İslami bir düşüncenin neden çoğulcu olması gerektiği üç temel olgu üzerinden gösterilebilir. Bunlardan birisi harici sebep diğer ikisi ise dahili sebeptir. Harici sebep İslam ile İslam öncesi kültürler arasında felsefi içerik açısından bulunan farklılıktır. Dahili sebepler ise vahyin felsefi anlamı ile nübüvvetin epistemolojik değeridir!
1. İslam ile İslam Öncesi Kültürler Arasında Bulunan Felsefi Farklılık!
Her kültürün belli bir felsefi içeriği vardır. Bu felsefi içerik o kültürün temel ontolojik ve epistemolojik kabülünden meydana gelir. Ve buna kaynaklık eden de bu kültürlerin dayandığı mutlak tasavvurudur. Bu açıdan İslam öncesi kültürlere baktığımızda şöyle bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz.
Bu kültürlerin ontolojik içeriği iki kabulden oluşmaktadır:
A. Hakikatin birliği,
B. Ontolojik hiyerarşi anlayışı.
Bu kültürlerin hepsi varlık alemini tek bir hakikatin doldurduğunu ve bu tek hakikatin de hiyerarşik bir şekilde varlık alemindeki kesreti meydana getirdiğini kabul etmektedir. Bu iki ontolojik kabülün epistemolojik sonucu ise epistemolojik inhisar anlayışıdır. Bütün bu kültürler hakikatin ontolojik veya ilahi olarak imtiyazlı belli kişi veya kişiler tarafından bilinebileceğini kabul etmektedir. Bu kişiler varlık hiyerarşisinde üst mertebelerde bulunduklarından alt mertebelerin sahip olmadığı ve asla da olamayacağı hakikatlere sahiptirler ve bu yüzden de altta bulunanları yönetme hakkına sahiptirler. Bu felsefi içerik yüzünden İslam öncesi kültürlerin toplumsal yapısı da buna göre şekillenmiştir. Bu kültürlerin hepsinde belli bir kast sistemi vardır. Eflatunun devletindeki filozof kraldan tutun da Mısırdaki firavun anlayışı ve ortadoğu kültürlerindeki tanrı-kral anlayışları hep bu anlayışa dayanmaktadırlar. Bu yapılarda en tepede ontolojik veya ilahi olarak imtiyazlı doğan yönetici onu altında din adamları sınıfı bulunur ve bunlar sahip oldukları epistemolojik imtiyazdan dolayı yönetme hakkında sahiptirler.
Bu noktada önemli olan bu kültürlerin neden böyle bir felsefi içeriğe sahip olduklarıdır? Bunun sebebi bunların sahip oldukları mutlak tasavvurudur! Bu kültürlerin hepsi yaratıcı olmayan bir mutlak anlayışına sahip olduklarından böyle bir felsefi içeriğe sahip olmuşlardır.
Bu açıdan İslama baktığımızda şunu görüyoruz: İslam diğer her şeyi yoktan yaratan bir mutlak tasavvuruna dayanır. İslam’daki tevhidin özel anlamı budur. Yani her şeyi yoktan yaratan bir Personal Tanrı anlayışına sahip olunması. Böyle bir mutlak tasavvuru olduğundan artık hakikatin birliğinden bahsedilemez. Zira artık ortada bir yaratan diğer yaratılan olmak üzere birbirinden ontolojik olarak farklı olan iki farklı ontolojik kategori vardır. Hakikatin birliği bu şekilde ortadan kalktığına göre bunun sonucu olan ontolojik hiyerarşi de artık bulunmaz. Zira Tanrı ile alem ilişkisi artık dikey olmaktan çıkmış yatay bir ilişkiye dönüşmüştür. Ontolojik ilişki bu şekilde değişince bunun sonucu olan epistemolojik inhisar anlayışı da artık ortadan kalkar. Yani İslamda epistemolojik inhisar anlayışı yoktur ve olamaz da zira böyle bir anlayışın dayandığı mutlak tasavvuru ve onun kaynaklık ettiği ontolojik içerik İslam’da yoktur.
