İDLİB'TE HERKESİN BİLDİĞİ SIRLAR: KARAMSAR BİR YAZI

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

 İDLİB

Suriye iç savaşını anlamak ve değerlendirmek Türkiye’de gerçekten mayınlı bir tarlada koşmaya benziyor. Bunun birçok sebebi var. İlki elbette Suriye’deki tarafların Türkiye içerisindeki inanç-ideoloji akrabalarının yaşananları kendi açılarından görmeleri…

Şayet kendinizi bir savaşın tarafı hissediyorsanız olanları tüm boyutları ile değerlendirip sebep-sonuç ilişkilerini doğru analiz edemezsiniz. 

Sünni İslamcılar Suriye’yi İhvan ve Selefi Cihad Hareketlerinin perspektifinden gördüler. O yüzden sadece Esed rejiminin devrilmesine odaklanırken, aşırı ideolojik hamasetin de etkisiyle Esed’in dayandığı toplumsal tabanı ve Esed’in uluslararası ilişki ağının kapasitesini küçümsediler.

İran’daki totaliter ruhban rejimine sempati duyan ya da doğrudan kendisini o rejimin uzantısı hisseden İslamcılar ise 1979’dan bu yana oluşturulan kadim İran-Şam ittifakı sebebiyle Esed rejiminden yana bir bakış geliştirdiler ve muhalifleri hain, ajan, emperyalist uşağı vs. şeytanlaştırıcı bir tutumla yaftaladılar. Komplo teorileriyle Esed diktatörlüğünün baskılarını görmezden geldiler.

Sosyalist hareketlerin çoğu Esed rejiminin Baasçı Arap Sosyalizmi kimliği sebebiyle Şam’dan yana bir bakış geliştirdiler.

Anti-emperyalist söylemi bölgedeki diktatörlükleri savunmak için kalkan yapan bu yaklaşımlar da Türkiye’den Suriye’ye çarpık bakışlar arasındaydı. 

Türkiye’deki Alevi toplumunun kanat önderlerinin geneli de gerici bir mezhepçiliğe imza atarak Esed rejiminin Alevi/Nusayri kimliğinden dolayı yaşanan baskı, katliam ve işkencelere rağmen mezhepçi/grupçu bir dayanışma sergilediler.

Türkiye’deki Kürt siyasal hareketi ise “Rojava Devrimi” stratejisi çerçevesinde PYD ekseninde hareket ettiğinden zaman zaman Esed rejimine sempatizan bir dil kullanmaktan çekinmedi. 

Dolayısıyla Suriye’yi konuşmaya başladığımızda tüm bu kesimlerin ideolojik önyargı duvarlarını aşmak o önyargıların ürettiği mayınlara basmamak zorunda kalıyorsunuz. Ya da basarak bir kakafoninin içine düşüyorsunuz…

Gelelim İdlib’e. Kısa özet geçelim. Suriye’deki insani dramın birincil sebebi 17 Temmuz 2000’den beri ülkeyi yöneten Beşşar Esed’in 2011’e dek bir türlü muhaliflerle gerçekçi bir diyaloğa geçmemesi ve reformlarla ülkede demokratik bir geçiş sürecine sokmamasıdır.

11 yıl boyunca Baba Esed’in mirasının yumuşatılmış, makyajlanmış versiyonuyla işi idare eden oğul Esed ve kadroları Tunus’ta başlayan Arap isyanları dalgasına hazırlıksız yakalandı.
 

suriye aa.jpg

Fotoğraf: AA


Esed rejimi 15 Mart 2011’de başlayan barışçıl gösterilere karşı 49 yıllık geleneksel diktatöryal müdahalelerle cevap verdi: Katliam, işkence, tecavüzün, sürgüne zorlamak gibi sistematik bastırma, imha sindirme yöntemleri.

6 aylık barışçıl gösteriler 2011’in sonuna doğru bölünen ordu sebebiyle iç savaşa evrildi. Diğer Arap isyanlarında da olduğu gibi ABD ve AB bekle gör taktiğiyle gücün kimden yana olacağını izledi. 

2012’de muhaliflerin güç ve psikolojik üstünlüğü ele geçirmelerinin ardından ABD muhalifleri kendine bağımlı kılma yoluna gitti. Silahlı muhalefetin ana gövdesinin bu bağımlılaştırma girişimlerine direnmelerinin cevabı 2013’te sahaya IŞİD’in sürülmesi olacaktı.

