Kur’an ve Şiir

Allah’ın, Kur’an’da şaşkınlık içerisinde bulunan şairleri zemmettiği halde, toplumda var olan yanlış bir algıya binaen oluşmuş bulunan “tüm şairlerin kınandığı” yönündeki anlayışın doğru olmadığı bilinmelidir.

 Kur’an ve Şiir

Sait Alioğlu Yazdı; 

Ya açar nazm-ı celilin(*) bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”
(Kur’an şairi Mehmed ‘Akif)

Kur’an’ın vahyedilişine dair Âkif’in, yukarıya alıntıladığımız, güzel ve bir o kadarda anlamlı sözleri, bu sözlerin şiir kalıbında dile getirildiğine ve şiirin vurucu, etkileyici gücüne rağmen, onun, aynı zamanda, kendisinin “güzel söz” söyleyen bir şair olarak anılmasına karşılık, bu dizeleri, onun aynı zamanda şiir, başlı başına bir tür olmaktan ziyade, onu ilahi kelâmın hizmetine yönlendirdiğini ortaya koyar; “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek; Sözün odun gibi olsun, hakîkat olsun tek.”

Bu dizelerden anlıyoruz ki, Âkif ve onun gibi hakikat peşinde olan birçok şair, sözü etkileyici olan, ama şaşkınlıklar içerisinde vadilerde dolaşan şairlerden, bu durumdan dolayı ayrılırlar.

Kur’an’da, sözü etkileyici olduğu halde, şaşkınlık içerisinde vadilerde dolaşan şairler birkaç yerde zemmedilmektedirler.

Bu durum, öteden beri çeşitli halkların kültüründe yer eden ve edebi bir tür olan şiir olgusuna ve bizzat şiire bir karşıtlıktan ziyade, etkileyici söz sahibi olup hakikat peşinde olmayan şaşkın şairleri hedef almaktadır.

Bir de, toplumda var olan yanlış bir algıya binaen oluşmuş bulunan “tüm şairlerin kınandığı” yönündeki anlayışın doğru olmadığı söz konusudur.

Önemli bir ifade olan “sükût ikrardan gelir” deyişi veçhile olaya bakıldığında, Allah© Kurân’da “sözü hakikat içeren” şairleri kınayıcı bir ifade kullanmamış ise, bizlerinde, şairlerin tümünü yok saymak da doğru olmazdı.

Bununla birlikte, Kur’an’da göze çarpığı üzere, ayetlerin diziliş şeklinin nazım formunu içermesi açısından, çok kişi, Kur’an’ı, onun nüzul maksadını göz ardı ederek, onun salt şiir içerdiğini ve peygamber’inde(s) bizzat şair olduğu savını yanlışlama adına şu âyete dikkat çekmek gerekir; “Biz o peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmazda. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yâsin; 35/69)

Bu âyetten anlaşılacağı üzere, insanın bilgi sahibi olma, onu elde etme açısından, insan ürünü olan birkaç yol ve yöntemin varlığı söz konusu olup insan açısından bilinmesi gerekir.

Bunlar kısaca, başta olumsuz anlamıyla belirtirsek; büyü (sihir), rüya yorumu ve şiirdir.

Olumlu ve sahihlik içermesi açısından ise, ilahi bilgi, onun bir izdüşümü olan hikmet ve gaybi bilgidir.

Saydığımız “olumsuz” bilgi kaynakları içerisinde bulunan şiire yönelik olarak, çok kişi, bunu, salt bir bilgi kaynağı olmanın yanında, insana “ilham yoluyla gelen” bir durumu ifade ettiğini düşünmektedir.

Dememiz o ki, Kur’an’da o yollar kınanmakta olup şiir formu tamamen kınanmamakta; salt kendi başına bir bilgi kaynağı olmayan şiirin, Hz. Muhammed’e(s) atfedilmesi şiddetle eleştirilmekte ve bunun “Ona yaraşmayacağı” mevzuudur.

Kur’an’a-ın mahiyetine yönelik bir bakış…

“Kur’ân, kendisinde asla şüphe bulunmayan, içinde çelişkileri olmayan, Hz. Peygamber (sav) üzerinden bütün kullarına hidayet rehberi ve muttakiler için yol gösterici olsun diye her şeyi bilen Allah tarafından indirilmiş ilahî bir kitaptır. Kur’ân, son Peygamber (sav) tarafından uydurulmuş olmadığı gibi Allah tarafından son Peygamberden (sav) önce kendilerine bir korkutucu gelmemiş olan topluluğun doğru yolu bulması ve korkutulması için, son Peygambere (sav) indirilmiş bir kitaptır. … (Bakara: 1-2, Câsiye: 2; Ahkâf: 2; Fussilet: 2, Secde: 1-3;Cum’a: 2; (1)

Kaldı ki, “Peygamberlik, şairlik olmadığı gibi, Kur’ân da mahiyeti itibarıyla yer almış bulunan vahiy şiir olmadığı gibi, dolayısıyla Kur’anda şiir kitabı değildir.
Peki nedir; “O Kur’ân, başka değil, ancak bir zikir, öğüt, vaaz, irşat ve hatırlatıcı bir kitaptır. Biz Muhammed’e şiir öğretmedik.”

