Din ve Devlet; İnsanlık tarihinin kadim/ en eski, iki müessesesidir.
Laiklik; “Din ile devlet işlerinin ayrılması”dır.
Diyanet de, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt anayasal bir kurumdur.
Din
“Din; insanın İlah, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır”.
Dinin teklifleri/muhatabı ferdlerdir. Ancak tariften de anlaşılacağı üzere, dinin sosyal ve toplumsal yönü de vardır.
Din insanın hem iç dünyasına, ruhuna; hem de sosyal hayatına hitap eder. Fertler için bir hayat felsefesi sunar. Topluma da sunduğu kutsal değerleri vardır.
İnsanlık tarihini incelediğimizde, din ile devletin aynı düzlemde buluştuğu zamanlar olmuştur. Söz gelimi; Davud (a.s) ile Süleyman (a.s) zamanında din ile devlet birlikte temsil edildiği gibi, İslam tarihinde; Hulefâ-i Raşidîn dönemi, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar’da ve çağımızda Vatikan ile İsrail devleti, dinle devletin birlikte aynı düzlemde buluşmuş olmasının örneklerini oluşturur.
Yine insanlık tarihine bakıldığında; dinin toplumsal yapı içerisinde en fazla karşı karşıya geldiği kurum, hakim otoritedir, yani devlettir.
Mesela, İbrahim’in düşmanı Nemrut’tur, Musa’nın rakibi Firavun’dur ve İseviler Roma’ya karşı mücadele etme zorunda kalmışlardır.
Hz. Muhammed (s.a.v) bir ölçüde bu kuraldan istisna edilebilir. Zira Kur’an tebliğatının başladığı dönemde (Asr-ı Saadet’te) onun karşısında bir devlet yoktur. Ebu Cehil’in temsil ettiği düşünce (Şirk düşüncesi) Hz Muhammed (a.s)’ın karşısında kendini konumlandırmıştır.
Din ile devlet arasındaki bu tarihi çatışmaların asıl nedeni ise; bazen iktidar mücadelesinden, bazen de dinin topluma sunduğu değerlerin ve hayat felsefelerinin, müesses nizam ile örtüşememesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Tarihte din adına hükmettiği iddiasında bulunan pek çok hükümdarın/kralın veya yönetimin, yine muhalifleri tarafından aynı referansı (dini) kullanarak tahttan veya yönetimden indirilmesine şahit olunmuştur. Yine din adına hükmetmenin sonuçlarının en çok dindarları zor durumda bıraktığı tarihi bir gerçektir.
Günümüzde de Afganistan, İran, Pakistan, Suudi Arabistan gibi bir takım ülkeler yönetimleri meşruiyetlerini İslam’ı referans olarak kullanmalarına rağmen, muhalifleri de aynı referanstan hareketle mevcud idareye karşı kendilerinin meşruiyetlerini ileri sürebilmektedirler.
Devlet
Devlet, “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır”.
Esasen devletin dini, imanı, ibadeti, ahlakı yoktur. Din, iman, ibadet, ahlak, insan içindir.
İllaki din, iman, ibadet, ahlak değerinde kelimelerle devlet tarif edilecekse;
Devletin dini mesabesinde olan; Vatandır.
Devletin imanı mesabesinde olan; İstiklalidir.
Devletin ibadeti mesabesinde olan; Vatanı savunmak, milli ve manevi bütünlüğü korumaktır.
Devletin ahlakı mesabesinde olan; Rejimi, yönetimidir.
Devleti İdare edenlerin/yönetenlerin, iyi kötü sıfatları ne ise devletin ahlakı odur.
İyilik-kötülük, zulüm-adalet, ahlaklı-ahlaksızlık, haydutluk devletlerin değil, devleti yönetenlerin sıfatlarıdır.
Ancak devletlerin dini kabul veya red açısından tarih boyunca zaruretten din ile ilişkileri vardır.
Din ile devlet ilişkilerini üç şekilde ele alabiliriz.
1.Dini Tanıma: Devletin belli bir dini ya da mezhebi kabul edip ona karşı bir takım imtiyazlar sağlayarak toplumu şekillendirmesine izin vermesi durumudur.
Burada devlet bir takım sosyal problemlere din temsilcileri ile ortak çözüm yolu bulur. Resmen olmasa bile gayri resmi olarak bunu yapar.
2.Dinin, Devlet Dini Olması: Halkının ekserisinin bağlı bulunduğu bir dine, bazı imtiyazlar sağlayan siyasi yapının oluşturduğu rejimlerdir. Bu devletler, dine zaman zaman bir takım imtiyazlar sağlar, ama zaman zaman de dine müdahalede de bulunur, yöneticiler kendi menfaatleri için dini kullanırlar.
3.Devletin işleyişinde Din Ortaklığı: Bu uygulamada bir ya da birden fazla din veya mezhebin konsensusu sonucu din, idari yapıda yer alıp, devlet adına güç kullanır. Bu yapıya Lübnan ve İsrail örnek teşkil etmektedir. (Fazlı Polat, Din- Devlet ilişkisi ve Diyanet)
Laiklik
Öte yandan din ile diğer sosyal kurumlar arasında, zaman zaman çatışma olduğu gibi, devlet otoritesi ile de din arasında zaman zaman çatışmalar var olagelmiştir.
Ancak günümüzde modern toplumlar, din-devlet ilişkisini, laiklik olgusundan hareketle, bu her iki toplumsal gerçekliği kabul ederek, bu iki müessesenin birbirlerine karşı tahakkümünü engelleyip etki alanlarını ayırma yoluna gitmişlerdir.
Bu anlayışla din ve devletin müesseseleşmesi noktasında birbirinden ayrılarak artık devlet, almış olduğu kararlarda ‘din böyle istiyor’ diye değil de, sosyal şartların gerekliliği doğrultusunda hareket ederek, kendi etki alanını belirlemiştir.
