Belirli dönemlerde Türkiye’nin tarihe girmesinden bahsedilir. Hatta kimi iddialı çıkışlar, Türkiye’nin tarihe geri döndüğünden bahsederler. Aktif, müdahil, gelişmeleri kontrol edebilen, yönlendirebilen hatta küresel ölçekte oynanan bir oyun varsa, ona karşı kendi oyununu planlayan, oynayan ve belirli ölçülerde oynatan güçlü, dinamik bir aktör vurgusu öne çıkartılır. Artık eskinin “hasta adamı” değil, onun mirasına sahip çıkan, tabiri caizse Anka Kuşu gibi küllerinden kendisini var eden güçlü bir aktör bu. Bu anlatı ne kadar gerçeklikten ne kadar istek, arzu ve beklentilerimizden besleniyor, farkında olmakta fayda var şüphesiz. Türkiye’nin bazı yönleriyle eski Türkiye olmadığını pekâlâ söylemek mümkün. Ancak pek çok açıdan da Türkiye’nin basbayağı eski Türkiye olduğunu da söylemek mümkün. Kopuşların, farklılaşmaların süreklilikler yanında tali kaldığı izahtan varestedir bu açıdan.
Bazı şeylere baktığımda tarihe girdiğimizden, hatta bir tarih içinde yol alıyormuş gibi davrandığımızdan çok da emin olamıyorum. Yanlış anlaşılmasın, dışımızda bir dünyanın aktığı muhakkak. Büyük alt üst oluşların yaşandığı da açık. Ancak bütün bunlar karşısında bizim halimiz, tepkimiz veya tepkisizliğimiz tarihin canlı akıntısına gözeten bir performans sergilemek yerine bildiği bir ezberi yaşayan ve ne olursa olsun onu sürdürme inatçılığına benziyor. Bir değişim-dönüşüm dinamiği olarak tarih yerine geçmişe, bugüne ve geleceğe sündürülmüş bir sabit anı yaşıyoruz gibiyiz. Tarih dediğimiz bu geriye ve ileriye doğru çekiştirilen sabit andan müteşekkil gibi. Belirli seyri, inişli çıkışlı hikâyesi olan bir filmden ziyade bir fotoğraf karesi daha çok bizimkisi. Sürekli o fotoğraf karesini çoğaltmayı, bir tür kopyalama içinde bir döngüye hapsolmuş gibiyiz. Herkesin, kesimin ezberleri var ve o sabit anın, o fotoğraf karesinin sınırlılıkları içerisinde, onun ufkuna sadık kalarak pozisyon almayı bir var oluş stratejisi zannediyoruz. Bu tarz bir hizalanmayı tarihe girmek olarak kodluyoruz.
Oysa bu sabit bir anın sayısız çoğaltımından, bitmek tükenmek bilmeyen sıkıcı bir tekrardan öte bir şey değil. Her yeni güne kendimizi tekrar ederek başlıyoruz. Kendimizi, kendimizden öncekileri tekrar etmek niyetiyle başlıyoruz sanki. Siyasetten bürokrasiye, mimariden ekonomiye, eğitimden sivil topluma kadar hangi alana bakarsak bakalım karşımıza ruhuna bu sabit anın, bu tükenmek bilmeyen tekrarın nüfuz ettiği bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Modernleşme hikâyemizin başlangıcında alan kodlaması nasıl yapılmışsa alan kavrayışımızın bugün aynı şekilde devam ettiğini görüyoruz. Tarihe girmek, bir tarihi olmak şeklinde anladığımız; tarihin belirli bir anında bir şekilde yapmış olduğumuz bir çözümlemeyi, bir çözümü, bir çözüm tarzını başına hiçbir halel getirmeden yarınlara taşımak olarak algılıyoruz. Sanırım biz meseleyi yanlış anlıyoruz. Yarına aktarılması gereken şeyin ne olduğu hususunda kafamız çok net. Ancak trajik olan şu ki bu netlik, doğru, makul, meşru ve işlevsel olan bir duruma işaret etmiyor. Tersine gerçeklikle bağı kopan, gerçeklikle ilişkisi ters yüz edilmiş son derece yanlış, makul ve meşru olmayan ve de daha acıklısı pratik/pragmatik olmayan bir netlik var karşımızda. Haliyle kafa bu kadar net olunca başka bir şeye de ihtiyacınız olmuyor, bir arayış ihtiyacı da hissetmiyorsunuz. Yaşadığınız hayatta yanlışı sürekli dışarda görürsünüz, rasyonalitenizi değil, onunla bir türlü uyuşmayan, ona göre davranmaktan sürekli kaçan realiteyi suçlarsınız.
Sadece modern dönemde yaşadığımız depremlere baksak, deprem dolayımında dile gelen sorunlara, bu sorunlara iliştirilen çözümlere ve giderek mekanize hale gelen bu sistematiğe baksak bütün bir uğraşısı, çabası esasında bildiğinden şaşmamak olan bir bünyenin varlığını ayan beyan görmüş olacağız. Başımızı döndüren şey bizim bitmek bilmeyen arayışımızdan değil tersine etrafımızda büyük alt üst oluşlarla hızı giderek artan bir dünyada savrulmamak için tutunduğumuz yere var gücümüzle tutunmaya çalışmamızdan kaynaklandığını görebileceğiz. Belirli bir döngü içinde başımıza gelen felaketlerin, yaşadığımız son deprem felaketi gibi, neredeyse benzer şekilde başımıza geldiğini, bizi hep benzer şekilde yakaladığını, bizim baş etme çabamızın hep benzer kaldığını, bir deja vu halinde olduğumuzu ve tam da bu niteliğiyle şairin ifadesiyle “ısmarlama bir hayat” yaşadığımızı görüyoruz, acı acı deneyimliyoruz. Halimiz bu iken tarihe girmekten, kurucu bir irade olmaktan bahsediyorsak ya ne dediğimizi bilmiyoruz ya şaka yapıyoruz ya da bulunduğumuz sevimsiz durumu perdeleyen işler çeviriyoruz. Aksi taktirde “ısmarlama bir hayat” sürdürdüğümüz halde bu tip beyanlarda nasıl bulunabiliriz? Cafcaflı retoriğimiz kulakları sağır ederken hayatımız enkaz altında can çekişiyor.
Kaynak: Farklı Bakış