İşimin ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz umarım. Zira son günlerdeki olaylar sırayla gelip geçiyor gözümün önünden ve zihnimden… Sevineceğim tarafları öne çıkarmak için ne kadar uğraştığımı bilemezsiniz. Zorlandığım olmuyor değil… O zaman kendi kendime “sen derviş olamazsın…” diye söylenip duruyorum.
Beni hem sevindiren hem de aklıma bir sürü sorular getiren olayların başında şu yerli otomobil meselesi geliyor. Ne kadar iyi olurdu şimdiye kadar bu işi halletmiş olsak, öyle değil mi? Şimdi hallediyor muyuz? Eğer aklınıza takılan soruları hemen gündemden kaldırıyor ve oralara takılmıyorsanız, “hallediyoruz, nihayet” deyip rahatlayabilir, bir yerli otomobil sahibi olmanın hazzını ve keyfini kahvenizle birlikte sürdürmeye başlayabilirsiniz.
Yok, benim gibi aklınıza takılan soruları silip yok edemiyorsanız vay halinize. Aklıma takılan sorular var demiştim ya… Onlardan birkaçını duymak ister misiniz?
Tasarımın İtalyan Pininfarina tarafından yapılmasına bir itirazım yok. Sadece şu notu hatırlatmakta fayda var: Bu model birkaç yıl önce Çin’de ya da Hindistan’da sergiye çıkmış, olsun. Beni asıl endişelendiren husus, arabanın tedarik zinciri ile ilgili hiçbir şeyin belli olmaması. Daha önceki İsveç işi SAAB meselesinden dolayı uğradığım hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemiyorum. Ortada bir prototip var ama üretim, hele de seri üretim prototip geliştirmeye benzemez. Yıllar ister. Medyada bu konuda haberler var ama benim yukardaki can alıcı sorularıma cevap yok. Sadece şak şak…
Gemlik’te bir yerden söz ediliyor. Güzel, peki bu arabanın hesapları, projeleri, üretimde kullanılacak tezgâhlar ve kalıplar… Üretim zinciri içinde yer alacak tedarikçilerle yapılmış anlaşmalar? Bunları anlatan oldu da ben mi duymadım? Üstelik bir de elektrikli otomobil yapacağız. Bu konuda tecrübemiz yok… Zaten tamamı yerli üretim olacak diye diretemeyiz, fakat bu işin nasıl ele alınacağını da bilmek istiyor işte insan… Neyse bütün bu saydıklarım düşünülmüş, gereği yerine getirilmiştir de benim haberim yoktur diyerek teselli bulmam lazım. Şu derviş tarafım bazen mühendis tarafıma baskın çıkmıyor ya, canım sıkılıyor o zaman, oturup “sen derviş olamazsın” diyen nağmelere sığınıyorum.
Diyeceğim şudur: Artık beni bir daha hayal kırıklığına uğratmayın, rica ediyorum.
Bu arada aklım bir de şu Kanal İstanbul meselesine takılıyor. Peşinen kabul ya da red diyenleri anlamakta zorlanıyorum. Ortada bir düşünce varsa bunun bilimsel kriterlerle incelenmesi gerekmez mi? Bakın bunun bir örneğini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eski Müsteşarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk koymuş ortaya. Independent Türkçe internet sitesinde “Kanal İstanbul, Marmara Denizi su kalitesini etkiler mi?” sorusuna cevap arıyor ve “aman dikkat” diyor.
Ben ÇED raporunu görmek ve incelemek istedim. Özel bir firma tarafından hazırlanmış bu rapor 1500 sayfayı aşan bir içeriğe sahip. Vaktim yoktu bunu detaylı incelemek için. (Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim: Bakanlığın internet sitesinde bu raporu ara ki bulasın…)
Elbette rapora itirazlar olacaktır. Bunların çok çeşitli açılardan değerlendirilmesi gerekir. Ama benim kıt aklım Türkiye’nin ekonomik öncelikleri itibariyle bir değerlendirme yapılıp yapılmadığı hususuna takılıp kalıyor.
