Osmanlı Devleti’nin son nefesini verdiği Birinci Dünya Savaşı’na girişi sadece bazı İttihatçı liderlerin Alman hayranlığıyla, hesapsızlığıyla açıklanamaz. Devleti içinden çıkamayacağı bu korkunç felakete sürükleyen nedenlerin başında parasızlık da gelir. Son yarım yüzyılını mali krizlerle boğuşarak geçiren Osmanlılar için önce Trablus ve ardından Balkan Savaşları’nın ağır yükü, içinden çıkılamayacak bir ekonomik açmaza yol açmıştır. Üstüne üstlük bir de Avrupa’da savaşın patlak vermesi hiç mecali kalmayan devletin seferberlik ilan etmesini, bütün gücünü ayakta kalmaya harcamasını gerektirir. Elde avuçta kalmayınca son çare, dışarıdan mali destek sağlayacak bir müttefik aramaya kalır. İşte bu noktada Almanya müflis bir imparatorluğu bir süre de olsa ayakta tutacak yardımı sağlar. Alman parasına muhtaç kalan devleti yönetenler, son büyük bozguna giden adımlarını böylece atar.
Bugün içinde bulunduğumuz iktisadi güçlükler belki de bu coğrafyanın kaderi olarak görülebilir. Kısa vadede kendini kurtarmaya çalışan politikacıların aldığı kararların faturalarını bugüne kadar ödeyegeldik. Felaketli 1990’lı yıllarda yüksek enflasyon, düşük büyüme, batık bir maliye derken tüm siyasi sistemin çöküşüne şahit olduk. Bugün hala iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi bu çözülmenin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Şimdi, 20 yıl sonra ekonominin benzer bir kırılganlık göstermesi önümüzdeki seçimlerde muhalefetin iddiasını güçlendiriyor. Belki de kötü ekonomi yönetiminin sonucu olarak iktidarı ele geçirenler kendi çılgın politikalarının sonucu olarak bu kez yenilgiye uğrayacak.
Böyle bir şey olacaksa bile senelerdir iktidara tutunma maharetini gösteren Erdoğan’ın ve çevresinin kolay teslim olmayacağı çok açık. ‘Faiz lobisinin belini kıracağız‘, ‘Sıcak parayı ülkeden kovacağız‘ diye çıkılan yolda enflasyon patladı, sabit gelirlilerin alım gücü düştükçe düştü. Daha da fenası, işlerin iyiye iyiye kötüleşmesinin önüne geçilemeyecek gibi görünüyor. Rezervleri satıp bitiren iktidar, geçen aralık ayında kur korumalı mevduatla kazandığı sürenin de sonlarına geliyor. Üstelik bu süreçte kur taahhüdü verdiği meblağdan kaynaklı büyük bir mali yükümlülüğü de üstlenmiş durumda. Bu noktadan olağan politikalarla geri dönmek çok fazla acıya sebep olacağı için seçim düzlemine girmiş bir iktidarın kabullenebileceği bir şey değil.
Öte yandan başka türlü de faiz karşıtlığı kisvesinin arkasında yandaş gruplara kaynak transferi yapılamazdı. Bu amaca ulaşıldı ama şimdi ekonomik programın Viyana bozgununa dönmemesi için taze kaynak girişi gerekiyor. En başta planlandığı gibi bu program cari fazla verip kendi kendini çeviremediği için seçimlere kadar köprü yapacak döviz bir biçimde bulunmalı. Küresel piyasalardan bu parayı sağlayabilmek için bugüne kadar izlenen çılgın politikaların terk edilmesi, Türkiye’nin riskini düşürecek makul mantıklı bir yönetime dönülmesi gerekiyor. Şu koşullarda en ihtimal dışı görünen şey bu senaryo. Sıcak parayı çekebilmek için bazı manevralar düşündükleri anlaşılıyor. İçeride faiz karşıtı söylemler sürdürülürken dışarıdan gelecek köpekbalığı fonlara yüksek kazanç önerilecek. Ama bunun da yeterli olmayacağı görülüyor. Bu durumda iktidarın umudu siyasi bağlantılar yoluyla getirilecek paraya kalıyor.
Daha önce Katar’la iyi ilişkiler kullanılarak bir miktar kaynak bulunmuştu. Ardından Birleşik Arap Emirlikleri veliaht prensinin ziyaretinin de benzer bir amaca yönelik olduğu konuşuldu. Şimdi hepsinin ötesine geçiliyor ve Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretiyle son yıllarda kanlı bıçaklı olduğumuz Muhammed bin Salman’la köprüler tamir edilmeye çalışılıyor.