Bu İslami bir düşüncenin neden çoğulcu olması gerektiğinin ilk felsefi sebebini oluşturmaktadır!
Dahili sebeplere gelince…
2. Vahyin Felsefi Anlamı
Burada cevabını aradığımız soru vahyin bir olgu olarak neye tekabül ettiğidir. Bu açıdan iki farklı vahiy anlayışını birbirinden ayırmamız gerekir. Uzak doğu kültürlerine has olan “ilahi zatın inkişafı olarak vahiy” ile İbrahimi dinlere has olan “ilahi kelamın inkişafı olarak vahiy” anlayışı. Bu ikisi birbirinden oldukça farklıdırlar. İlk vahiy anlayışına İslam öncesi kültürler sahiptir. İkincisine ise İbrahimi dineler yani İslam sahiptir. Bu ikinci anlamıyla vahiy Allahtan insanlara gönderilmiş bir mesaja tekabül etmektedir. İşte vahyin felsefi statüsünü onun bir mesaj olması gerçeği oluşturmaktadır. Bir mesaj olarak vahiy muhataplarında şunların varsayılmasını gerektirir.
a. Böyle bir vahye muhatap olanaların mesajın içeriğini anlaması gerekir.
b. Muhatapların doğru ile yanlışı yani hak ile batılı birbirinden ayırt edecek bir akli melekeye sahip olması gerekir.
c. Muhatapların özgür iradeye sahip olması gerekir.
Bunlar vahye muhatap olanlarda olması gereken apriori şartlardır.
Bütün bunların anlamı Allahın insanları birer epistemolojik özne olarak kabul ettiğidir!
İşte bu da İslami bir düşüncenin neden çoğulcu olması gerektiğinin ikinci felsefi sebebini oluşturmaktadır. Üçüncü sebep ise Nübüvvetin epistemolojik değerinde ortaya çıkmaktadır.
3. Nübüvvetin Epistemolojik Değeri
Burada cevap aradığımız soru şudur; içinde peygamber bulunan bir toplum bizim sahip olmadığımız hangi epistemolojik avantaja sahiptir? Doğal olarak böyle bir toplum dini bilginin sıhhatini nasıl sağlanacağına dair bir kıstas sorununa sahip değillerdir. Zira ellerinde bütün ihtilafları çözebilecek nihai bir merci bulunmaktadır. Ancak peygamberin rihletinden sonra müslümanlar bu epistemolojik avantajlarını kaybetmişlerdir. Artık ortada doldurulması gereken önemli bir epistemolojik boşluk bulunmaktadır ve bunun doldurulması gerekir? Bu boşluğu islam dünyası alim ve ilimle doldurmaya çalışmıştır. Yani rihletten sonra peygamberin epistemolojik işlevini usul ve ilim yani alimler yerine getirmeye başlamıştır.
İşte bu noktada önemli bir yere varıyoruz! Peygamberin içtihadıyla alimlerin içtihadı arasında bulunan kategorik fark meselesi! Bu açıdan meseleye baktığımızda peygamberin içtihadının mutlak, yakini ve bağlayıcı olduğunu görüyoruz. Buna karşılık alimlerin içtihadı ise mukayyet, zanni ve mutlak anlamda bağlayıcı değildir! İşte bu durum İslam düşüncesinin kendi içinde çoğulcu olmasına sebep olmuştur.
Bu üç unsur ve onların felsefi anlam ve karşılıkları bir arada düşünüldüğünde İslami bir düşüncenin neden çoğulcu olması gerektiğinin felsefi sebeplerini elde ederiz. Temennim müslümanların bu durumu hatırlamaları, içselleştirmesi ve buna göre birbirlerine karşı daha anlayışlı ve hoşgörülü davranmasıdır. Ancak bu şekilde ilmi geleneğimizi yeniden inşa edebiliriz!
(Kaynak: Bizim Köşe)