IŞİD Şii mezhepçiliği ile karşı-taban kazandırılan bir zehirleyici aktör olarak Nisan 2013’te Suriye muhalefetine en büyük darbeyi vurdu.

ABD Dünyaya IŞİD’i gösterip PYD’ye razı etti. PYD muhaliflerin aksine kendisine bağımlı bir aktördü. 

Bu süreçte IŞİD tarafından zayıflatılan muhaliflere karşı Rusya ve İran tarafından güçlendirilen Esed rejimini görüyoruz. Rusya-İran ve İran’ın Lübnan’daki uzantısı Hizbullah tarafından bitkisel hayatta yaşatılan bir Esed rejimi var.

IŞİD sonrası oluşan denklemde diasporadaki sivil muhalefet yalnızlaştırılırken sahadaki silahlı muhalifler ağır saldırılarla imha edilmeye çalışılıyordu. 

Strateji çok açıktı; önce muhaliflerin elindeki şehir Rus ağır hava bombardımanlarıyla şehir halkıyla beraber yerle bir ediliyor. Adeta yapay depremler yoluyla o şehirdeki halk ölümle sürgün arasında seçim yapmaya zorlanıyor.

Muhalifler de otobüslerle bir sonraki şehre geri çekilmeye iknaya mahkum ediliyor. 

Dera, Doğu Guta, Hama, Humus ve Halep bu istikrarlı yıkım stratejisiyle ele geçirilirken Rusya diğer yandan muhalifleri destekleyen, iç savaştan sığınanlara kapılarını açan Türkiye’yi de Astana sürecinin içine çekti.
 

astana aa.jpg

Fotoğraf: AA


Astana kağıt üzerinde Türkiye’den ve muhaliflerden yana gözükürken sadece Rusya’ya ve Esed rejimine zaman kazandırma işlevi görüyor. Elbette Putin’in kurduğu bu yeni denklemde Türkiye’ye Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatlarına izin verilmesi karşılığında Ankara’nın Eylül 2017’de Astana tiyatrosuna razı olması sağlandı.      

Şimdi geldik son sahne İdlib’e…

İdlib’te Türkiye’yle hareket etmek dışında şansı kalmayan gruplar “Ulusal Kurtuluş Cephesi” (UKC) çatısı altında birleştirildi.

Ankara’nın hedefi UKC ile kontrol ettiği Afrin ve el-Bab bölgeriyle İdlib’i birleştirmekti. El-Kaide’den ayrılarak yerel bir örgüte dönüşen Selefi Cihad hareketlerinin çatı yapılanması Heyetu Tahriru’ş-Şam (HTŞ) ise bu bağımlılığı kabul etmedi ama eşit partnerler şeklinde Türkiye’nin duruşuna da köstek olmuyordu. 

HTŞ bu süreçte İdlib kent merkezini sivil bir yerel kent meclisine teslim etti. HTŞ’ye göre bölgenin yönetimi sivillerde silahlı savunması kendisinde olacaktı. HTŞ’yi yumuşamakla suçlayan Huras ed Din grubu ise Aralık 2018’de kendisini Suriye El-Kaidesi ilan etti.

ABD ve Rusya HTŞ ve Huras ed Din’i gerekçe göstererek İdlib’i vuruyor.  
 

idlib reuters.jpg

Fotoğraf: Reuters


HTŞ Hamas tarzı bir halk hareketine dönüşmeye çalışıyor. Ancak geçmişinden kurtulamıyor. Hem IŞİD ile hem Huras ed Din ile hem Esed güçleriyle çatışmak zorunda.

İdlib’de Türkiye ile çatışmaktan kaçınan HTŞ Türkiye’nin Suriye politikasının zig zaglı olduğunu ve güven vermediğini vurguluyor. Bu yüzden de Türkiye’nin İdlib siyaseti HTŞ’ye boyun eğdirme üzerinde yoğunlaşmamalı.

HTŞ’nin daha da evrilmesi için aktif ve gerçekçi bir diplomasi yürütülmeli.

