Mekke Dönemi’ni incelemeye devam ettiğimiz ‘işin aslı’ bölümünde, günümüze de ışık tutacak çok önemli bir konu: Şirk.
‘Şirk’ kelime manası olarak ‘ortak olmak’ demektir. Dilimizdeki ‘şirket’ kelimesi de bu kökten gelmektedir.
Terim anlamı ise ‘Allah’ın zâtında, sıfatlarında, fiillerinde veya O’na ibadet edilmesinde ortağı, dengi yahut benzerinin bulunduğuna inanma’. (TDV İslam Ans.)
Mekke Dönemi’nin en belirgin özelliği ‘şirk’le mücadeledir. Yaratıcı Rabb, insanların kendisine şirk koşmamasını (kendi konumuna ortak olmak isteyen yancılar) özellikle buyurmuştur.
Mekke Dönemi’nde Yaratıcı olarak Allah biliniyordu, bunu daha önceki yazılarımda da belirtmiştim.
Toplum Allah’ı tanıyor, Yaratıcı olarak O’nu kabul ediyor, O’na kulluk ediyor ve O’nun gücünü kutsuyor.
Allah’ın konumu, gücü ve kutsallığının yanında bu duruma ortak olan başka değer merkezlerinin de oluşmasına şirk diyoruz.
Yaratıcı Rabb’in kesinlikle ve kesinlikle kabul etmediği konudur, şirk. Bu konuda tevbe edenleri de kabul etmez. Ve bunu da açıkça beyan etmiştir: ‘Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” (Enam, 22)
Mekke Dönemi, Yaratıcı kavramının düzeltilmesi ve ‘kutsal’ olanın belirginleştirilmesi açısından çok önemlidir.
Yaratıcı’ya yakınlaştırması için aracı olarak düşünülen ‘putlar’, işte bu bakımdan Mekke Dönemi’nin cisimleşmiş hedef noktalarıydı.
Mekke Dönemi’nde imanın tanınması, oluşması ve belirgenleşmesinde şirkin ne olduğunun netleşmesi gerekliydi ve öyle de oldu.
Şirk, mutlak Varlık olan Rabb’in konumuna ortak olanlar ya da olmak isteyenlerdi. Mekke ileri gelenleri aslında putları vesile ederek kendileri bu konuma ortak olma isteğindeydiler. Putları aracı kılarak Yaratıcı’ya ulaşma, kendilerini aracı kılarak putlara ulaşma…
Şirk konusu hep böyle ele alınmıştır. Yaratıcı Rabb boyutu ele alınarak.
Diğer önemli boyut ise: İnsan.
İman’ın tanınması, oluşması ve tesis etmesi sürecinin insana özgü boyutu. İnsan’ın şirk koşmadan (Rabb’e ortaklar katmadan, O’nun alanına girmeden ve torpil aramadan) Yaratıcı’yı tanıması, bilmesi ve bağlı olması, yani İman.
İnsana özgü boyutu dediğimizde de temel konu aslında ‘kutsal’ı belirlemektir. Açık, net, belirgin halde ‘kutsal’ olanın tescillenmesi. Kutsal olanın bu şekilde belirlenmesi, insan zihninin aşkın olana ait düzleminin berraklaşmasıdır. Burası berraklaştığında, kişi kendini ve çevresini daha net tanımlar ve sınıflandırır.
İnsana özgü olan, kutsalı berraklaştırmadaki netlik, daha sonra oluşacak olan İslam düşünce ve pratiğinde de en temel konudur.
Ortaklar olmadan tesis edilen ‘kutsal’ berrak, temiz ve nettir.
Bu berraklık olduğunda, küçük hesaplar düşünülerek ihdas edilen yapay ibadetler gündeme bile gelmez.
Bu berraklık olduğunda, İslam sadece dört ibadete indirgenen bir din olmaz.
Bu berraklık olduğunda, kutsal olan Yaratıcı’nın yanında ruhban sınıfı söz konusu değildir.
Bu berraklık olduğunda, mistiğe ihtiyaç kalmaz.
Bu berraklık olduğunda, kişiler ‘birey’ olarak O’na inanır, bağlanır ve kendilerinin ‘değerli’ olduklarının bilincinde olurlar.
Bu berraklık olduğunda, İslam’ı anlamak ve uygulamak için ‘üst öğretici’lere ihtiyaç duyulmaz.
Bu berraklık olduğunda, ayette belirtilen ‘Onu (İnsanı) tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın!’ (Sad, 72) ‘üflenen ruh parçacığı’ karşılığını bulur ve iman eden kişinin kutsallığı daha da berraklaşır.
Berraklaşan bu bileşenler doğru düşünmenin ve hissetmenin temelidir..
Sevgi ve Bilgiyle kalın