Hurafe, kutsalcılık bizim zaaflarımızdır. Bir kitabı okumaktansa kutsal bilmek, bir insanı anlamak ve hatta eleştirmektense ondan büyülenmek, itaat etmek ve hatta âdeta ona teslim olurcasına bağlanmak, doğru olandır indimizde. Yüz yıllardır anlamadan okuduğumuz Kur’an da, anlamaya çalıştığımızda ve üzerinde çekiştiğimizde, o kutsallığından ve büyüsünden uzaklaştı. “Metafizik ürperti”yi tedarik edemediğimiz bu yalın kaynak, fıkhî ayrıntılarında boğuştuğumuz bir hukuk metninde sıradanlaştırıldı. Bizi düşünmeye davet eden metinde aradığımız yüceliği, Tanrı’nın bir başka seslenişi olan kâinatın diliyle birlikte okuyamayınca ve bu iki kaynaktan gelen sesleri birleştiremeyince, kitabın sesi giderek diriliğini, kâinatın sesi ise derinliğini yitirdi. Fizik dünyadaki metafiziğe mecralar açan bir seslenişin tınılarını sadece terennümle yetinen bir basitlik ise, ondaki anlamın derinliğini çocukça alegorilere dönüştürdü. Hayatın ve metnin dolayımlarını, birbirlerine işaret eden atıfların yüceliğini kavrayamayınca, kendisine hurafelerinden yücelikler ihdas etti. Âkif öyle düşünmedi hâlbuki, hatta tam aksini arzuladı: Okumayı, anlamayı:
“İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”
Yenileşmek istemekteydi o da ama Batılılaşmak değil. Batı’nın bilimi, tekniği ve hatta sanatı alınmalıydı elbette. Ne kalmaktaydı geriye: Ahlak mı? Oysa bundan da çok hoşnut değildi. Meseleyi müşkülleştiren, bir baskı altında seçim yapmanın güçlüğüydü. Bir de şahsiyetini kaybetme korkusu. Kemalistler ise bu konuda oldukça atılgandılar. Ve hatta bir an önce söküp atmak istemekteydiler Şark’a dair üstlerinde ne varsa. Meselenin bu denli kolay ve basit olmayacağı hakkında ise bir fikirleri yoktu. Batıyı da tanımakta değillerdi üstelik, Doğu’yu da. Onların hoşnutsuzlukları kendilerindendi. Üstelik en az kendileri kadar inatçı bir kesim daha vardı karşılarında: Muhafazakârlar ve Doğucular. Âkif, Ahmed Naim ya da Said Halim gibiler ise, azın azıydılar henüz. Doğu ile Batı arasında, “arâf”ta olanlar; ârifler yani. Sebilürreşad’da kurtuluşun, yenileşmenin, İslamlaşmanın yollarını arayacaklardı birlikte. Kâh Batı dolayımıyla yeniledikleri fikirlerle: meşveretle, adaletle; kâh ise Doğu’da yakaladıkları heyecanlarla: İkbal’le, Abduh’la…
Yeni bir “fetret” dönemiydi. Âdeta İmparatorluğun kaderine karar verilmeye çabalanan yıllar. Her şeyin çöktüğü bu istisnai dönemlerin trajikliği, çöküşten ziyade, geçmişin yaşayanların omuzlarına yüklediği sorumluluktadır. Ortalığı toparlamak, yılgınlıkları onarmak, nereden ve nasıl başlanılacağına karar vermek ve yeni bir gelecek için yola koyulmak. Zira her “kriz”, aynı zamanda bir fırsattır. Her şeyin yeni baştan ve hatta ilk kez konuşulduğu, bu yüzden derinlemesine tartışılmadan bir kenara, geleceğe bırakıldığı bir arınma ve yaratıcılık ânı. Dergiler, gazeteler, kavramlar, ülküler ve partiler: Yeni umutlar ve başlangıçların heyecanı... Batıcılar, liberaller, İslamcılar, Türkçüler, Kürtçüler… Gerçi bunlar bir biçimde toplumsal bir mutabakat arayışı içerisindeyken, bu mutabakata mugayir seslenişler de belirmeye başlamıştı.
Bu kargaşanın dışında durabilen, Doğu ile Batı arasındaki dengeyi korumaya çalışan irfan ehli de yok değildi ama bu gürültü içerisinde seslerini kimseye duyuramamaktaydılar. Üstelik ne belirginleştirilmiş bir teklifleri ne de bunu hayata geçirecek bir örgütleri vardı. Örgütsüz irfan ise Şark’ta hiçbir işe yaramamaktaydı. Doğru muydu bu yargı. Kuşkusuz ki öyle. Ama örgütlenmenin ve mücadelenin de türlü biçimleri vardır. Sözgelimi Mahatma Gandi, Abdulgaffar Han… Onların örgütlenme ve mücadele biçimleri. Şiddeti, daha doğrusu silahlandırılmış bir şiddeti reddeden bir yöntem. Bu, silahı namus addeden bir dünyada işe yarar mıydı bilinmez. Ama açık olan şu ki Gandi’nin irfanı daha derindir. Batı karşısında minnetsizdir. Tekniğe ve bilime borçlandırmamıştır vicdanını. Bağımsızlığı (siyasal kurtuluşu) özgürlüğün (manevî kurtuluşun) önüne koymamıştır. Hem karamsarlığa kapılmaya gerek var mıydı? Bir muharebeyi kaybetmekle savaşın sonu gelmezdi. Yeni cepheler açmak, yeni stratejiler geliştirmek, arayışları ve müzakereleri derinleştirmek ve yeni müttefikler bulmak mümkündü. Yeter ki istikamet ve umut kaybedilmesin.