Herşeyin ötesinde İdlib halkı Türkiye’den Astana tiyatrosunu gerçek bir anlaşmaya ve çözüm sürecine dönüştürmesini talep ediyor.

Son günlerde Cilvegözü sınır kapısının diğer yakasındaki Babu’l Hava Sınır Kapısına dayanan ve çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu protestocuların Ankara’ya ana mesajı "Ya sınırı açın ya da garantör sıfatı ile bizi Esed'den koruyun" oldu. 

Hiç kimse göç etmek istemiyor... Herkes bombardımanların durmasını ve evlerine dönmek istiyor.

Saha muhabiri Hadi Abdullah’ın yayınladığı bir videoda göstericilerden biri Türkiye sınırındaki nöbetçi askere "Biz Türkiye’ye girmek istemiyoruz Sadece ülkemizde güvende yaşamak istiyoruz” diyecekti. 

Astana toplantılarında alınan kararların bir hiç hükmünde olması saldırıların hem karadan hem havadan sürmesi sebebiyle bölgeye sıkışıp kalan siviller Astana tiyatro sahnesinin arkasında hergün bombalar altında yaşamaya mahkum edilmişlerdi.

Bu saldırı stratejisi o kadar pervasızlaştı ki artık Türk askeri konvoyundan Türkiye gözlem noktalarına kadar şımarıkça hedef alınabilir bir hal aldı.

İşte bu sebeple bölgede toplumsal patlamalar kaçınılmaz hale geliyor. İdlib Yerel Meclis Başkanı Ghassan Hamo “İdlib'deki saldırılar sürerse 1 Milyon Kişi Avrupa Kapısına dayanır” diyor.

Garantör ve hamilik iddiasındaki Türkiye’nin katliamlara seyirci kalması bölge halkının Türkiye’ye karşı öfke duymasına yol açıyor ki bu son derece insani bir tepki. 

Ancak “yandaş”lığı gazeteciliğe tercih eden Yeni Şafak gibi medya organları sosyal-psikolojiyi anlamak, empati kurmak yerine en kolay olanı komplo teorilerine sığınarak tepkileri şöyle çarpıttı: 

Birleşik Arap Emirlikleri ile bazı Körfez ülkelerinin fonladığı, CIA’nın yönlendirdiği gruplar İdlib’i büyük bir çatışmanın eşiğine getirdi.

Günlerdir süren bombardımandan kaçarak sınıra dayanan siviller de ajanlar eliyle Türkiye’ye karşı kışkırtıldı.


Yeni Şafak Astana sürecine rağmen nasıl olup da o bombardımanların günlerdir sürdüğünü, nasıl olup da Türkiye’nin arasının çok iyi olduğu bölgede nasıl olup da CIA ve Körfez ajanlarının cirit atabildiğini okuyucularına anlat(a)mıyordu.

Başka bir cehalet örneği ise aynı gazetenin İdlib’de ABD’nin gerçekleştirdiği hava saldırısı hakkında “İdlib’de Yeni Oyun” başlığıyla yazdığı oyun senaryosuydu. 

Senaryoya göre Ensaru’l Tevhid örgütünü vurması için HTŞ ABD’ye koordinatları vermişti. Yeni Şafak “Ensaru’l Tevhid” örgütü IŞİD eğilimleriyle bilinen radikal bir yapı olduğunu bilmiyordu. Hatta bir ara bizatihi IŞİD’in çatısı altında olan örgütün Türkiye’nin can düşmanlarından olduğunu da…

Türkiye hükümeti Suriye sorununun müsebbibi değil ama sonuçta bir parçası.

PKK tehdidiyle Esed rejimine karşı muhalifleri desteklemek arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Oysa bu ikisi birer tercih değil birbirlerini besleyen iki unsur.

Türkiye sınırlarına karşı PYD/PKK tehdidini oluşturan denklemde Esed rejimi ve tabi ki Rusya PYD’yi ABD ile birlikte bir kart olarak kullanıyor. 

O halde Türkiye ya muhalif grupları birbirine kırdırma stratejisi(zliği)nden vazgeçerek İdlib’te gerçekçi bir himaye sağlayacak ki bu da HTŞ gibi El Kaide’den ayrılmış ve yerelleşme için çaba gösteren bir örgütü karşısına almamasını gerektiriyor; işte o zaman İdlib’in Halepleşmemesinin önüne geçebilir(di). 

