İnsanlar yeryüzünü yaşanmaz hale getirmek için var gücüyle çabalarken, kendimize bunca kötülüğün kaynağını sormamız gerektiği kanaatindeyim. İnsanın yaşadığı kaotik ruh halini ailesine, topluma ya da küresel çapta tüm insanlığa yansıtmasını sadece cinnet haliyle geçiştirmek sanırım mümkün görünmemektedir. Her gün medya vasıtasıyla evimize taşınan ve artık sadece istatistiksel değer atfedilen katliamlar, işkenceler, sürgünler, tecavüzler, hırsızlıklar… yani kötülüğün her çeşidi bizi kuşatmış durumda. Bunları gördükçe meleklerin neden insanın halife olmasına karşı çıktıklarını daha iyi anlamaktayız. Ama kendimize ‘kendimizi tanımak adına’ şunu sormamız gerektiği kanaatindeyim: İnsan neden kötülük işler?
Kötülüğü işlemek insan iradesinin doğal bir tercihi mi yoksa Sokrates’in dediği gibi insanın bilgi sahibi olamayışının yani cehaletinin doğal bir sonucu mudur? Sokrates, eğer bir insan iyi olandan çok kötü olanı seçiyor ve kötü olanı yapıyorsa, bu onun, sanıldığı gibi, arzuya, dünyasal ve özdeksel varoluşunun gereksinimlerine yenik düşmesinden değil de, bilgisizliğe yenik düşmesindendir, diyor. Nitekim benzer düşünceye Hint dini düşüncesinde de rastlamaktayız. Hinduizm’e göre insanın cehaleti, insanın samsaradan kurtulmasına engeldir. İnsan bilgi sahibi olması ile ancak hakikate/Nirvana’ya giden yolu tanıyabilir. Bu sayede doğru eylemlerde bulunup Nirvana’ya ulaşabilmesi mümkün olabilir.
İyilik gibi kötülüğün de insan iradesinin tercihlerinden biri olduğu konusunda şüphe yoktur. Bununla birlikte bu konuda bilginin belirli bir katkısı olduğu gerçeği de yadsınamaz. Çünkü ilk kötülük genelde bir cehaletin ürünüdür. Fakat temel sorun öncelikle bu eylemin kötülüğün ne olduğuna dair bilgi eksikliğinden mi kaynaklandığı yoksa kötülüğün sonuçlarının tecrübe edilmemesinden mi kaynaklandığı diğer yandan kötülükte ısrar edenler hangi kategoride değerlendirileceği hususudur.
İnsan, kısa vadede nefsi için güzel, hoş ya da tatmin edici bulduğunda kötülük işler. Uzun vadede bunun kendisi ve toplum için yaratacağı zararların bilincine henüz sahip değildir. Çoğu zaman kötülüğün kısa vadeli bu cazip görüntüsünün etkisinde kalarak hareket eder. Ve kötülüğü kendi doğasının bir parçası gibi algılar. Yalan; yaşadığı çaresizlikten, hırsızlık; kısa vadede içinde bulunduğu dar boğazdan, zina; şehvetin baskısından, cinayet; nefret, öfke veya intikam duygularından kurtaran bir araca dönüşür. Bunun gibi tüm kötülükler kısa vadede nefsin iyi, hoş, güzel ve tatmin edici görünmesine yola açtığından işlenir.
Sokrates’in bilgisizlik ifadesi bir açıdan doğru gibi görünse de kötülüğün kısa vadeli cazibesi bilginin uzun vadeli perspektifini yenecek bir güce sahiptir. Yani nefsi dürtüler bilgiye çoğu zaman galip gelebilmektedir. Bu konudaki her türlü ön bilgi geçerliliğini yitirir.
Eğer ilk kötülük deneyimi insanı pişman olmaya sevk ediyorsa, bu konuda Sokrates’in bilgi tezi haklılık kazanır. Çünkü vicdanın sahip olduğu naif hale halel getiren kötülük, insan tarafından ret edilip tekrar işlenmiyorsa, bu durumda iyi ve kötülüğe dair her tecrübî bilgi, insanı kötülük işlemekten alıkoyar. Tıpkı Âdemin yaşadığı tecrübe gibi… Aksi halde, işlenen kötülüğün bilgi eksikliğinden kaynaklandığı iddia edilemez. Bunun için Allah cehalet nedeniyle işlenen kötülüklerden sonra yapılacak tövbeleri kabul edeceğini zaten söylemektedir.