Şiir olgusuna Kur’an’dan hareketle bir bakış…

“Cahiliye Arapları, şiiri bir bilgi türü olarak görmekteydiler. Onlar, şairlerin cinlerle ve şeytanlarla bir tür ilişki içinde bulunduklarına ve onlardan gaybe dair bilgiler aldıklarına inanıyorlardı. Kur’an’ın cinlerin gaybı bilmedikleri konusunu çok yoğun bir şekilde vurgulamasının önemli bir hedefi de şairlerin halk üzerindeki bu otoritelerinin sarsılmasıdır. Kur’an’ın şiir ve şairler hakkındaki bu olumsuz tutumunun o dönemin şair ve şair olgusundan soyutlayıp bugüne taşımak, kuşkusuz önemli yanılgılara yol açar.” (2)

Yukarıdaki paragrafta yer alan son cümlenin önemi, cahiliye döneminde varit olan ve şairlerin gaybı bildiklerine yönelik yanlış ve yanlış olduğu kadar, tevhide ve hakikate aykırı olan düşüncenin mahiyetine ışık tutması açısından kayda değer.

Allah©, “Ona(s) şiir öğretmedi” ise, o zaman, Onun, kendisine gelen bilgileri cinlerden ve şeytanlardan aldığını iddia eden cahiliye dönemi müşrik Arapların, bu ayet ile bilgilendirildikleri görülmektedir; “Bu ona yaraşmazda.”

Kur’an’da, Yasin/69. Âyetle birlikte, şiir olgusundan ziyade, öznesi bizzat şairin kendisi söz konusu edilen “Şu’arâ, yani Türkçesi “Şairler” olan başlı başına bir sure var.

Şu’arâ suresine adını veren konu, bu surenin 224. Ayetinde anlatılmakta olup devam eden iki ayette de, o şairlerin nasıl davranış içerisinde bulundukları anlatılır; “Şu’arâ; 224. Şairlere ancak azgınlar uyar. 225. 226, Baksana onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapamayacakları şeyleri söylerler. “

“Sure, şairler anlamına gelen Şuara adını sonlardaki 224. Ayetten alır. Ayette kınanan şairler Şamanlığı(3) şairliğinin önüne geçen sanatları kendilerini Allah’a hayranlığa değil, onunla ayaklaşmaya götüren şairlerdir. “ (4)

Kur’an’da Allah’ın müşrik Araplara; Haz. Peygamber’in(s) insanlara ilettiği şeyin vahiy olduğunu; onun bir şair ve kâhin söz olmadığını belirttiği Yasin-69’un ve Şuara-224’ün dışında da; hem müşrik Arapların kalıp ifade şeklindeki iddiaları ve hem de Allah’ın onlara yönelik cevabını içeren; kısacası, Hz. Peygamber’in(s) insanlara ilettiği sözlerin şiir olmayıp bilakis vahiy olduğunu “ısrarla, hakikati ortaya koyan birkaç ayet daha var.

Bunlar; “Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız?” derlerdi.” (Saffat, 37: 36)

“Ancak şu kadarını diyebiliriz ki tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış.” (Hud; 11/54)

“Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir ayet getirsin.” (Enbiya, 21; 5)

Allah’ında© bu iddialara karşı elbette bir sözü olacaktı; “Onlar hâlâ “Rabbinden ona bazı mucizeler indirilmeli değil miydi?” diyorlar. De ki: “Mucizeler yalnız Allah’ın katındadır; ben sadece bir uyarıcıyım.” … “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır.” (Ankebut; 45/50-51)

“Yoksa onlar: (O,) bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz mu diyorlar?” (Tur, 52: 30)
“Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!” (Hakka; 69/41)

Mustafa İslamoğlu, söz konusu şair ve şiir olunca, şiir bilincinde yer etmiş bulunan ve bununla birlikte, kötü/olumsuz özelliklere sahip bulunan birçok insanın zıddına olacak şekilde; şiir ile Şamanlığı, yani onunla gaybten haber verme durumunu birbirinden ayırarak farklı bir bakış açısı sunmaktadır.

O, bu suretle, Şuara suresi 224. Ayeti, konu bağlamında şu şekilde meâllendirmektedir; “Görmez misiniz ki, onlar (hayal ve his) âlemindeki bir vadide şaşkın ve amaçsız gezinirler, yapmadıklarını söylerler.”

Bu tip şairlerin, işin kehanet, kâhinlik tarafı ayrı bir konu olmakla birlikte, “hayal ve his âleminde gezinen” anlamında, şaşkınlık içerisinde amaçsız, gayesiz gezip öyle bir hayat sürdüren insanlara bohem; onların bu tavrına da bohemlik denir.

Bu tipler, isimlendirilme konusu her zaman farklılık içermiş ve içerecek olsa da, dünden bugüne bohemlik hiç, ama hiç değişmeden devam etmiştir.
Özellikle de bohemlik durumu, bu tip şairlere uyar denildiğinde, konu “cuk” diye yerine oturur.

