Kayseri gibi muhafazakâr kitlenin yaşadığı bir kentte Suriyelilere ait olduğu düşünülerek saldırılan mekânlardan biri de Kur’an kursuydu. Toplumun belleğinde kutsalı sembolize eden bir mekân (ve içindeki mushaflar) da bu vandallığa engel olamadı.
Uzunca bir süredir dünyada sağın yükselişine dair belirgin bir gözlem var. Avrupa’da sağ partilerin iktidar alanlarında ele geçirdiği çoğunluk özellikle Müslümanların yoğun yaşadığı ülkelerde ciddi bir tehlike sinyali veriyor. Etnik çeşitlilikte hangi toplumun çoğunluk olduğu gerçeği milliyetçilik için önemli bir konu gibi görünüyor. Kuzey Afrika toplumları hariç genel olarak “siyah kıta”da ‘etnik’ siyasal kimliğin zayıf oluşu, onların yoğun olduğu ülkelerdeki milliyetçi söylemlerin daha pasif olduğu veya milliyetçi karşıtlığın dinî ayrıma yöneldiği gerçeğini ortaya koyuyor. Türk veya Doğu Avrupa göçmenlerinin yoğun olduğu bölgelerde ise -etki tepki mekanizmasının da varlığını göz ardı etmeden- daha etnik/mikro milliyetçi söylemin yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Bu anlamıyla tek bir statik milliyetçilik/faşizm tanımı yapmak hatalı olacaktır.
Türkiye’de de milliyetçilik yekpare bir ideolojik örgütlenme imajı verse de, verdiği tepkilerden başka başka milliyetçi yönelimlerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarzlar ‘Suriyeliler’ meselesinde olduğu gibi benzeri refleksler verme kabiliyeti gösterse de özellikle dinî söylem ile ilişki açısından farklı renkler ortaya koyabiliyor. Etnik milliyetçiliğe dayanan ve eylemleri ile ırkçı/faşist bir ideolojik angajmana sahip milliyetçiliğin de tüm etnik kimliklere yaklaşımının aynı olmadığını söylemek durumundayız. Örneğin Kürt kimliğine karşı Cumhuriyet öncesine kadar dayanan ırkçı iddialar mekânsal bir sınırlılık göstermemekte. Kürt halkının varlığına tümden karşıtlık üzerine kurulu bu milliyetçilik Suriyeliler üzerinden sembolleşen Arap karşıtlığına mekânsal sınırlamalar getirebiliyor. Yani Suriye’de bir Arap sorun teşkil etmezken Türkiye’de bir Arap ırkçı karşıtlık doğurabiliyor. Oysa Kürt kimliğinin siyasal bilinci ve kültürel kökleri ile herhangi bir coğrafyada çatışmaya müsait bir ideolojik yapılanma görüyoruz. Türkiye’de Kürt karşıtlığının siyasal ve sosyal yelpazesi muhafazakârlardan Türkçülere, ulusalcılardan yerli Araplara karşı geniş bir yelpaze gösteriyor. Öte yandan Suriyeli karşıtlığı dindar kesimlerin dünyasında henüz kitleleşmiş bir karşıtlığa oturmuş değil. Haliyle seküler milliyetçilerin daha yoğun faşizm pratiği yaptığı bir saha olarak okunabilir.
Seküler ve muhafazakâr Türk milliyetçiliği açısından müstakil bir düşmanlık söyleminin diğer muhatapları da Rumlar ve Yunan devletidir. Onlara karşı da tarihsel arka plan daha seküler milliyetçi/Kemalist kitlenin karşıt söylem üretmesini tetikliyor. Kayseri’de ve diğer şehirlerde sokağa çıkan kitlenin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı daha ziyade ‘dindar iktidara’ ve onun ürettiği göç politikasına karşı eylemliliği öne çıkarıyor. Kemalist milliyetçiliğin bu anlamda sınırları belli bir ideolojik yapılanma olduğunu söylemek zor. Koçak’a göre Kemalist milliyetçiliğin kitabi bir ideoloji olduğunu söylemek imkânsız.¹ Osmanlı’ya ve oradan da daha ziyade İslam’a yakınlaşan tarihsel kültürün üzerinden sıçrayarak tarih öncesi mitolojik bir alan bulma çabası bu bulanıklığın bir gerekçesi olabilir. Bununla birlikte M. Kemal’e dair bazı hayali üretimler de bu milliyetçiliğin tutarlı bir ideolojik argüman ortaya koymasını engelliyor. Ama Kayseri gibi muhafazakâr bir şehirde milliyetçi eylemlerin söylem düzeyinde de olsa Kemalizm’i referans alması, muhafazakâr milliyetçiliğin “Suriyeliler” merkezli yeni bir yönelimi olarak okunabilir. Aslında 6-7 Eylül olayları da muhafazakârlığı politik argümanlarına kalkan eden bir iktidar zamanında yine Kemalizm’i referans alarak ortaya çıkmıştı. Hem Osmanlı ahalisinin hem de Cumhuriyet’i kuran kitlenin ortak düşmanı olarak Rumlar, 6-7 Eylül 1955’te büyük bir provokasyon sonucu linç edilmiş, evleri ve iş yerleri kundaklanmıştı. Sıradan halkın organize bir kötülük ortaya çıktığında taktığı maske hem devletin inşa ettiği tarihsel kimlikle hem de milli/yerel kültürün kodları ile alakalı birtakım yönler barındırıyor. En nihayetinde her kitle ya da birey kendi ötekisine karşı argüman kurarken üst bir milliyetçi söylemin gölgesine sığınma riski taşıyor. Fakat bu söylemin pratikte şiddet üretmesi siyasal, sosyal ve kültürel alanı inşa eden politika yapıcıların, sanatçıların, topluma rehberlik edenlerin yönlendirmesi ile ortaya çıkıyor.
