleşmesi ise, ağır aksak da olsa bu tür sorunları aşma çabası içerisindeydi.
Ama Fransız ulusçuluğuna dayanan Kemalizm, İttihatçı seleflerinden başlayan bir süreç içerisinde, bu çabaları büsbütün reddeden ve demokratik çoğulculuğu hiçe sayan bir eda ile ulusalcı bir laik cumhuriyetçilik stratejisine yönelecektir.
Bu ise sonuçta etnik arındırma ve mübadele yöntemlerine dayanan bir uluslaşma çabasıdır. Oysa Osmanlı toplumu, farklılıklarla birlikte bir "ümmet" (toplum) oluşturma çabası içerisindeydi.
Tehcir, tenkil ve mübadelelerle eksiltilen toplum ise belli ölçülerde homojenleştirilse de, toplumsal çeşitliliğini ve zenginliğini kaybeden "vasat" bir toplum haline gelecekti.
Oysa meselelere olumsuz yönlerinden ziyade olumlu açılardan yaklaşılarak, etkileri günümüzde de hissedildiği bir biçimde, kirli su ile birlikte bebeğin de atıldığı toptancı bir etnik arındırma siyasetine girilmeyebilir; sahip olunan demografik zenginliklerden, basit çıkarlar veya ideolojik telakkiler uğruna vaz geçilmeyebilirdi.
Kaldı ki mesele salt biçimsel bir toplumsal faydaya da indirgenemez. Meselenin esası, toplumsal ve coğrafî ontolojilerin, yani kültürel coğrafyaların kimyasının bozulmamasıdır.
Zira dinler, diller ve ırklar Allah'ın ayetleridir ve tıpkı tabiatta farklı canlıların bir-arada yaşamaları gibi, etnik ve dinî farklılıklar da, bir-arada ve birlikte yaşayabilme becerisini gösterebilmelidir.
Ulusalcı cumhuriyetçiliğin popüler olduğu o yıllarda ise, farklılıkların rekabetçi çoğulluğuna dayanan demokratik siyaset üzerinde düşünülmediği gibi, toplumsal farklılıkları bastırarak suskunlaştıran cumhuriyetçiliğin aynı zamanda toplumu kötürümleştiren ve farklılıkları siyasetten olduğu kadar sair toplumsal etkinliklerden de dışlayan bu yaklaşımının, toplumu ne denli yoksullaştırdığı üzerinde ise pek de durulmamıştır.
Bu biçimsel kolaycılığın yarattığı sorunlar kadar, toplumsal faalliği ve kültürel çeşitliliği etkisizleştiren bu tekbiçimcilik ve farklılıkları toplumsal üretimlerden uzaklaştıran bu verimsizlik ise etkilerini zaman içerisinde gösterdiğinden, zamanla bu gidişattan çıkılmaya çalışılsa da, bu konudaki yeteneklerini ve kültürünü büyük ölçüde yitiren toplum, edinmiş olduğu ulusalcı zihniyetin de etkisiyle, özellikle Kürtler, Aleviler ve gayrimüslimler üzerine konulan çekincelerinden hâlâ vaz geçebilmiş değildir.
Bu konuda İslami tecrübenin de, bastırılmış ve çoğulcu niteliklerini yitirmiş tarafları üzerinde yeniden durulmalı ve bunu engelleyen tarihsel çekinceler bertaraf edilerek, yenilenmiş, farklılıkları kavrayan, toplumsallığı etkinleştiren yollar açılmalıdır.
Nitekim Sudanlı düşünür Abdülvahab el-Efendi, aklın ve ahlakın birbirinden koparılmadığı bir demokrasinin, ayrıca "İslamî demokrasi" ya da "şura" olarak tanımlanmasına da gerek olmadığını söylemektedir.
Demokratik süreçler ise oldukça karmaşık etkenlerin (duygular, kültürler, örfler, aidiyetler…) faalleştirilmesini gerektirmektedir.
Siyasal ve toplumsal karar alma süreçlerinde rasyonalitenin tek başına yeterli olmadığını ise, toplama kamplarında uygulanan "verimlilik" ve "rasyonelliğin" bize gösterdiğini vurgulayan el-Efendi, İslam dünyasının ihtiyacının doğrudan demokrasi olduğunu söyler. 1
Benzer bir yaklaşım içerisinde olan Gannuşi'nin iktidarı muhalefetle paylaşma erdemini göstermesi kadar, Aliya'nın çok dilli ve çok dinli federatif mirası, İslam dünyası açısından çığır açıcı örneklikler olsa da, bu dünya üzerinde, Aliya'nın isminden başka kıymeti haiz ve dikkate alınan bir yönü yoktur.