Bu sayede dindar vatandaşlarına da dini inançları doğrultusunda yaşama imkanı tanıyarak, bir nevi dinin sosyal hayattaki yaşam ve etki alanına müdahale etmemeyi (Laiklik) hedeflemişlerdir. Bundan dolayı laiklik; kısaca “Din ile devlet işlerinin ayrılması” şeklinde tarif edilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı
İşte Diyanet, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş aşamasında, “Din ile devlet işlerinin ayrılması” bağlamında bu ihtiyaçtan doğmuş, din hizmetlerini yürüten genel idarede yer alan bir kurum olarak (dini temsil eden hilafet değil) kurulmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş süreci
Cumhuriyet, Osmanlı’nın son dönem batılaşma serüveninin tabii bir sonuçudur.
Esasen bir yönü ile saltanat/monarşi, diğer yönü ile hilafet/İslami temsil makamı olan Osmanlı devletinin küllerinden ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti; kuruluş aşamasında, özellikle laiklik uygulamasını esas alan iki temel kurumundan biridir Diyanet İşleri Başkanlığı.
(Diğeri TBMM).
Osmanlı Padişahlarının iki temsil makamı vardı. Saltanat/devleti temsil, diğeri ise Hilafet/dini temsil.
Padişah: saltanat/devlet işlerini, Sadrazam/Başbakan ile; Hilafet/din işlerini, Şeyhülislam ile yürütüyordu. Bu görevlileri kendisi atıyordu.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde hükümet/kabine sistemine geçildikten sonra Şeyhülislam, ‘Şer’iye ve Evkaf Nazırı/Bakanı’ adıyla kabine üyesi sayılmış ve görev süresi, üyesi olduğu hükümetin ömrüne bağlı hale gelmiştir.
TBMM döneminde de, 3 Mayıs 1920 tarihinde oluşturulan hükümette ‘Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ (Din ve Vakıf İşleri Bakanlığı) adı altında bir bakanlık yer almıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nın 1 Kasım 1922’de kabul ettiği 308 numaralı “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, hukuku hâkimiyet ve hükümranının mümessil-i hakikisi olduğuna dair” kararnamesi ile, Padişahın saltanat/devletin sahipliği unvanı ve görevi kaldırıldı.
Saltanatın kaldırılması ile diğer “halife” unvanını koruyan VI. Mehmed (Vahidüddin); 10 Kasım 1922 son cuma selamlığına katılmış, ancak yaşamına ve özgürlüğüne yönelik tehditleri gerekçe göstererek 17 Kasım 1922 sabahı Boğaziçi’nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı ile Malta’ya sığınmıştır.
Bu şekilde ‘Hilafet’ makamı da boşalınca, TBMM, 19 Kasım 1922’de veliaht Abdülmecid Efendi’yi halife ilan etti.
3 Mart 1924’te çıkarılan bir kanunla “Hilafet” de lağvedilmiş olup ve tüm Osmanlı Hanedanı mensupları yurt dışına çıkarılmıştır.
Ancak din hizmetlerini yürütmek üzere aynı tarihte, aynı kanunla ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ kurulmuştur.
Diğer yandan, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’ni Diyanet İşleri Başkanlığı’a dönüştüren bu kanun, ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti’ni de aynı gerekçe ile (din ve ordunun siyasetten arındırılması gerekçesiyle) Genelkurmay Başkanlığı’na (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne) dönüştürmüştür. Aynı gerekçe ile her ikisi de vekalet/bakanlık olmaktan çıkarılarak “Başkanlık” haline getirilmiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri
Yine 3 Mart 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş ve görevleri kanunu olan 429 sayılı Kanun’da:
Diyanet İşleri Başkanlığının görevleri;
“İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” şeklinde ifade edilmiştir.
Bu kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı İslam dinini temsil eden bir kurum değil; genel idare hizmetleri içinde yer alan, İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek için kurulmuş bir kurumdur.
Daha sonra 22 Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı”Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”un birinci maddesinde bu görevler, daha da geliştirilerek, (ahlak esasları, ve din konusunda toplumu aydınlatmak maddeleri eklenerek), şöyle ifade edilmiştir:
“İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslan ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlık’a bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”.
Kanun Diyanet’e üç görev ve yetki alanı tayin etmektedir:
1. İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işlerini yürütmek,
2. İbadet yerlerini yönetmek,
3. Din konusunda toplumu aydınlatmak.
2/7/2018 tarihinde yapılan son değişiklik ile;
“İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”. Daha önce Başbakanlığa bağlı bir kurum iken, Başbakanlığın kaldırılması ile Cumhurbaşkanına bağlanmıştır.
Tarihi tecrübelere dayanılarak; dine dayalı veya dine karşı devletlerin yönetiminde büyük çatışmaların yaşandığı hatta yıkılış nedenleri olduğu göz önüne alınarak (din ve mezhep savaşları veya isyanları/ ayaklanmaları); din ile devlet işlerinin ayrılması (Laiklik) düşüncesi temelinde kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın din ile siyaset arasında sıkışmış bir kurum görüntüsü verdiği zaman dilimleri olmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı, kanunla belirlenen asıl görevleri dışında, maalteessüf, bazı zamanlarda yöntimlerin/iktidarların destekçisi veya siyasi propagandasını yapan bir kurum haline getirilmek istenmişse de; ne derece başarılı olduklarını veya olamadıklarını, eski Diyanet İşleri Başkanlarının, hangi şartlarda nasıl görevden alındıkları veya göreve getirildiklerine bakmak yeterli olacaktır.
Bir sonraki yazımızda bu konuyu ele alalım istiyoruz inşallah.
Vesselam.