Ancak tüm bunlar için çok geç. Yoksa Türkiye’nin payına düşecek olan şey daha fazla mülteci daha fazla insani dram ve Suriye sahasından tamamen dışlanmış olmak tablosudur.

Türkiye’nin iktidar elitlerinin iç politikada gittikçe aşırı-sağ bir algıya kayıyor oluşu Suriye’deki halk hareketinin dinamiklerine yabancılaşmasını ve mevzuyu sadece PYD tehdidine indirgemesine yol açıyor ki bu da ciddi bir yabancılaşma…

Ülkenin toplumsal olarak insani ve ahlaki davranma hassasiyetini giderek kaybettiğini görmek üzücü.

Muhalefetin bakışının göçmen karşıtlığından ve Esed rejimine sempati duymak –ya da sorunun kökeni olan Esed rejimiyle çözüm bulunabileceğini vehmetmek- gibi gibi akıl tutulmalarına malül olması ise başka bir umutsuzluk tablosu. 

2019’un sonuna doğru Suriye tablosunda İran rejimi karada nüfuzunu korumaya çalışıyor.

Rusya, ülkenin en güçlü mandacı yönetimi durumunda.

ABD ise Suriye’nin petrol yataklarını PYD aracılığıyla kontrolü altında tutuyor.

Her iki emperyalist güç de Suriye’deki insani durumun düzeltilmesini ve ülkenin demokratikleşmesini istemiyor.

Moskova çökmüş bir diktatörü, Washington ise diktatöryal pratikleri olan bir terör örgütünü ayakta tutarak onları temsilci atayarak sahada bulunuyor. Bu durum da ülkenin normal hayata dönmesini imkansızlaştırıyor.

Böyle bir imkansızlık da ülke dışında özellikle Türkiye’yi derinden etkileyen mülteci sorununun daha da derinleşmesine yol açtı açmaya devam edecek.
 

mülteci afp.jpg

Fotoğraf: AFP


Esed rejimi çıkardığı “10. madde” ile evlerinden sürülen sivillerin gayrimenkullerini İran, Hizbullah ve Şebbiha milislerinin gasp etmesi kararı vermişti.

Yani Suriye’ye geri dönmek isteyen biri kendi evi, tarlası ya da dükkanını kaybetmiş durumda; tıpkı İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilerin mülklerini gasp etmesi gibi…

Ayrıca bu ekonomik, sosyal travmayı atlatabilse de Suriye’ye dönen mültecileri “vatan haini”, “terörist” suçlamalarıyla hapis ya da zorla silah altın alınarak işkence dolu zamanlar bekliyor.

Yaşanan onca yıkımın sonrası rejimin herhangi bir özeleştiri ya da toplumsal uzlaşı adımı atmaması bir yana kendi vahşi yöntemlerinin başarılı olduğu ve zafer kazanıldığı kanısı muhaliflerden daha da ağır intikam alma psikolojisine kapılmasına yol açıyor. 

Böyle bir Suriye’ye mültecilerin dönmeyeceği çok açık.

Böyle bir ortama insanları yollamanın da açık ve tehlikeli bir insan hakları ihlali olduğu da açık.

Bir de bu duruma İdlib’e sıkışmış 1 milyon sivili de eklersek Rusya ve ABD’nin Suriyesi’nin Türkiye’ye doğru sürüklediği bu yeni sığınmacı adaylarının da Türkiye’den başka adresleri yok…     

Sonuç olarak;

Suriye, Rusya ve ABD dışında herkesin/tüm tarafların kaybettiği bir saha olarak tarihe geçiyor…  

Olması gereken Suriyeli muhalifler ile Şam rejiminin uzlaştırıldığı bir geçiş sürecinin fiilen başlatılmasıdır.

Rusya’nın çıkarlarının güvence altına alınabileceği bir süreç mümkün mü?

Şayet başka güçlerin askeri müdahalesi olmayacaksa Esed rejiminin radikal reformlarla demokratik bir dönüşüme tabi tutulabilmesinin tek yolu Moskova’dan geçiyor.

Maalesef böyle bir yol da Putin iktidarda olduğu sürece kapalı… 

Kaynak: Independent Türkçe