İstibdadı sevmiyorlardı İslamcılar ama ne koyacaklardı yerine? Bu fikir olgunlaşmış değildi zihinlerinde. Üstelik Batı ile Doğu, meclis ile ordu, medrese ile mektep, hilafetle cumhuriyet arasındaki ikilemlerini de aşabilmiş değillerdi. Gelmekte olan ise başka bir otoriterlikti. Saray’ın görece “sivil”liğine karşı İTC askerî bir örgüttü. İstibdadı devirmenin imkânı ise, sivillik kavramından epeyce uzakta olanlara için, askerî bir güce dayanmak demekti. Bu ise İTC’ye rıza göstermekten başka bir anlama gelmemekteydi. Dünya Savaşından sonra tasfiye edilen ön saftaki İttihatçılar yerine art saftakiler geçer sadece. Strateji ise aynıdır. Ayrıntılar tartışılmaz bile. Hele mesele memleketin kurtarılması ise, bağımsızlık baş tacı edilir; özgürlükten “şimdilik” vaz geçilerek. Eh! Bir çaresi bulunurdu nasılsa onun. Ve aradan bir yüz yıl daha geçer.
Anlaşılabilir bir şey midir, aklı başında biri olarak bilinen bir Said Halim’in İTC’nin emrivakisiyle savaşa, tehcire boyun eğişi? Ve memleketin İstiklâl Marşı’nı yazan Âkif’in, yeni egemenlere, bu egemenlerin uygulamalarına tepki olarak da olsa küsüp, sessiz sedâsız uzaklara gidişi. Memleketine, taşına toprağına şiirler yazdığı İstanbul’una ancak ölmek için dönüşü. Bir başkası ise onu bile yapmadı, yapamadı. Kuvayı Milliye Destanı’nı yazdığında, kendilerine atıflarda bulunduğu Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif hayatta değildir artık. O da en az Âkif kadar sevmektedir “çınarlı, kubbeli, mavi liman”ı; İstanbul’u. Uzaklarda yanan ise sadece yüreği değil, elleridir de. Kendisini İstanbul’a çıkaramayan vapuru okşayan Nazım’ın elleri. Ama o da bir türlü dönmez, dönemez. Hatta bedeni bile kalır o uzak ve yaban ellerde.
İstiklâle emek veren Âkif, sonuçlarını görmeye bile katlanamadı. 1908 nasıl ki “beklediği hürriyet” değilse, 1923 de, “beklediği istiklâl” değildi. Uzaklaştı ve sustu sadece. Belki imalarda bulundu ama doğrudan bir şeyler söylemedi. Ruhunu yakaladığı ve ifade ettiği istiklâl coşkusunun o güçlü sesiyle bir kez daha haykırmadı. Zaten ne söylenmesi gerektiyse söylemişti. Yansa da yüreği, ne kimseye müdahene etti ne de boyun eğdi. Bu yürekte biçimlenen o gür “sadâ”, bir milletin gerçek istiklâlinin sesi ve azmiydi. Kurucu dili ve andıydı. Olmazsa olmazlarıydı. Dolayısıyla yeri asla başka bir biçimde doldurulama(z)dı.
Nahiftir dil yine de. Hele bu bir ozanın diliyse. Dikte etmese kendisini, hak iddiasında bulunmasa, anlaşılamazdı küskünlüğü bile. Onun savaşımı ise kendisi için değildi elbet. Ama bir toplumun kurtuluşunu mümkün kılan da, onda yankılanan bu sesti. Gökyüzünde, yüreklerimizde dalgalansa da duyarlılıklarının çok da farkında olmadığımız o ses. Kurucu ve kurtarıcı olan. Küsmekte haklıydı Âkif ama yine de gitmemeli, sesini öksüz bırakmamalıydı. Onun sesi çünkü, Osmanlı sonrası İslamcılığının sesiydi. Bu ses sahipsiz kalmıştı onun gidişiyle. Ancak bir sonraki kuşakta ve başka bir minvalde bir mecra bulmaya çalışacaktı kendisine. Âkif’in o gür seslenişinden olduğu kadar, adaletten, özgürlükten, meşveretten hâlâ yoksun olan bir mecra.
HerTarafHaberSitesi