Bohemlik; şaşkınlık içerisinde vadilerde dolaşma hâli…

Bohem, sözlüklerde, “göçebe ve başıboş insanların yaşamlarına benzer biçimde günü gününe, tasasız, derbeder bir yaşayışı olan “kimse, genellikle sanat ve yazın çevresinden kimse ya da topluluk” şeklinde belirtiliyor.

Batı’da, özellikle de sanat ve edebiyatın önplanda olduğu Paris merkezli olarak, ilk bohem sanat toplulukları içinde Henry Murger, Gérarrd de Nerval, Théophile Gautier, Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi yazar, şair ve sanatkârlardan söz edilebilir.

Ülkemizde de Osmanlı son dönemi itibarıyla sanat ve edebiyat, özellikle de şiir ile önplanda olan bohem anlayışa sahip kişilerde var olmuştur.

Hatta “kendileri için” ‘zevk, âlem ve sefa’ olarak düşünülen, ama toplum ve bir açıdan da devlet için yıkım sayılan Lâle devrinin bohemliğiyle ünlenen şair Nedim, belki de bu toprakların ilk bohem şairi olmuştur denilebilir.

Bunun dışında da; Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı ve Sait Faik Abasıyanık gibi şahsiyetler de bohemlik serencama katılan yazar ve şairler olarak bilinir.

Bunlarında, hem Batılı muadilleri gibi ve hem de Şuara-224.’de dile getirildiği üzere; şaşkınlık içerisinde, amaçsız bir şekilde vadilerde dolaştıkları betimlenen müşrik Arap şairler gibi aynı kategoride yer aldıkları görülür.

Dikkat edilirse, Bohem olan, o tarz bir yaşantıyı seçen bir sanatkârın (yazar ve şair) Doğulu ya da Batılı; Müslim ve gayr-i Müslim olması fark etmiyor.

Klasik İslam döneminde Ömer Hayyam bohem olarak tanımlanırken, onun bizdeki muadili olan Nedim ve büyük bir ihtimalle Batı dünyasında da, bu hayat tarzını seçenler olduğu gibi, yaşadığı toplumda, ülkede var olan yanlışlara karşı sanatıyla şiiriyle karşı duran dirençli, devrimci şahsiyetlerde her zaman var olmuştur.

Bizim tarihimizde, bohemliği seçen “halef-selef” şahsiyetlerin varlığı yanında, gücünü İslam’dan alan sanatkârlarımız ve özellikle de şairlerimiz var olagelmiştir.
Örnek vermek gerekirse; Hz. Peygamber’in(s) şairi olarak ünlenen sahabeden Hasan B. Sabit ile “Kur’an şairi” ünvanı kendisine çok yakışan Mehmed Âkif hemen akla gelir.

Konumuza, yani “Kur’an ve şiir” haliyle şairler mevzuuna dönersek; Kur’an’ın, adeta “sukût ikrardan gelir” fehvası gereği, insan hâllerini tanımlarken yapmış olduğu tanım ve kişilik karakterleri dikkate alındığında; O’nun, yapılan eyleme binaen, eylemin yapılış tarzı ve kişinin niyetinden hareket ettiği ve olumluluk hâli ile olumsuzluk hâlini; bunları icra eden insanları da o hâl içerisinde değerlendirdiği ve vakıayı ortaya koyup hakikatin ortaya çıkmasını murat ettiği görülür.

Yani, iyilik (hayır) ve kötülük (şer) bir vakıa olduğu halde; insanlar, durup dururken kötü olarak tanımlanmaz; iyilik önplanda tutulur ve kötülüğe meyledilmek ve o minvalde kalıp yaşamak eleştiri konusu olur.

Buradan hareketle; insan unsurunun, her şeyden önce, yaşadığı dönemde ve coğrafyada, kendi kültürel, medeni durumu içerisinde, birçok alanda olduğu üzere, şiir alanında da var olan çabaları yok yere kınanmamış olup, sadece gaybten haber vermeye niyetlenen ve haber verdiği vehmedilen “şaşkın ve belli bir amacı olmayıp vadilerde dolaşan şairlerin” kınandığı ayetlerle sabit görünmektedir.

“Biz o peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmazda. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yâsin; 35/69)

 

Dipnotlar:
*)Nazm-ı Celil, Pek büyük kıymetli nazm edilmiş güzel söz. Âkif’in. Bu ifadeden kastı bizzat Kur’andır.
1)https://www.mirathaber.com/kuran-kendini-nasil-tanitiyor/
2)Ömer Özsoy, İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an/Sistematik Kur’an Fihristi, S. 71, Fecr Yayınları 2009 Ankara
3)Şamanlık, sözde gaypten haber veren kâhinin ortaya koyduğu iddia edilen kâhinlik, kehanet iş.(s.a.)
4) Mustafa İslamoğlu. Kur’an Surelerinin Kimliği, S. 236 2011, Akabe Vakfı Yayınları, İstanbul

 

Kaynak: Farklı Bakış