“Devlet … insanları kendilerinden çalar” der Herder. Özellikle modern devlet, doğası gereği bunu yapar. Etraflı ve zor bir bahis burası. “İnsanları kendilerinden çalar” dediğimizde devletsiz, insanların bir kendiliklerinin olabilirliği mümkün mü, ne kadar mümkün ona da bakmamız gerekiyor. Biz şüphesiz böyle bir şeyin mümkün olmasını çok kolay ve çok doğal kabul ediyoruz. Ancak acele etmemekte yarar var. Pek çok düşünürün (Althusser, Arendt, Butler vs.) değindiği üzere insan nihayetinde bir tabiiyetle sahne alıyor günümüz dünyasında. Sahne almaktan meşru görülmeyi, muhatap alınmayı anlıyoruz, anlamalıyız. Aksi durumda görmezden gelme, etraflıca sayılan haklardan yoksun bırakılma Agamben’in ifadesiyle ‘çıplak bir insan’ı çıkıyor karşımıza. Çıplak insan, hakları kabul edilen insandan ziyade pek çok türdeki hayvan gibi doğanın bir parçası olarak görülüyor. Günümüzün bu gerçekliğini dolaysız bir şekilde mülteciler üzerinden gözlemliyoruz. Hak ve özgürlüklere yönelik vurguların ayyuka çıktığı bir zaman kesitinde ademiyete mahkûm edilen, sert ve zorlayıcı tedbirlerle insan dışılaştırıcı şartlarda bırakılan, bu şartlarda kalışları sorun edilmeyen milyonlarca “insan” var.
Özellikle modern dönemdeki ana akım okuma, devleti insan olmanın zorunlu koşulu olarak karşımıza çıkarıyor. Çünkü varlık ancak devletle tabiiyet ilişkisine girmekle mümkün oluyor. Bugün küresel ölçekte herhangi bir ülkenin tabiiyetinde olmayan bir insanın hakkından bahsetmek akla ziyan bir şeydir. İnsan var olması ancak tabi olmasıyla mümkün. Hakları üstüne geçirebilmesi, bunlarla donanması, kullanabilmesi ancak devlete tabi olması ile mümkün. Modern devletin aynı zamanda “Tanrı Devlet” olarak nitelenmesinin anlamını da buralarda aramalıyız. Hem tabiiyet ilişkisindeki insan hem de bu insanın varlığına çerçeve oluşturan anayasa varlıklarını, anlamlarını ve işlerliklerini kendilerinden önce siyasal bir kuruluş olan devletten almaktadır.
Dolayısıyla iki bağımsız gücün karşılıklı anlaşması şeklinde tasavvur ettiğimiz insan devlet ilişkisi zannedildiğinin çok ötesinde bir yapıda. Herder’in “insanları kendilerinden çalar” şeklinde devleti konumlandırması bu açıdan üzerinde durulmayı hak ediyor. Yukarıda değindiğim üzere kendilik dediğimizde kastettiğimiz şeyin de izaha muhtaç olduğunu, bunun yanıtlanmasının zannettiğimizden çok daha zor bir şey olduğunu görmek durumundayız. Ne tür öze, kendisi dediğimiz ne tür bölünmez-parçalanmaz çekirdeğe göndermede bulunduğumuz çok da net olmayabilir. Tam da insanın bizatihi kendisine özgü, kendiliğini oluşturan bir merkez iddiası, iması fiili anlamda neye karşılık gelmekte, nerede nasıl somutlaşmakta? Nasıl bir öz, bir çekirdek, bir merkez var ki devlet insanı bundan mahrum bırakarak kendi tahayyülündeki bir makbul bir şeye dönüştürür, dönüştürebilir?
İnsanı kendinden çalma faaliyeti “İtalya’yı kurduk şimdi sırada İtalyanları yaratmak var”da somutlaşıyor. Modern devletin “benlik teknolojileri” üzerinden “insan” üreticisi olduğu tespiti olağan bir tespit bugün. Kendilerinden çalınan ve başka bir “kendilik”le var kılınan insanların bu ilişkiye, bu sürece, bu konumlanışa ilişkin bir okumaları, bir çekinceleri, bir sorgulamaları var mı? Ortada gerçekten bir çalma var mı, varsa çalan niye çalar, kendilikleri çalınanlar buna ilişkin ne tür direniş stratejileri geliştiriyorlar? Direniş mi var yoksa uyum çabaları, uyumsuzluk sancıları mı var?
Yukarıda değindiğim üzere mülteciler, ötekiler, yabancılar bulundukları ülkelerde yaşadıkları üzerinden yerleşik düzene ve işleyişe ışık tutuyorlar. Ancak Herder’in ifadesiyle kendilikleri çalınanlar, tabiiyet ilişkisinin konforunda bulunanlar, bulundukları konumun sevimsizliğiyle yüzleşmek yerine konfor alanları üzerinde basınç oluşturan kişilerin varlıklarını sorun etmeyi tercih ediyorlar. Devleti, devletin niteliğini, devletin insanla kurduğu ilişkiyi günümüz gerçekliğinde yeni bir perspektifle ele almak yerine dünün çözülen, mevcudu taşımakta zorlanan yapısını sorgusuzca sürdürmeyi daha kabul edilebilir buluyorlar. İnsanların kendilerinden çalınarak bir tür uyum aparatına indirgendiği ilişkinin doğal olarak kabul edildiği günümüz dünyasında insanların kendilerinden çalındığı iddiası muhatabını arıyor. Çünkü iddia hem insanları hem de çalan olarak konumlanan devleti ve şüphesiz bu ikisi arasında tesis edilmiş olan ilişkiyi sorgulama çağrısı yapıyor.
Heidegger “modern insan düşünmeden firardadır” demişti. Düşünmeden firar etmenin karşılığının daha doğrusu cezasının uyum aparatı olmak, tabiiyet ilişkisi içinde sahte bir mevcudiyetle yabancılaşmak olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Tutamakları çözülmüş, aidiyet evreni hedef alınmış kişilerin kendilerinden çalınmalarında çok sürpriz bir şey olmasa gerek. Hele hele kendileri için uygun görülen yeni kendilikle kendinden geçenlerin başlarına gelen karşısında ‘yorumsal bir yüzleşme” içinde olmasını beklemek büsbütün hayaldir. Gerçekten de “insan hüsrandadır”.
Kaynak: Farklı Bakış