Sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalizmin İslam hakkında ileri sürdüğü çeşitli iddia ve önerileri artık birtakım Müslümanlar kabullenerek dillendiriyor ve yegâne doğru olarak sahipleniyor. Önce karşı çıkıp reddettikleri, daha sonra kademeli olarak onaylamaya başladıkları, son zamanlarda ise çoğunu haklı buldukları konumda yer alıyorlar. Dikkatle bakıldığında, oryantalistlerin aşağıdaki birtakım görüşleriyle tam bir uyum içinde oldukları fark ediliyor:
“İslam terakkiye manidir. Hadisler uydurmadır ve hükümsüzdür. Kuranın hükümleri evrensel olmayıp tarihseldir. Müslümanlar barbar, İslam şiddet dinidir. Ülkeler zor kullanılarak sömürgeleştirilmiş ve adına fetih denilmiştir. Müslümanlar; siyaset, hukuk, ekonomi başta olmak üzere diğer toplumsal alanlarla ilgili bir sisteme sahip değildirler. ilh…”
Müslümanların bu kesimi; modern zihnin dayandığı temellerin başında, tanrının yerine insanı belirleyici konuma getiren hümanizmin yer aldığını görmezden geliyorlar. Dahası; vahyi reddeden akılcılığın, sadece fiziksel maddi dünyanın gerçekliğini kabul eden pozitivizmin, her şeyin maddeden oluştuğunu ileri süren materyalizmin düşünce ve inançlar üzerinde etkisi yokmuş gibi davranıyorlar. Allah, öte dünya, vahiy, melek gibi inançları temel almak zorunda oldukları halde bunları reddeden felsefi arka plana göre oluşan dünya görüşünü benimsemekte sakınca görmüyorlar. İlişkileri temelden sarstığı çok açık olan bu ve benzeri faktörlerin egemenliğine rağmen Müslümanlığı aslına uygun yaşatabileceklerini düşünüyorlar.
Böylece, vahye dayalı din ile tanrıtanımaz köklere dayalı değerler sistemi arasında tarihte rastlanmayan büyük uzlaşmanın gerçekleşebileceğine inanıyorlar. Gelişmişlik düzeyi düşük olan geçmiş kültür ve uygarlıkların gerçekleştiremediklerini, büyük ilerleme kaydeden günümüz insanının hayata geçirebileceğini ileri sürüyorlar.
Oysa aynı kesim; geçmişte, saltanatla girilen uzlaşmanın İslam’a ve Müslümanlara çok büyük zarar verdiğini ve tahrip edici sonuçları olduğunu hep hikaye ediyor. Saltanatın İslamileştirilmesi ve meşrulaştırılması çabalarının yol açtığı olumsuzluklar ile fıkhın buna alet edilmesinin telafisi mümkün olmayan kayıplara mal olduğundan söz ediyor. İlkeleri son derece açık olan ve Medine’de uygulanmış olan modelin sistem bütünlüğü içinde kurumlaşmasını sağlamaya yönelik çaba gösterilmemesini gaflet, hatta ihanet olarak niteledikleri bile oluyor. Bunun, yalnız İslam dünyasının değil tüm insanlığın adaleti temel alan bir sistemden mahrum kalmasına ve Müslümanların gerilemesine neden olduğuna dikkat çekiyor.
Sahip oldukları bu düşüncelerin; onları, temel ilkeleri belli olan ve bir arada yaşama uygulaması da gösterilmiş olan özgün bir sistem inşasına yöneltmesi gerekirdi. Ama eleştirdiklerinin benzerini yapma anlamına gelen benzer bir yanlışa düştüler. Geçmişte, geleneksel yönetim sistemleri etkili ve güçlü olduğundan saltanatı benimseyen Müslümanlar gibi günümüzde etkili ve güçlü olan modern sistemi tercih etmenin doğru olacağına karar verdiler.
Saltanatı teoriye uygun hale getirmek için İslam’ın hükümleri yerine, “Ahkam’üs Sultaniye” (saltanatın hükümleri) adı altında kitaplar yazılmıştı. Bir çok fıkıh kaynağında benzer bölümlere yer verilmişti. Fetvalara kaynaklık etmek üzere Kuran ve sünnetten zorlama referanslar bulunmuştu. Şimdi de benzer çabalar, modern sistem için gösteriliyor. Dinin gayesini esas alan “makasıd” üzerinden açılımlar yapılıyor, kitaplar yazılıyor. Batı’nın gelişmişlik düzeyine ulaşmak için aynı yoldan gidilmesinin meşru olduğu vurgulanıyor. Kuran’da insanı akletmeye çağıran ifadeler modern kavramlara referans olarak kabul ediliyor. Vs.…
Demek oluyor ki, belirleyici olan doğrular değil, güçtür. Bu da tarihin tekerrürü demektir. Her iki durumda da hakkı önceleyen İslam’ın özgünlüğü uygulama dışında tutulmuş oluyor. Kaynak. Farklı Bakış