Kayseri gibi muhafazakâr kitlenin yaşadığı bir kentte Suriyelilere ait olduğu düşünülerek saldırılan mekânlardan biri de Kur’an kursuydu. Toplumun belleğinde kutsalı sembolize eden bir mekân (ve içindeki mushaflar) da bu vandallığa engel olamadı. Cinsel tacize uğrayan çocuğun Türk olmadığı ve Kur’an kursunun Türklere ait olduğu, Türk toplumu tarihinde utanç olarak uzun yıllar bellekten silinmeyecek şekilde resmî ağızlardan ifade edildi maalesef.
Organize Kötülük
Kayseri’de ateşlenip başka şehirlere de sıçrayan eylemler aslında uzunca zamandır dile getirilen rahatsızlıkların zaman zaman eyleme dönüşmüş hali. Kendi gerçekliklerini henüz tamamlayamamış bireylerin üst otoriter bir yapıyı (devlet veya bir parti organizasyonu) taklit ederek sokakta varoluşunu tamamlama eylemi olarak da görülebilir. Sokakta şiddeti üreten kültür, bireylerin daha az konuştuğu bir zeminin de müsebbibidir. Çünkü Suriyeli veya başka bir öteki ile kurulan bağdaki totaliterlik, karşısındakinin insan değil de bir köle veya rahatsızlık verdiğinde ezilmesi gerek bir böcek olduğu kanısını üretir. Oysa Arendt politik yaşamın karşılıklı ikna becerisine dayandığını söyler. “İnsan konuşma yetisi sayesinde politikaya katılır.”² Arendt, konuşmanın kişiyi kendi dışındaki bireyle ilişkilendiren, içinde yaşadığımız dünyayı başkalarıyla birlikte paylaşma bilincine götürür. Oysa kötülüğü ortaya çıkaran mekanizma yalnız ve bencildir. İçinde doğduğu veya sonradan dahil olduğu kültürün yaşamsal pratiklerini hayatın tek olağan bilinci zanneder. Kötülüğü üreten eylemler tekil bireylerin etrafına duvarlar örerek onları yalnızlaştırır. Arendt’in vurguladığı gibi günlük hayatlarında sıradan/alelade bir görünüm arz eden bireyler kötülüğü ortaya çıkaran eylemlerin merkezinde yer alırlar. Suriyelilerin uzun yıllardır sanayide ucuz iş gücü olarak yer alması, Türk ve Kürt gençlerinin yapmaktan imtina ettiği işlerde kullanılması, Afganların çobanlık yapması aslında toplumda stratejik olarak planlanmamış bir sınıfsallığın ortaya çıktığını gösteriyor. Bu sınıfsal durum ya da köle-efendi mekanizması, alakası olmasa da en ufak ekonomik ya da sosyal krizde kölelere dair kötülük söyleminin üretilmesine neden olabiliyor. Rasyonel verilerin gösterdiği gibi Türkiye’deki ekonomik krizin sebebi olmadıkları halde Suriyeliler, krizin müsebbibi olarak organize kötülüğün muhatabı olabiliyorlar. Bu insanların alt işlerde köle olarak kullanılmasından rahatsız olmayan kesimler onların sokakta görünür olmasından rahatsız. Çoğu Suriyelinin kentte yaşayan her birey gibi tatillerde denize gitmesinden, piknik yerlerinde olmasından, parkta Suriyeli çocukların kendi çocukları ile oynamasından rahatsız. Oysa aynı milliyetçi kesimin ‘Batılı beyaz’ bireyler karşısında duyduğu aşağılık kompleksi, sorunun doğasında yatan sosyal ve kültürel ezikliği ortaya koyuyor.