Zira İslam dünyası kendi tarihsel ağırlığının girdabından bir türlü çıkamamakta, bu tip dalgaların sarsıcı etkisi ise, kalıcı sonuçlara dönüşememektedir.
"Kıymetli yalnızlığımız", bilmekteyiz ki sadece bir avuntudur. Aliya veya Gannuşi'vari bilgelikler ise, bu bilgeliklerin farkına bile varamayan bir dünya açısından, gelgeç maceralar olarak gözükür.
Aşinası olduğumuz hoyratlıklarımız, güzel örneklikleri sadece alkışlamakla yetinir. Bu tip örnekliklerin dertlerimize deva olacağı bilinse de, yabancı olana karşı duyulan ilkel bir tepkiyle, bir değişme ve hatta özgürleşme korkusuyla karşılanır.
Bidat ve icat gibi temelde olumlu kavramlar bile, bu tür bir tarihsel anlayış sürecinde, giderek olumsuza çevrilir. Sonuçta ise, İbn Haldun'un "suyun suya benzemesi kadar geçmişiyle geleceğini birbirine benzettiği" Doğu dünyasının ruhunun tutuşmasına, ne yazık ki Buazizi'nin isyanının alevlerinden sıçrayan kıvılcımlar ve özgürlük çığlıkları da yetmemiştir.
Yukarıda zikredilen tecrübelerin nerelere dek götürülebileceğini ise henüz bilememekteyiz. Ama en azından, Hz. Ömer'in Farslılardan "divan" tecrübesini almasını bir içtihat yetkisi ve hatta başarısı olarak değerlendirenlerin, günümüzdeki benzeri konularda da aynı yaklaşımı göstermeleri ve dolayısıyla da olumlu girişimler karşısında iyi niyetlerini sürdürmeleri beklenmelidir.
Gannuşi ve Aliya'nın uygulamaya koydukları ve Batı toplumlarının bir tecrübesi olan laikliğin İslam dünyasında nasıl sonuçlar vereceği bir yana, hayatın bütünlüğünün farklı saiklerle bölünmesi, esasında sağlıklı bir siyasal yöntem değildir.
Bununla birlikte, farklılıklarla beraber yaşama konusunda da, sözgelimi İslam tarihinin başlangıcındaki "Medine Sözleşmesi" gibi uygulamalardan yararlanılabilse de, bu oldukça ilham verici ve yüreklendirici sözleşmenin ilerletilemediği ve kısmî uygulamalar dışında siyasal bir tecrübeye dönüştürülemediği de bilinmekte.
O tarihteki uygulamaların, o günün dünyasının örfü ve kabulleriyle de ilgili olduğu ortadaysa da, her yeni başlangıç için insanlığın genel tecrübesi kadar akim kalmış da olsa bu tecrübelere dönmek, "ataların ocağından külleri değil de ateşi almak", dört başı mamur bir siyasallığın zorunlu şartıdır.
Elbette ki tarihsel olan her şeyi dinselleştirmemek, onun da ötesinde sadece Allah'a ait olan bir hususiyetle kutsallaştırmamak, dinin olduğu kadar siyasetin de kendisini yenileyebilmesinin temel koşuludur.
Her ne kadar kendisinden sonra Hindistan laisizme yönelse de, bu konuda Gandi'nin yaklaşımı da oldukça makuldür. 2
Şöyle demekteydi yirminci yüzyılın büyük bilgesi:
"Ben de İslam Peygamberi gibi siyasetin maneviyattan ayrılmasını doğru bulmuyorum."
Çünkü siyasetin kendisine özgü bir kutsallık edasıyla dinîleştirilmesi nasıl önemli sorunlara yol açmaktaysa, dinî baskılardan uzaklaşılması adına ahlakî ilkeler ve endişelerden yoksunlaştırılması da başka bir çıkmazdır.
Dinî bir maneviyatın ve ahlakın siyasala dahli ise, siyasetin nesnelliğini (adaletini, tarafsızlığını, şeffaflığını…) kaybetmemesi gibi bir hassasiyeti de gerektirir.
Ancak bu tür bir nesnelliği sağlayabilmek için siyasetin maneviyattan büsbütün arındırılma çabası da oldukça zorlama, biçimci ve sığ bir dayatmadır.
Açıktır ki insan tabiatı buna hiç de müsait olmayıp, sosyopolitiğin bu tip bir mekanik bölünme ile ayrıştırılma çabası ise, neticede yönetimi nesnellikten (tarafsızlık ve adillikten) uzaklaştıran bir tür baskıcılıkla ve insanların şizofrenleştirilmesi veya müraileştirilmesiyle sonuçlanacaktır.