“Sonra Rabbin şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tövbe ettiler, uslandılar. Bütün bunlardan sonra Rabbin, elbette bağışlayandır, esirgeyendir.” (16/119)
Bu durumu Âdem’in yaşadığı deneyimde de görmekteyiz. Âdem men edilmesine rağmen “yasak ağaç”tan tadınca işlediği günahın farkına varır. Âdem aslında yasağın ihlalinin kötü olduğunu bilmektedir. Fakat kötü olan bir fiili yapmanın ne anlama geldiğini bilmemektedir. Bu teorik bilginin ne tür sonuçlar doğuracağını bilmediğinden onun için “gerçekliği” yoktur. Nitekim bu suçu işlemesi ile kötülüğün insan üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin farkına varan Âdem nedamet getirir. Vicdanın bu konuda gösterdiği tepki Âdeme kendini çıplak hissettirecek kadar yoğundur. Âdem bu hissiyat ile Rabbine yönelerek tövbe eder. Aslında Hz. İbrahim’in ölüm ve dirimi Rabbinden kendisine göstermesini talep etmesindeki merakta da aynı deneyim eksikliği vardır. Bunu Rabbinden isteyen Hz. İbrahim, ahirete mutlak iman etmektedir. Ki ayette Hz. İbrahim’in bunu kalbinin tatmin olması için talep ettiğini açıkça vurgulanmaktadır.
Âdem iyi ve kötünün gerçek anlamda nasıl bir şey olduklarını yaşadığı deneyim sonucu öğrenmiştir. Ama birçok insan Âdemin tecrübesini defalarca tekrar etmesine rağmen hala kötülükte ısrar edebilmektedir. Bu durum, kötülük eyleminin salt teorik ve tecrübi bilgi eksikliğinden kaynaklanmadığını, insan nefsinin iyiye olduğu gibi kötülüğe de yatkın olduğunu göstermektedir. Çünkü yaşanan her iyi ya da kötü fiil, insan nefsinin barındırdığı fücur ve takvanın, irade üzerindeki etkisinden kaynaklanır. Bu açıdan kötülük; fücur ve takva arasındaki gerilimde nefsin fücurdan yana tavır almasıyla oluşur. Ve nefsin bu konuda yozlaşmasıyla kötülük içleştirilerek sürekli bir eyleme dönüşür.
“Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir.” (12/53)
İnsan İslam fıtratı üzerine yaratılmış olmasına karşın insanın kötülük yapmasının nedeni; insanın kendisine ve topluma yönelik iyilik yapma amaç ve sorumluluğu taşımaması ve nefsin bir hukuka bağlı olmadan özgürce davranma cazibesidir. Ve bunun altında da zayıflamaya yüz tutmuş ya da tamamen yitirilmiş ahiret inancı yatmaktadır. Eğer yaptıklarından ötürü insan yargılanmayacağına inanır ya da bunu unutursa, o zaman meleklerin tasvir ettiği o zalim varlık ortaya çıkar. Ve bu potansiyel tüm insanlarda mevcut… Onun içindir ki kendisinden hiç beklenmeyen bazı insan, cemaat ya da toplumların yarattığı vahşete her gün tanık olabilmekteyiz.
Kötülük ontolojik bir çıkmazdır
Her kötülükte dünyevi bir çıkar/beklenti söz konusudur. Bu beklentinin karşılanması insanı nefsi olarak tatmin eder/lezzet verir. Her lezzet gibi dünyevi tüm lezzetler geçicidir. Bir süre sonra hissiyatını yitirir. Bunun için tekrar kötülük işlemeye insanı sevk eder. Bu kısır döngü insanı fıtrata aykırılık nedeniyle ontolojik bir çıkmaza sürükler. İnsan böylece anlamsız ve lezzet odaklı bir hayat yaşamaya mahkûm olur.
Kötülük fıtrata aykırı/arızi bir durumdur. Kalbini hakikate kapatmamış her nefis bir gün tevhide yönelebilecek bir alt yapıya sahiptir. İslam bunun için iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün nehiy edilmesini tüm Müslümanlara süresiz bir sorumluluk olarak yüklemiştir. Böylece tüm insanların fıtri olan iyilik noktasında birleşmeleri için iyiliklerin tekrarla yapılması ve insanın bu melekeyi kazanması hedeflenir. Çünkü iyilikler çoğaltıldıkça, iyi insanlar da çoğalacaktır. Tıpkı kötülük çoğaldıkça, kötülerin artması gibi… Onun için iyilikte yarışmak, iyilerle dolu ahlaki bir toplumun oluşmasını sağlayacaktır. Bundan dolayı Müslüman için iyilik yapmak bir yaşam biçimidir.
Sonuç olarak insanın özünde iyilik olduğu gibi kötülük de vardır. Ve aslolanın iyilik olduğu ve kötülüğün arızi olması nedeniyle fıtrata aykırı olduğu konusunda şüphe yoktur. Öyle ki iyiliğin vicdana tattırdığı huzurun kötülüğün nefse verdiği hazdan çok güçlü olduğu da bir gerçektir. Ama insan gerçekliği kötülüğün yaygın bir kültür olarak bugün dünyayı yaşanmaz hale getirmesine olanak tanıyor. Ve iyiler buna sesiz kaldığı sürece bu hal devam edeceğe benziyor.
Kaynak: Her Taraf