Kaşıkçı cinayeti davasının Suudi yetkililere teslimi bu manevranın kaçınılmaz ilk adımıydı. Şimdiki ziyaret ise senelerdir sürdürülen bir dış politika duruşunun artık terk edildiği anlamına geliyor. Dış siyasette bu tür manevralar görülmemiş şeyler değil ancak bunun acil para bulma amaçlı gerçekleştiriliyor olması ihtimali işi vahim hale getiriyor. Türkiye, içinde bulunduğu maddi zorlukları aşabilmek için kendisine karşı kumpas kurduğuna inandığı, Fetö’yü desteklediğini söylediği, hatta bize karşı faaliyet gösteren terör gruplarını da finanse ettiğini düşündüğü bir ülkeyle yeniden ilişkilerini düzeltme yoluna gidiyor. Bu hamleyi de beka kaygılarını giderecek bir değişim olarak kurgulamıyor; tam yersine paraya ihtiyacı yüzünden daha önce ciddiye aldığı bir sürü olumsuzluğu, düşmanca davranışı göz ardı etmek suretiyle yapıyor.
Üstelik bu kaynak ihtiyacı ekonominin yapısal bir ihtiyacından kaynaklanmıyor. Gelen sermayeyle Türkiye’nin altyapısına yatırım yapmak, üretim potansiyelini artırmak gibi uzun vadeli planlar da bulunmuyor. Bilakis bu paranın girişiyle iktidar ortakları yeni bir kur şokunu engelleyerek önümüzdeki seçimlerdeki şanslarını artırmak istiyor. İç politikadaki rekabeti ilgilendiren bir meselenin bedeli Türkiye’nin dış siyaseti üzerinden ödeniyor.
Muhalefetin önümüzdeki seçimlerde şansını artırmak için yabancı ülkelerden fon sağlaması gibi bir durum olsaydı ne ölçekte bir skandalın patlak vereceğini tahmin edebiliyoruz. Şimdi benzer bir durum iktidar bloku için geçerli olduğu halde kamuoyu durumu olağan karşılıyor. Hele milliyetçilik konusunda mangalda kül bırakmayan, herkese parmak sallamayı alışkanlık haline getirenlerin bu denklemin parçası olması daha da hayret verici.
Türkiye’nin taze para girişi karşılığında Suudilere ve daha önce diğer muhatapların ne tür siyasi tavizler önerdiğini bilmiyoruz. Ama her halükârda böyle bir alışverişin herkesten önce milli hassasiyetleri yüksek kesimleri, iki kelimesinden birisi ‘beka kaygısı‘ olanları rahatsız etmesini beklerdim. Neticede dış politikada karşılıklı ödünlerle bir uzlaşma noktası bulunmasında yanlış bir şey yok ama bizim beklentimiz seçime kadar idare edecek bir para girişiyse bu pazarlığın sorunlu olduğunu düşünüyorum.
Diken’deki ilk yazılarımdan birinde ekonomik sorunların Türkiye’nin güvenliğini, bütün gündemi işgal eden ve terör başlığı altında ele alınan konulardan çok daha fazla tehdit ettiğini söylemiştim. Buna rağmen eline çubuğu alan yorumcunun harita başında anlattığı köy-kasaba seviyesindeki analizlerden kurtulamıyoruz.
Öte yandan bu haftaki Suudi Arabistan ziyaretiyle giderek ağırlaşan bir zaaf hali iyice ortaya çıkmakta. Seçime daha hala uzunca bir süre olduğu, artan cari açık ve finansal piyasalardaki oynaklıkların baskısının giderek artacağı düşünülürse iktidarın paraya ihtiyacı yarın bugünden de fazla olacak. Bunu muhataplarımızın bilmemesine imkân yok. Köşeye sıkışmış, dış kaynağa madde bağımlıları gibi çok güçlü ihtiyaç duyan Türkiye’den masada giderek daha fazlasının talep edilmesi şaşırtıcı olmaz. Örneğin, Suudi yönetimi kaynak sağlanması karşılığında Ankara’nın İran politikasını kendi çizgisine çekmesini isterse cevabımız ne olacak? Eğer siyasi bir çıkarı yoksa Muhammed bin Selman bu parayı bize neden verecek?
Hayli tatsız sorular. Yüzyıldan biraz fazla bir zaman önce parasızlık bu ülkenin uzun vadede kendi çıkarları hilafına hatalı kararlar almasına yol açmıştı. Benzer bir sıkışmışlığın iktidara Türkiye’ye bedel ödetecek kararlar aldırmamasını umalım. Neticede başlığa ismini veren spagetti Western’de de gördüğümüz gibi insan zora düşünce bir avuç dolar için neler yapmıyor.
Kaynak: Farklı Bakış