Türkiye’de sağ milliyetçi söylemin artışı Avrupa’daki ile benzer sebeplere dayanıyor. Artan göç, sosyal krizler, küresel ekonomik süreçler ilk olarak sayılabilecek nedenler arasında. Türkiye’de son zamanlarda artan hukuksuzluklar ve sosyal sınıflar arasında artan gelir adaletsizliği bazı politikacılar tarafından istismar edilerek sağ söylemi popüler kılabiliyor. Tüm bunlarla birlikte devlet politikası da zaman zaman milliyetçi söylemi domine ederek siyasal bilinci diri tutmaya çalışıyor. Son yıllarda rafa kaldırılan ama 2010’lu yıllarda demokratik açılım döneminde ülkenin sosyal alanda artan huzuru kültürel anlamda halklara motivasyon olmuştu. Fakat genel kanının aksine siyasal bilinç ile kültürel bilinç arasında tarihsel olarak kanıtlanabilecek bir zıtlık ilişkisi vardır. Siyasal bilinci yüksek toplumlarda tüm kavram ve iddialar siyasallığın alanında inşa edildiğinden kültürel semboller tahrif edilebiliyor. Kürt siyasal bilincinin hem seküler hem de dindar mahallede dinamik olduğu bir dönemde politika yapıcıların Türk milliyetçiliğini sahaya sürmesi garip kaçmayacaktır. Yoksul Suriyeli halka karşı organize edilen saldırılar aslında önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’da artması muhtemel sosyal ve insani krizlere karşı da bir hamle olarak okunabilir. Çünkü savaşlarla kaçınılmaz olarak artan göç, devletin Osmanlı’nın son döneminde başlayan kültürel dizaynı açısından tehlike gösteriyor. Türk kimliği üzerine inşa edilen tezlerin kalıcılığı için milliyetçi söylem hem seküler hem de muhafazakâr haliyle politikanın merkezinde kendine yer bulabiliyor.
Suriyelilerin artan tepkiler üzerine gönderilmesi milliyetçi söylemin faşizme varan sokak eylemlerini tetikliyor. Haliyle Suriyelilerin böyle bir atmosferde sürekli gönderilmesini konuşmak ülkenin faşizme teslimiyeti anlamına gelecektir. Suriyeliler gönderilse bile artan milliyetçi sokak eylemlerinin enerjisi ya yeniden farklı söylem geliştirerek Kürt halkına ya da iktidarın politik hamlelerinin mesulü/kaynağı görülen dindar kesime yönelme ihtimali barındırıyor. Heper, 1950’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında artan gerilimin yarattığı kültürel bölünmenin ciddi bir siyasal kriz yarattığından bahseder.³ Devlet ve devlet karşıtı seçkinler arasında yaşanan bu kültürel bölünmenin sonucu olarak irrasyonel boyutlara sahip bir siyasal hayat, olayların üzerine azimle gidememe gibi bazı sonuçların da olduğunu ortaya koyar Heper. Bugün benzeri bir siyasal kutuplaşmanın merkezi argümanı olarak Suriyelilerin gösterilmesi hem seküler hem de muhafazakâr milliyetçiliğin sosyo-ekonomik konfor alanından onların sosyal ve hukuki konumunu istismar etmesine yol açıyor. 2011 yılından sonra politik argüman haline getirilen ensar-muhacir kavramları dindarlar da dahil halkın belleğinde geçici bir duruma işaret etmekle kalmadı aynı zamanda bu toprakların sahibi olma tezini de daha yaygın ve kalıcı hale getirdi. İslam tarihi açısından muhacirler geçiciliği değil tamamıyla kalıcılığı ve oranın paydaşı olanı temsil eder. Hem devlet hem de topluma dair olgu ve kavramların geçirdiği evrime bakılırsa ensar-muhacir söyleminin kişisel hassasiyeti olan bireyler hariç toplumsallaşmasını beklemek hata olur.
Suriyelileri hukuki hakları olan bireyler olarak tanımlamak daha gerçekçi politikalar üretilmesini sağlayacaktır. Bu nedenle hem çalışma koşulları hem de toplumsal tabandaki sosyal statüleri hukuki olarak net şekilde tanımlanmalıdır. Geçici koruma statüsünde olmanın verdiği dezavantajlar toplumda emeklerini ve varlıklarını istismar eden sosyal ve siyasal durumlar üretebiliyor. Öte yandan her çıkan olayda hatalı göç politikalarını konuşmak da yerli nüfusun söylemlerindeki şiddetin dozunu artırabiliyor. Hatalı göç politikasının da yarattığı problemlere en çok maruz kalan sınıf olarak Suriyelilerin eğitim ve sosyal hayata katılımı artırılmalı. İlerleyen yıllarda kuraklık ve savaşların tüm dünyada göç olgusunu dikey olarak artıracağı artık çokça dile getiriliyor. Suriye pratiği Türkiye’nin karşılaşacağı muhtemel bir tablo için aslında bir ön hazırlık oldu diyebiliriz. Tüm bunlara rağmen Cumhuriyet’in kuruluş döneminin realitesi ile dile getirilmiş kimi sözleri veya hiç söylenmediği halde kimi provakatif merkezlerce üretilmiş ifadeleri/idealleri bugün referans alarak hareket etmek ciddi bir ideolojik saplantı ve körleşme doğuruyor. Bu durum hem devletin hem de toplumun zamanının gerisinde kalmasına ve geçmişteki hataları tekrarlamasına neden olacaktır.
__
¹Koçak, C. (2009). Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. Ed. Tanıl Bora. C. 4 sf. 37-43.
²Baştürk, E. (2022). Tempus Fugit; Schmitt’ten Habermas’a Çağdaş Politik Felsefe. Fol Yayınları.
³Heper, M. (2018). Türkiye’de Devlet Geleneği. Doğu Batı Yayınları.
Kaynak: Farklı Bakış