Beri yandan bu tutum, kamudaki ahlakî hassasiyeti de aşındıran bir olumsuzlukla malûldür. Zira ahlakın en önemli kaynağı din ve geleneklerdir.
Gerçi bu kaynakların kimi yönlerden uzlaşmazlıkları, kamusal alanda belli çatışmalara yol açsa da, bu gibi bahanelere dayanan "laik" bir nesnelleşme iddiasıyla farklılıkların (aidiyetlerin, etnisitelerin, örflerin) kamusala katkısının büsbütün tasfiyesinden ziyade, müzakereci bir uzlaşma ve dengeleme yoluna da gidilebilir.
Laikçiliğin bu modern baskılayıcılığı bir yana, Avrupa'nın birçok ülkesinde krallıklar bile sistemden dışlanmış olmayıp, Papa'lık ise zayıflatılmış da olsa siyasal işlevini sürdürmektedir.
Oysa İslam dünyasında hilafet tartışmaları artık hızını kesmiş durumdadır. Sadece bununla kalmayan bir sessizlik, bu kez IŞİD ve benzeri örgütlerin uç tezlerinin ileri sürümüne alan açmaktadır.
Bu meyanda dile getirilen "hilafet" ise bırakın kutsallığını, Muaviye tarafından biçimlendirilen ve başlangıçtaki "emirü'l müminin"lerin kısıtlı da olsa seçimli yönetim biçimlerini bile tasfiye eden bir hanedancılık mirasıdır.
Neredeyse temel İslamî yönetim biçimi olarak kabul edilen ve Muaviye'den beri sadece halkın değil, âlimlerin nezdinde de meşrulaştırılmış olan bu tür bir hilafet modelinin üzerindeki yüzyılların kirini ve tortusunu temizlemek artık neredeyse imkânsız.
Bu imkânsızlığı denemektense, daha kolaycı bir yoldan laisizme başvurmak, siyasetle maneviyat arasındaki bağların koparılması gibi bir handikapla malûl.
Günümüzün demokratik pratiklerinin ise, İslam dünyasında 1924'e kadar cari yegâne yönetim biçimi olan hilafetin (gerçekte padişahlığın) siyasal pratiklerine göre daha uygulanabilir ve makul, üstelik "şura sistemine" daha yakın ve uyarlı olduğu da açık.
Bunun da ötesinde, İslam dünyasını günümüzde içerisinde olduğumuz gelenek ve modernleşme açmazına iten sebeplerden en önemlisi, "siyasetle maneviyat" arasındaki ilişkilerin kamuyu, siyaseti ve özgürlükleri, kısacası yenilenme ve değişme çabalarını baskılamaksızın belirleyememesi ya da nasıl belirlenebileceğine dair sıkıntılarıdır.
Gerçi buna sebep olan da Muaviye ile birlikte başlayan ve tüm değerleri otokrat bir iktidar prizmasından geçirerek değerlendiren o büyük sapma olsa da, bu soruna dair çareleri, yani siyasetin Batı, özellikle de Fransız tipi katı bir laiklik anlayışı dışında nasıl düzenlenebileceğine ilişkin makul çözümlemeler üretemediğimiz de ortada.
Bu konuda ise Protestan ülkelerin uygulamaları İslam dünyasının şartlarına ve tecrübelerine daha uygun. Belki de asıl sorun, Kemalizm'in kendi Aydınlanmacı saplantısı nedeniyle işe yanlış bir yerden başlamış olması.
Günümüzde İslam dünyasında süregiden din ve mezhep savaşlarının ise, Batı dünyasındaki laikliği önceleyen mezhep savaşlarından geri kalan bir yanı yoktur ve bu savaşlar da bir biçimde dinî gerekçelerle sürdürülmektedir.
Gerçi bu gerekçelerin birçoğu da doğrudan dinî gerekçeler olmaktan ziyade, dinin ideolojileştirilmesine dayanmakta.
Ama her ne olursa olsun, siyasetin bu biçimde doğrudan dinî veya ideolojik çekince veya gerekçelerle baskılanmasının veya yönlendirilmesinin toplumsal sorunları içinden çıkılamaz bir hale getirmesi karşısında savunulması veya güvenceye alınması da gerekmekte. 3
Kamusallığın farklılıklardan arındırılması çabasında çubuğun aksi yönde fazla bükülmesi ise, toplumun en azından bir bölümünün demokratik siyasetten uzaklaştırılması gibi olumsuz sonuçlara yol açmaktadır.