Türkiye’nin üretmekten, üstelik katma değeri yüksek ürün ortaya koymaktan başka çıkar yolu yok. Kanal İstanbul çok uzun sürecek bir inşaat işidir ve inşaatla büyümenin Türkiye’yi bir tıkanma noktasına getirdiğini anlamamak için başka hesaplar içinde olmak gerekir. Kaldı ki sanayi mamulü etrafında büyümek ve işsizlik sorununu halletmek için yılda en az %5 büyüme gerektiği de bir hakikattir. Büyümenin ilk şartı da yeni sanayi yatırımlarıdır. Bir nokta daha: Katma değeri yüksek ürün için gerekli yetişmiş insan kaynağımız göç ediyor. Bu insan kaynağını yetiştirecek eğitim sistemimiz ise zaten belirsizlikler uçurumuna yuvarlanmış durumda. Aselsan ve benzeri kuruluşlardan son zamanlarda yurt dışına ne kadar, hadi kaçış demeyelim, gidiş olduğunu isteyen kolayca öğrenebilir.
Kanal İstanbul sadece bir mühendislik işi olmanın ötesinde siyasi tarafları da olan bir proje… Bu çerçevede Kanal İstanbul’un bir başka tarafı Montrö sözleşmesi ile ilgili durumdur. Amerika’nın Karadeniz merakını bilmeyenimiz yoktur herhalde. Karadeniz’i bir çekişme alanına döndürme tehlikesini göz ardı ederek verilecek kararlar geleceğimiz açısından da tehlikeler içermektedir.
Öte yandan ekonomik büyümenin en temel şartının hukuksal güvence olduğunu da belirtmek zorundayız. Şu anda bırakın yabancı yatırımcıyı yerli yatırımcılar bile kendilerini güven içinde hissetmiyorlar. Daha çok Ege Bölgesinin beklentilerini yansıtsa da “Türkiye Ekonomisine İlişkin 2020 Yılı ESİAD Üye Beklenti Anketi” de en önemli sorunun işsizlik ve yeni yatırımlar olduğunu söylüyor.
Hukuksal güvence der demez aklıma Şehir Üniversitesi geliyor. Basında çıkan haberlere göre hem Galatasaray’ın borçları hem de Trabzonspor’un borçları yeniden yapılandırılmış. Üstelik Şehir Üniversitesinin 400 milyon liralık borcunun çok üzerindeki rakamlar için… Mesela Galatasaray’ın 1.6 milyar liralık borcu 1.1 milyar indirilip yapılandırılmış. Kaç yıl ödemesiz bir yapılandırma, borç kaç yılda bitecek gibi hususlara bakmak artık anlamsız. Şimdi gelin siz hukuksal güvenceden, öngörülebilirlikten bahsedin… Futbol kulüpleri seyirciden gelecek paraları bankalara güvence olarak sunuyor, bu kabul ediliyor, ancak üniversite, öğrencilerden gelecek rakamları, hem de delilleriyle sunuyor ve kabul edilmiyor. Şekspir çaresizliği ne güzel anlatıyordu: “Ne diyeyim Efendimiz…”
Vaktiyle hükûmetlerin başarısı için canla başla çalışmış, koşturmuş, elinden geleni yapmış nice insan bugün uydurma delillerle FETÖ silahlı terör örgütüne yardım ve yataklıktan mahkeme kapılarında hak arıyorlar. Sorgusuz, sualsiz, savunmasız Kanun Hükmünde Kararname mağdurlarını görmezden gelmek mümkün mü? Bunları kaç kez yazdım, şimdi isim vererek tekrarlarsam o kişilerin aleyhine kullanılır kaygısıyla yazamıyorum. Hukuk anlayışında bir değişim ve evrensel standartlara uygun bir reforma şiddetle ihtiyaç var…
Çok hoşuma giden bir haberden sizi mahrum etmek istemem. Gelin birlikte okuyalım: “Çin’li çoban, yaklaşık 400 koyundan oluşan sürüsüne askeri düzende yürümeyi öğretti. Görüntüler sosyal medyada büyük beğeni topladı.” Bunu duyunca beni aldı mı bir gülme… Ne kadar otoriter bir çobanmış… Kim bilir ne kadar zorlanmıştır?
Bende dert bir değil ki… Şimdi bazı okuyucular “hem yazının başlığına ‘umut koşusu…’ ibaresini yerleştiriyor hem de umuttan söz etmiyorsun, ne iş?” diyecekler. Aslında söz ettim umuttan ama biraz kapalı mı oldu acaba? Hukuk reformu dedim, hukukun üstünlüğüne vurgu yaptım, eğitim olmazsa olmazımız anlamında sözler ettim ya… Ama ille de “yeni partilerden de söz et” diyorsanız haklısınız… Biraz daha vakit var onun için…
Rekabeti artırmak lazım…
Doğrudan iletişim için: mtekeli35@gmail.com