Siyaset ise kutsal bir alan olmadığı gibi, toplumsal sorunların çözümündeki yenilenme çabalarını, doğrudan hayatın yenilenmesinin zorunlu kıldığı da oldukça açıktır.
Nitekim Hz. Ömer'in zekâtın paylaşımı, kitap ehli kadınlarla evlilik ve fethedilen arazilerle ilgili getirdiği kısıtlamalar ve yenilikler, o kısa dönemde de olsa, doğrudan toplumsal koşulların değişimine dayanmaktaydı.
Dolayısıyla buna dair girişimler için sürekli tarihsel kodların bir meşrulaştırma biçimini ya da güce dayanan bir iktidarın şaşaasını aramaktansa, eşyanın özündeki basitliği (aslında nebevî yolun sadeliğini) yakalamaya çalışmak daha doğru olacaktır.
Bu meyanda Hasan Hanefi ve Cabiri'nin İslam dünyasının laiklikten ziyade akılcılığa ihtiyacı olduğu doğrultusundaki tespitleri de, temeldeki ihtiyacın bu basitliğini açığa koymakta.
Çünkü dinîleştirilmiş kodların engellerinin aşılması için laikleşme gibi başka bir engelleyici koda sarılmak, bu kez de başka sorunlarla boğuşmamıza yol açmaktadır.
Zira akletme potansiyelini kuvveden fiile geçirememiş bir toplum açısından, tüm iyileştirici süreçler, iyi niyetli de olsalar, kitlelerin güdülmeye çalışıldığı bir tür baskıcılıkla sonuçlanmaktan öteye gidememektedir.
Nitekim İslam dünyasındaki veya bu dünyayla benzeri şartlara sahip olan başka ülkelerdeki laiklik uygulamalarının kitleler üzerinde nasıl da baskıcı sonuçlara yol açtığı, yirminci yüzyılın en acı tecrübeleri içerisindedir.
Tabi bunları söylemek, akletme meselesini tefekküre/düşünmeye doğru derinleştiren bir okumaya ve müzakereci akla dikkat çekmek içindir.
Yoksa Aydınlanmacı bir aklı, bir "iktidar aklı"4nı ya da geleneksel aklı topluma dayatan bir rasyonalizm/akılcılık savunusu amaçlanmakta değildir.
Zira siyasal sorunlar salt akılla çözülebilecek denli yalınkat olmayıp, oldukça çetrefillidir ve bu nedenle de çok farklı araçlardan ve kaynaklardan (tutkular, duygular, sezgiler, örfler…) yararlanmayı da gerektirir; çünkü insanın somutluğu bu bağlamlar içerisinde toplumsallaşmakta ve oradan doğru siyasala evrilmektedir.
1. Ortadoğu’da Modernleşme, İslam ve Sekülerizm, Mana Y. s. 286, 290, 298
2. Tabii ki çok dinli, çok mezhepli, çok dilli, oldukça karmaşık ve devasa bir ülkeyi ortak bir yönetim etrafında birleştirmek kolay olmasa gerek. Nitekim Gandi’nin çabaları bile Müslümanlarla Hinduları bir arada tutmaya yetmemişti. Üstelik bu sadece yönetimsel bir sorun olmayıp, halkın da belli bir uzlaşma kültürüne sahip olması gerekmektedir. Benzeri sorunlarla başa çıkamayan İslam ülkeleri de belli bir uzlaşma kültürü yaratabilmiş değil. Ama vazgeçmek ya da geriye çekilmek yerine hep daha fazlasını, olumlusunu aramak ve denemek gerekmektedir.
3. Bunu söylerken kast edilen, İslam tarihinin başından beri siyasetin, toplumun sorunlarının çözümlenmeye veya yürütülmeye çalışıldığı bir yol olmasının ötesinde, tıpkı Peygamberimizin yüklenmiş olduğu misyon gibi, ayrıca “kutsal” bir niteliğe de sahip olduğuna dair zehaptır. Elbette ki sorunların tartışılmasında ve çözümünde, bununla sorumlu olan insanlar, gerekli tüm tecrübelerden yararlanacak ve tüm yolları araştıracaklardır. Hatta bunlar sadece İslam dünyasıyla da sınırlı tutulmayacak denli genişletilmelidir de. Sorun ise bu meseleleri kutsalcı kimi mülahazalarla tartışılmaz kılmak ve biçimci bir anlayışla geleneğin baskısı altına almak gibi bir perspektif daralmasındadır. Bu daralmanın İslam dünyasını nerelere taşıdığı ise ortadadır.
4. Ki iktidar aklı, temelde “seküler” bir akıldır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.